27 Kasım 2019 Çarşamba

Otomatik Portakal (Anthony Burges) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Otomatik Portakal

Kitabın Yazarı : Anthony Burges

Kitap Hakkında Bilgi :

Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...

Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "Uqueer as as clockwork orange". Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da "canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm...

-Anthony Burges-

Karabasan gibi bir gelecek atmosferi... Geceleyin sokaklara dehşet saçan, yaşamları şiddet üzerine kurulu gençler... Sosyal kehanet? Kara mizah? Özgür iradenin irdelenişi?.. Otomatik Portakal bunların hepsidir. Aynı zamanda hayranlık verici bir dilsel deneydir, çünkü Burgess antikahramanı için yeni bir dil yaratır: Yakın geleceğin argosu "nadsat"ı...

...ve Stanley Kubrick'in muhteşem film uyarlaması, yirminci yüzyılın kült eserlerinden biri olan bu romanın şöhretini pekiştirmiştir...

Otomatik Portakal kitabının orjinal adı A Clockwork Orange'dır. İngiliz yazar Anthony Burgess’ın en popüler romanıdır. 1959 yılında tümör nedeniyle 1 yıldan az ömrü kaldığını öğrenen Anthony Burgess, ölümünün ardından karısının geçimini sağlaması için kitaplar yazmaya başlar. Bir sene içinde beş kitap yazar. Otomatik Portakal kitabını da bu yıllarda yazmıştır. İşin ilginç yanı ise hastalık teşhisi yanlış çıkmıştır. Anthony Burgess  konulan bu yanlış teşhis yüzünden ölmediği gibi dünyaca tanınan bir romancı olmuştur.

Kitabın Özeti :

Onbeş yaşında bir çocuk olan Alex, Dim, Pete ve Georgie adlı dört gençten oluşan bir sokak çetesinin lideridir. Gündüzleri gayet normal bir genç gibi okuluna gitmekte, akşamları ise çetesiyle beraber çeşitli suçlar işlemektedir. İşlediği suçlardan bazıları ise bir dilenciyi öldüresiye dövmek, bir kadının evini basmak ve ülkesindeki önemli yazarlardan birinin eşine tecavüz etmek ve daha kötüsü cinayettir. Çetenin kendi aralarında kullandıkları Rusça sözcüklerden oluşan bir jargonları da vardır. Bu dile “Nadsat” demektedirler.

“Neden “iyiliğin kökenini” incelemezler, araştırmazlar?” Eğer serseriler kötülük yapıyorsa bu onların tercihidir. Ben kötülüğü yeğleyenler arasındayım.” diyen Alex kötü olmayı seçmiştir. .

Bir gece de “Otomatik Portakal” adlı bir roman yazmakta olan bir yazarın evine de girip evi dağıtırlar. Ortalığı kırıp döktükleri gibi karısının da ırzına geçerler. Başka bir sefer de yaşlı bir kadının kediler ile dolu evine girerler ve onlara direnen yaşlı kadını da öldürürler.

Bir gece barda otururlarken çetelerinin en güçlü ve iri -aynı zamanda aptal- üyesi Dim ile çok basit bir konuda tartışırlar. Alex, Dim'e çok sert davranır. Çetenin diğer üyeleri Alex liderleri olduğu için pek bir şey söylemeseler de, Dim'e gereksiz yere çıkışmasından rahatsız oldukları bellidir. Ertesi günlerde yine çete işleri yaparlarken Alex bazı şeylerin değiştiğini fark eder. Otoritesi sarsılmıştır bir kere.
 
Bir gece, Pete bir fikir ortaya atar. Kedileriyle yaşayan yaşlı ve yalnız bir kadının evine girip evindeki altın, gümüş ve antikaları çalacak, daha sonra da bunları kara borsada satacaklardır. Bunu daha önce hiç yapmadıklarından Alex pek benimsemez ama Dim'le yaşadıkları olaydan sonra pek karşı çıkmak istemez ve kabul eder. Evin önüne gittiklerinde Alex pencereden içeri girerek yaşlı kadını etkisiz hale getirmeye çalışır. Fakat önceden hazırlıklı olan kadının direnmesini önlemek o kadar da kolay olmayacaktır. Kadının kedileri Alex'in üstüne atlar, o da o arada bir vazoyla kadının kafasına vurur. Kadın ölmüştür ölmesine ama önceden polisi çağırmıştır. Polis geldiğinde çete arkadaşları Alex'i satmaya önceden hazırdır zaten. Her şeyin Alex'in fikri olduğunu, kadını onun öldürdüğünü söylerler. Böylece Alex tutuklanır ve tam on dört yıl hapis cezası alır.

Alex'in hapise girmesinin üzerinden tam iki yıl geçmiştir. Üç kişilik küçük bir hücrede altı kişi kalmaktadırlar. Bir akşam hücrelerine yeni bir mahkum getirilir. Biraz kendini beğenmiş ve geveze bir mahkumdur. Gece herkes uyuduktan sonra Alex'in yanına yatar. Alex bunu fark edip de uyanınca hep beraber bu yeni gelen mahkumu döverler, sonunda bayılır ve yere düşerek öylece kalır. Diğerleri de uykularına kaldıkları yerden devam ederler.

Sabah uyandıklarında, diğer mahkumun hala aynı yerde yatmakta olduğunu görürler. Çoktan ölmüştür. Herkes telaşla birbirini suçlamaya başlar. Sonunda, hepsi birden öldürücü darbeyi Alex'in yaptığına karar verirler. Gardiyanlar gelip de cesedi götürdüklerinde de aynı şeyi söylemeye devam ederler. Akşama doğru, içişleri bakanı ve hapishane müdürü gelirler. İçişleri bakanı hapishanelerin ne kadar dolu olduğundan, hapis cezasının mahkumlar üzerinde hiçbir etkisi olmadığından şikayet eder. Islah etme adı verilen yeni bir yöntem bulmuşlardır ve olayın olduğu hücrenin yanına ulaştıklarında Alex'i işaret ederler. Bu yöntemi ilk olarak onun üstünde deneyebileceklerini söyler. Her şey yolunda giderse Alex iki hafta içinde özgürlüğüne kavuşabilecektir. Tabii bunu seve seve kabul eder.

Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma projesiyle “Ludavico” adlı bir laboratuvar çalışmasına tabi tutularak kişilikleri düzeltilecektir. Alex bu çalışmanın kobayı seçilmiştir. Burada herkes ona çok iyi davranmaktadır, hapiste gardiyanların yaptığı gibi kimse dövüp sövmemekte, aksine tatlı bir dille konuşmaktadır. Ona çok yeni ve güzel bir pijama takımı verirler ve küçük, temiz bir odaya götürürler. Burası artık onun odası olacaktır. Ertesi sabah ise işin iç yüzü ortaya çıkar. Onu kötü bir insan olmaktan kurtaracak, iyilik yapmasını sağlayacak denen ıslah etme yöntemi, tam bir işkencedir.

Bu çalışmanın seanslarında Alexe, şiddet dolu filmler izlettirilip, fiziki işkenceye maruz bırakılıp acılar çektirirler. En sonunda Alex aklından kötülük geçtiği anda kusacak ve acılar çekecek hale getirilir. Bu yöntemle tedavi edilen Alex artık kötülüğü düşünemeyecek hale gelmiş olur.

Ama Beethoven müziğini duyduğu anda kendisine seyrettirilen Nazi soykırım filmlerinin dehşet dolu sahnelerini yaşamaya başlar. Böylece kişiliği değişen Alex, bir kuklaya dönüşmüştür. Artık en çok sevdiği Beethoven’den ve müzikten de olmuştur. Tedavi sonrasında kayıtlara iyileşmiş olduğu yazılıp salıverilir.
Artık şiddet uygulama isteği olduğunda tuhaf bir hastalığa tutulmakta, bu yüzden de istemeden de olsa herkese iyi davranmaktadır. İlk iş olarak bir yerde kahvaltı yapar ve sonra da annesi ve babasıyla yaşadığı eski evine gider. Kapıyı açtığında annesi, babası ve bir yabancıyı kahvaltı ederken görür. Onun yokluğunda ailesi odasını bir başkasına kiralamıştır. Hayal kırıklığıyla kendi evinden çekip gider, artık evsiz de kalmıştır.

Alex şehir kütüphanesine gider. Orada eski çete günlerinde kötülük yaptığı bir yaşlı adamla karşılaşır. Adam onu tartaklamaya başlar fakat şiddet uyguladığında hastalandığından karşılık veremez. Kütüphane müdürü polisi çağırır ve bir süre sonra iki polis çıkagelir. Polislerden biri Alex'in eski çete arkadaşı Dim, diğeri ise eski düşmanlarından biridir. Alex'i alarak şehirden uzak bir ormana götürerek öldüresiye dövüp sonra da çekip giderler. Alex kendine geldiğinde yakınlardaki bir köye yürümeye başlar. Bir eve rastladığında kapıyı çalar ve yardıma ihtiyacı olduğunu söyler. Bir adam kapıyı açar ve onu içeri alır. Ona çok iyi davranır, fakat sonradan amacı anlaşılır.

Adam hükümet karşıtı bir siyasetçidir. Alex’in hikâyesini duyunca “Ludevico” yönteminin insanlık dışı bir uygulama olduğunu kanıtlamak için harekete geçer. Alex'i de hükümetin yeni yönteminin kurbanı olarak herkese göstererek prim yapma peşindedir. “Senin gibi bir delikanlıyı OTOMATİK PORTAKAL’a dönüştürenlere yaşam hakkı tanımamalıyız.” der. “Seni bir makinaya dönüştürmüşler " diyerek ona yardımcı olmaya çalışır. Ancak Alex bu kez de başka bir kesim tarafından başka bir amaçla kullanılmaktadır. Birkaç arkadaşı ile beraber Alex'i bir eve götürürler. Sonra da kapıyı kilitleyip ona şiddet dolu müzikler dinletirler. Buna dayanamayan Alex, camı açar ve aşağı atlar. Ölmemiştir, fakat birçok kemiği kırılmıştır ve oldukça kötü durumdadır.

Kaldığı hastanede onu tedavi ederler. Artık şiddete tepki vermemektedir. Eski günlerine geri dönebileceğine inanır ve yeniden bir çete kurar. Bir akşam, Alex yeni çetesiyle katkılı süt içerken, canı sıkılır ve arkadaşlarından ayrılıp yürümeye başlar. Canı çay içmek ister, oldukça sıradan insanların oturup sohbet ettiği bir mekana girer ve kendine bir çay söyler. Oturmak için yer ararken eski arkadaşı Pete ile karşılaşır. Bir bayanla oturmuş kahve içmektedir. Alex'i gördüğüne mutlu olur ve sohbet etmeye başlarlar. Pete yanındaki bayanın karısı olduğunu söyleyince Alex çok şaşırır, Pete'nin evlenebileceğini hiç düşünmemiştir. Evine döndüğünde kendisini yeni bir his karşılar, baba olmak istediğini fark eder. Tabii bunun için bir eşe ihtiyacı vardır. Alex artık büyümüştür.

Serenad (Zülfü Livaneli) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Serenad

Kitabın Yazarı : Zülfü Livaneli

Kitap Hakkında Bilgi :

Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner'i (87) karşılamasıyla başlar.

1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir.

Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, ister herkesin bildiği Yahudi Soykırımı olsun isterse çok az kimsenin bildiği Mavi Alay, bütün siyasi sorunlarda asıl harcananın, gürültüye gidenin hep insan olduğu gerçeğini de göz önüne seriyor.

Okurunu sımsıkı kavrayan Serenad'da Zülfü Livaneli'nin romancılığının en temel niteliklerinden biri yine başrolde: İç içe geçmiş, kaynaşmış kişisel ve toplumsal tarihlerin kusursuz dengesi.

Kitabın Özeti : 

Maya Duran, İstanbul Üniversitesi’nde Halkla İlişkiler görevini yürüten sözleşmeli bir memurdur. Eşinden boşanmıştır ve oğlunun ile birlikte yaşamaktadır. Birlikte yaşadığı oğlu Kerem ile aralarında kopuk bir ilişki vardır. Aynı zamanda oğlunun babası eski eşiyle de iletişimi yoktur.

2001 yılının Şubat ayında soğuk bir İstanbul günüdür. İstanbul Üniversitesi’ne konuk olarak gelen Alman asıllı Amerikalı Profesör Maximillian Wagner’i karşılama ve onunla ilgilenme görevi Maya’ya verilir. Maya, buna benzer karşılamaları ve misafirle ilgilenme işini pek çok defa yapmıştır. Maya için Prof. Maximillian Wagner’le tanışana dek bu sıradan bir görevdir. Maya, profesörü karşılamaya havaalanına giderken bu yaşta bir adamın neden geldiğini merak eder. Maya, elinde profesörün isminin yazılı olduğu kağıt ile beklerken, beklediğinin aksine yaşını göstermeyen gayet yakışıklı bir beyefendi kendisini beklediği kişi olarak tanıtır. Prof. Maximillian Wagner 87 yaşındadır. Daha önce İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Profesör 1939-42 yılları arasında İstanbul’da yaşamıştır. O zamanlar kaldığı Pera Palas Hotel’inde kalmak ister. Maya, Profesörü kalacağı hotele yerleştirir.

Profesörün İstanbul’da olmasından İngiliz istihbaratından Türk İstihbaratına kadar pek çok kimse memnun değildir. Öncelikle Türk istihbarat görevlileri onu izlemeye almışlardır. Takip edildiği bir gün üniversiteye geldiğinde Rektör onunla görüşmek ister. Bu talebe çok şaşıran Maya’yı bir süpriz daha bekler. Takip ettiğini düşündüğü kişiler Rektör ile birliktedir ve Maya’dan Profesör’ün her hareketini takip etmesini isterler.

Prof. Maximillian Wagner ile Şile’ye gittikleri gün Türk istihbaratçıları Maya’nın evini ziyaret edip, oğlunu kullanarak Maya’ya göz dağı vermişlerdir. Maya bu durumdan üst düzey asker olan abisi tarafından kurtarılmıştır. Daha sonrasında Maya ile iletişime geçen İngiliz istihbarat birimleri de Maya’dan Prof. Maximillian Wagner hakkında bilgi isterler. Maya ve oğlu Kerem de Prof. Maximillian Wagner ile ilgili araştırmalar yaparlar ve onun gerçekte kim olduğunu merak ederler.

Profesör ile Maya’nın ilk yakınlaşması Profesörün gitmesine az bir süre kaldığında yaptıkları Şile ziyaretinde başlar. Maya, Profesör ve Şoför Süleyman Şile’ye doğru yılın en soğuk gününde yol alırlar. Daha önce ziyaret ettiği Şile’yi yazın bile sevmeyen Maya bu gezintiye bir anlam veremez. Şile yakınlarında Profesör diğerlerinden ayrılarak deniz kenarına iner ve kemanını çalmaya başlar. Yanında üzerinde “Für Nadia (Nadia için)” yazan küçük çelenk de vardır. Çelengi denize atar ve kemanını çalmaya başlar. Ancak yaşlı adam soğuğa daha fazla dayanamaz ve soğuktan bayılır. Profesör “sutma, sutum, struma” diye sayıklar.

Prof. Maximillian Wagner, Maya ve Süleyman’ın yardımıyla yakındaki bir otele götürülür, profesör donmak üzeredir. Bu esnada araba da bozulunca Süleyman yardım çağırmaya gider. Maya, vücut sıcaklığı giderek düşen ve baygın olan Profesör’e yardım etmek için kendi vücut ısısını ona aktarmaya çalışır. Ancak Süleyman döndüğünde olanları yanlış anlar. Bu olayı üniversite yönetimine anlatan Süleyman daha sonra Maya’nın başına dert açar.

Proseför’ü hastaneye götüren Maya, arkadaşı Filiz’den yardım ister. Maya, Profesöre yapılan tetkiklerde, onun kanser olduğunu ve az ömrü kaldığını öğrenir. Profesörün 6 aylık ömrü kalmıştır. Maya, yaşlı, hüzünlü ve şimdi de kanser olduğunu öğrendiği adamın Şile’de deniz kıyısında ne işi olduğunu ve baygınken sayıkladığı ismin kime ait olduğunu çok merak eder. Maya’ya bir hayat borçlu olan Profesör, hayat hikayesini anlatmaya başlar. Anlattıkları Maya’yı derinden etkileyecektir.

Nazi Almanya’sında, Hitler döneminde bir üniversite öğretim üyesi olarak çalışan ari Alman olan Wagner, Yahudi bir genç kıza aşık olur. Bu genç kızın adı Nadia’dır. Prof. Maximillian Wagner ve Nadia evlendikten sonra Nadia “Deborah” ismini alarak Yahudi kimliğini saklamaya çalışır. Hitler’in dayattıkları, artık dayanılmaz hale gelip de Scurla Raporu ile Deborah’ın gerçek kimliğinin ortaya çıkma korkusundan dolayı Prof. Maximillian Wagner ve Deborah Paris’e gitmeye ve orada özgürce yaşamaya karar verirler. Ancak olaylar istedikleri gibi gelişmez. Prof. Maximillian Wagner’in bir anlığına Nadia’nın yanında olmadığı bir sırada Nadia’nın Yahudi geçmişi anlaşılarak, trenden indirilmiştir. Prof. Maximillian Wagner mecburen Nadia’sız Fransa’ya gelmiştir. Arkadaşları vasıtası ile Türkiye’nin türlü mesleklerden profesör kabul ettiğini öğrenir. Oradan da pek çok Yahudi arkadaşlarının bulunduğu İstanbul’a gelir.

İstanbul’a geldikten sonra Prof. Maximillian Wagner aynı zamanda hamile olan karısını Hitler’in işkencelerinden kurtarmak için pek çok yola başvurduysa da sonuç alamaz. Karısı “Struma” adlı gemiye biner. Yanında Katolik olduğunu gösteren Prof. Maximillian Wagner’in temin ettiği belgeler de vardır. Gemi arıza yapması nedeniyle İstanbul’da demir atar. Ancak gemiden kimsenin inmesine izin verilmez. Gemi iki buçuk ay İstanbul açıklarında kaldıktan sonra Ruslar tarafından havaya uçurulur. Gemideki Nadia da hayatını kaybeder. Struma olayı İngiltere, Rusya, Türkiye ve Almanya devletleri için bir kara sayfadır ve her devlet profesör olayın üzerine gider diye korkmaktadır. Bu yüzden onu takibe almışlardır.

Prof. Maximillian Wagner’in Şile sahilinde kemanla çaldığı parça Nadia için bestelediği ve evlenme teklif ederken çaldığı parçadır. Wagner bu parçayı Schubert’in Serenad’ından esinlenerek büyük aşkı Nadia’ya yazmıştır. Şile’ye gittikleri gün olan 24 Şubat ise Nadia’nın ölüm yıldönümüdür. Dinlediği bu gerçek hayat hikayesi Maya’yı derinden etkiler.

Prof. Maximillian Wagner’in Amerika’ya geri dönüşünden sonra Maya şoför Süleyman’ın anlattıklarından dolayı zor günler geçirir. İşinden istifa eder. Yaptığı yolculuk ve ziyaretlerle Prof. Maximillian Wagner’la ilgili bir çok bilgiye daha ulaşır. Ulaştıklarının en önemlisi de arşivde saklanan “SERENAD FÜR NADİA”nın orjinalidir. Maya Amerika’ya giderek elindeki notaları Prof. Maximillian Wagner’a ulaştırır. Profesörün ölmeden önce Maya’dan son bir arzusu vardır. Arzusunu belirttikten sonra da hayata gözlerini yumar. Prof. Maximillian Wagner’in vasiyeti üzeine külleri Maya tarafından Şile sahiline getirilerek, denize serpiştirilir. Bu şekilde iki sevgili Prof. Maximillian Wagner ve Nadia kavuşmuş olur.

26 Kasım 2019 Salı

Allahaısmarladık (İbrahim Naci) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Allahaısmarladık

Kitabın Yazarı : İbrahim Naci

Kitap Hakkında Bilgi :

Çanakkale Savaşı'nda bir şehidin günlüğü...

Bizzat savaşın içinde yer almış bir teğmenin acıları, hüzünleri, umutları… Kendi geriye dönememiş ama duyguları, özlemleri, hayalleri küçücük bir defterle ailesine, yurduna dönmüş. Uğruna ölüme yürüdüğü vatanına bir hatıra bırakmış.

...Yeni gelen emirde, beş günde Akbaş İskelesi'ne gidecek, oradan da vapur ile Anadolu'ya geçecekmişiz.

...Ben siperde düşmanla karşı karşıya olmalıyım. Çünkü çarpışmak, boğuşmak istiyorum. Hem ben, kendimin ne olduğunu anlayayım, hem düşman...

...Maydos [Eceabat]… Bu küçük ve şirin kasaba şimdi ne matemî bir manzara arz ediyordu. Binaların hemen hepsi düşman mermileri ile yıkılmış, yakılmıştı.

...Yanımda akşam namazı kılındı. Huşû içinde dinledim. Bu dindar seslerde öyle hoş bir ahenk vardı ki... Hikmet-i ilâhî, dinledikçe kalbime soğuk bir su serpiliyor gibi oluyor.
...Vadiye paralel giden yamaca çıktığımız zaman, solda yeni birkaç mezar nazar-ı dikkatimizi çekti. Bunların ekserisinin üzerinde hiçbir işaret yoktu. Bazılarında birer ağaç dalı, iki üç tanesinde de kırık tahtalar vardı.

...Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim.

...Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor... Şimdi birinci onbaşım yaralandı.

Allah'a ısmarladık...

Kitabın Özeti :

71. Alay, 10. Bölükten Teğmen İbrahim Naci. Hatıralarını küçük bir deftere tertemiz, arı duru bir Türkçeyle yazmıştır. Teğmen İbrahim Naci, Çanakkale’ye gidip dönmeyenlerdendir. Onu, tuttuğu günlük sayesinde tanıyoruz. Hatıralarını yazmaya 24 Mayıs 1915 Pazartesi günü başlıyor. 29 gün sonra yine bir pazartesi günü şehit düşene kadar. “Defterime acı hatıralarımı yazıyorum. Fakat bu satırları ailem okuyabilecek mi?” sözleriyle şehit olacağını adeta seziyor. Deftere yazdığı son cümle ise “Allah’a ısmarladık.” oluyor. Bütün ailesini Allah’a emanet ediyor. Kendisi dönemiyor yurduna ama defter ailesine ulaşıyor.

Şehidin hatıratını yazdığı defter 12x18 ebatlarında bir cep defteridir. Teğmen İbrahim Naci defterin başına ailesinin adresini yazıyor. Defterin 2. sayfasından 129. sayfaya kadar yazılanlar kendisine aittir. 21 Haziran 1915 Pazartesi günü 29. günde şunları yazıyor İbrahim Naci defterine: “Saat 7:00 geceden beri düşman taarruz ediyor. Şimdi gidiyoruz. Allah hayreylesin… Saat 11.00 muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allah’a ısmarladık… Saat 11.15… ” Şehit olduğunda henüz 21 yaşındadır.

Daha sonraki dört sayfada Naci’nin komutanı Yüzbaşı Bedri Bey’in yazdıkları var. İbrahim Naci şehit düşünce defter Bedri Bey’e geçiyor. Bedri Bey burada Teğmen İbrahim Naci ile ilgili değerlendirmelerde bulunuyor. “Zavallı Naci! Evladım gibi sevdiğim yavrum. Defterine emanet ettiğin gizli duygularını bir peder, bir ağabey yakınlığı ile okudum. Bundan dolayı bana darılmaz ve hatalı bulmazsın değil mi?” Daha sonra savaşla ve askerlerle ilgili düşüncelerini yazıyor. Nitekim Bedri Bey son cümlesini tamamlayamadan şehit oluyor. Cümle virgül ile yarıda kalıyor.

Defter Bedri Bey’in şahadetiyle tabur imamı ve tabur kâtibinin eline geçiyor. “Bedri Bey’in Şahadetine Dair Not” bölümünde şunlar yazıyor: “Bölüğün Yüzbaşısı Bedri Efendi buraya kadar yazarak, 1 Temmuz 1915 tarihinde istirahat mahallinden sağ cenaha taburla azimet ettiği sırada, 2 Temmuz 1915’te onun da şahadeti maalesef vuku bulmuştur.” Bununla hatırat sonlandırılıyor. Günlük, girişindeki adresin varlığı dolayısıyla Teğmen İbrahim Naci’nin ailesine ulaştırılıyor.

İbrahim Naci hatıratında İstanbul’dan başlayıp Çanakkale’de şehit olmasına kadarki geçen süredeki gördüklerini, yaşadıklarını anlatıyor. Ayrıca sevk esnasında gelip geçtikleri yerleri de yazıyor. Hatırat Çanakkale Muharebesi ile ilgili bilinen birçok şeyin aksini anlatıyor. Genelde askerlerin iaşede sıkıntı çektiği, yemek bulamadığı iddia edilir. Teğmen İbrahim Naci askerlerin yemeklerinin aksatılmadığını, iaşenin mükemmel olduğunu ve askere bazen günde üç defa yemek verildiğini belirtiyor. Hatta askerin yemeklerin soğumasından şikâyet ettiği söyleniyor. Yemeklerin soğuk gelmesi ise bombardıman tehlikesinden kaynaklı. Naci’nin anlattığına göre cepheye sürekli asker ve cephane ikmali yapılıyor. Günde ortalama iki bin asker gerekli yerlere naklediliyor.

Teğmen İbrahim Naci cepheye intikal ederken gelip geçtiği yerleri de dikkatle gözlemliyor. Kasabalarda sosyal hayatın devam ettiği belirtiliyor. Hatta buralardaki birçok insanın savaşa karşı kayıtsızlığından söz ediliyor. Günlükte savaşın yıkıcı etkileri, kötülüğü mekânlar üzerinden aktarılıyor. Naci, “Ne müthiş. O güzel Çanakkale şimdi bir harabe gibiydi. Düşman birçok yerleri yakmış, yıkmış. Yıkılmayanlar da boş ve kapalı. Birkaç dükkân açıktı.” diyerek yıkımı gözler önüne getiriyor.

Ağaç Diken Adam (Jean Giono) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ağaç Diken Adam

Kitabın Yazarı : Jean Giono

Kitap Hakkında Bilgi :

Dünya üzerinde yüzbinlerce okura ulaşmış büyülü bir masal! Edebiyat tarihinde ağaç sevgisini anlatan en iyi öykü! Jean Giono'nun, dünya çapında ses getirmiş, tartışmalar yaratmış olan Ağaç Diken Adam'ı, yaşamının son otuz yılını, yüzlerce hektarlık çorak bir alanı tek başına yeniden ağaçlandırmaya adayan ve bunu başaran olağanüstü bir karakterin hikâyesi. Doğanın, insan emeğini nasıl da fazlasıyla ödüllendirdiğinin etkileyici bir kanıtı.Jean Giono'nun bu muhteşem öyküsü gerçek mi? Elzéard Bouffier gerçekten yaşadı mı? Fark eder mi?

Ağaç Diken Adam, Fransız yazar Jean Giono’nun 1953’te Amerika’da yayımlanan Reader’s Digest Dergisi’nin duyurduğu “Tanıdığım en olağanüstü karakter” teması için yazdığı bir öyküdür. Kitabın adından anlaşıldığı üzere hayatını ağaç dikmeye adayan sıra dışı bir karakteri anlatılmaktadır.

Kitabın Özeti :

Anlatıcı, Fransa’nın Provence bölgesinde Alplerin eteklerinde çıktığı bir gezintiye çıkar. Gezdiği yerlerde doğanın çoraklaştığına tanık olur. 1. Dünya savaşından hemen önce başlayan bu gezide bir çoban ile karşılaşır. Susuzluktan bitkin düştüğü bir anda kendisiyle suyunu paylaşan ve evinde misafir eden Elzéard Bouffier isimli bir çoban ile tanışır.

Elzéard Bouffier, sessiz ve kendi halinde yaşayan birisidir. Çobanın yaşadığı yerde başka insanlar veya evler bulunmamaktadır. Ancak çoban kendine öyle bir ev ve yaşantı kurmuştur ki sanki hayat normal seyrinde akıp gitmektedir. Anlatıcı, Çobanın yaşantısını ilginç bulur ve onunla birkaç gün daha birlikte zaman geçirir.

Elzéard Bouffier'in özenle meşe palamutlarını ayıklayışı ile başlar hikayesi. Elzéard Bouffier'in amacı Provence’nin çorak topraklarını ağaçlarla yeşertmektir. Elzeard Bouffer adlı çoban, her gün kilometrelerce yol yürüyüp hem koyunlarını otlatmakta hem de meşe palamudu toplamaktadır. Bir yandan da evinde çimlendirdiği palamutları gittiği yerlerde ekmektedir. Sadece bununla da kalmayıp bulabildiği ağaç fidanlarını aşılayıp çoğaltmaktadır. Anlatıcı, adamın neden böyle yaptığını anlayamamıştır. Sonuçta Elzéard Bouffier tek başına yaşayan biridir.

Anlatıcı, şaşkınlık ve hayranlık duygularıyla oradan ayrılır. 1.Dünya Savaşı başlar ve savaşa katılır. Terhis olduğunda aradan beş yıl geçmiştir. Aklında Elzéard Bouffier vardır ve tekrar ziyarete gider. Ağaçların boyunu geçtiğine tanık olur. Savaşın gölgesinde, savaşı umursamadan ağaç dikmeye devam etmiştir Elzéard Bouffier. On binlerce ağacın yemyeşil büyüdüğü o çorak arazi mucizevi bir değişime uğramıştır. Çobanın daha genç göründüğünü, üstelik her tarafın ormanla kaplı olduğunu, birkaç tane insanın ev kurduğunu görür.

Anlatıcı bundan sonra her sene Elzéard Bouffier’in yanına uğramaya başlar. Doğadaki değişimi ve bu değişimin insanlar üzerindeki etkisini görür. O çorak arazinin ümitsiz insanları yaşam enerjisiyle dolmuş, sağlıklı ve mutlu insanlara dönüşmüşlerdir. Birkaç yıl sonra tekrar ziyarete geldiğinde ise gözlerine inanamaz. Çünkü her şey değişmiştir. Bir insanın bir ağaç dikmesiyle başlayan macera zamanla doğaya, insanlara dokunmuş ve geriye mucizevi bir orman çıkmıştır.

“’Savaşı hiç umursamadım,’ dedi. Sükunet içinde ağaç dikmeye devam etmişti.” 

“Bir insanın kişiliğinin gerçekten olağanüstü yönlerini anlayabilmek için, eylemlerini uzun yıllar boyunca izleyebilme şansına sahip olmak gerekir. Kişinin eylemleri bencillikten tamamıyla arınmışsa, onu eyleme yönlendiren itki eşsiz bir yüce gönüllülük örneğiyse, hiçbir ödül beklemediği kesinse ve dahası yeryüzünde silinmeyecek izler bırakmışsa, işte o vakit gerçekten de, hataya yer bırakmayacak bir kesinlikle, unutulmaz bir insandan bahsediyoruz demektir.”
“Fakat değişim o kadar yavaş olmuştu ki bölgedeki değişiklik kimsede şüphe uyandırmamıştı. Yaban tavşanlarının ya da yaban domuzlarının peşine düşüp yükseklere çıkan avcılar, çok sayıdaki fidanı fark etmiş ama doğanın işidir diye düşünmüşlerdi. Bu nedenle bu adamın şaheserine kimse ilişmemişti. Bilselerdi, bozarlardı. Kimsenin aklına bile gelmemişti. Gelemezdi. Köylülerin ya da yetkililerin aklına, bir insanın eşi görülmemiş bir eliaçıklığı böylesi bir azimle sürdürebileceği nasıl gelebilirdi ki?”


Ağaç Diken Adam (Jean Giono) Kitap sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Altıncı Koğuş (Anton Pavloviç Çehov) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Altıncı Koğuş

Kitabın Yazarı : Anton Pavloviç Çehov

Kitap Hakkında Bilgi :

Çehov bir taşra kasabasındaki akıl hastanesinde geçen bu novellasında, eğitimli bir hasta olan İvan Dmitriç ile Doktor Andrey Yefimıç arasındaki felsefi çatışmaya odaklanır. İvan Dmitriç maruz kaldıkları adaletsizliğe, içinde yaşamaya zorlandıkları berbat koşullara karşı çıkarken, Andrey Yefimıç bunları görmezden gelmekte ısrar eder ve durumu değiştirmek için kılını bile kıpırdatmaz. Doktor sonunda içine düştüğü “felsefi” yanılgının farkına vardığında ise artık iş işten geçmiştir. Altıncı Koğuş, Rusya’nın ve ülkenin sorunlarıyla ilgilenmek yerine onları uzaktan izlemeyi tercih eden elit Rus aydınının “deliliği”nin simgesidir adeta.

Altıncı Koğuş, Russkaya Mısl dergisinin 1892 kasım sayısında yayımlandığında büyük ilgi görmüştü. Hatta Lenin’in de yapıtı okuduktan sonra dehşete kapıldığı, “Kendimi Alıncı Koğuş’a kapatılmış gibi hissettim” dediği rivayet edilir.

Kitabın Özeti :

Kitapta küçük bir kasaba hastanesinin doktoru ve hastanenin altıncı koğuşunda kalan akıl hastaları anlatılmaktadır. İvan Dmitriç eğitimli ve bilgili bir adam olmasına rağmen bu küçük kasabadaki akıl hastahanesinin altıncı koğuşunda kalan hastalardan biridir. Üstelik bu akıl hastahanesi bir akıllıyı deli edebilecek kadar ruhsuz ve bunaltıcı bir yerdir.

‘’Hastane avlusunda dul avrat otlarının, ısırganların, yaban kenevirlerinin çevresini bir orman gibi sardığı küçük bir ek bina bulunur. Bu binanın çatısı paslanmış, bacası yarı yarıya yıkılmıştır… duvarların önü ve ocağın etrafı tepeleme hastane hırdavatlarıyla dolu. Döşekler eskimiş ve lime lime olmuş sabahlıklar, pantolonlar, mavi çizgili gömlekler, kimsenin işine yaramayan yıpranmış ayakkabılar…’’

Bu hastalar oraya kapatılmış ve orada unutulmuş beş kişiden oluşur. Bunlardan birisi de aşırı bir anksiyeteye sahip Gromov’dur. Gromov savaşmaktan ve devamlı bir korku halinde olmaktan hırpalanmış ruhunu tıpkı bir anadaki gibi yansıtan solgun ve mutsuz bir yüzü olan devletten, hukuktan ve toplumdan çok korkan bir adamdır.

Doktor Andrey Yefimıç Ragin ise bu hastanenin ahlaksız bir kurum olduğunu düşünen ama düzelmesi için de hiçbir şey yapmayan, İvan Dmitriç’in bilgili ve akıl hastası olmadığının da farkında olan biridir. Zaten İvan doktoru ile sık sık felsefi, siyasi ve toplumsal konular üzerinde sohbetler etmekte hatta zaman zaman da tartışmaktadırlar. İvan’ın tüm sorunu aslında sert ve aksi bir kişiliğe sahip olmasıdır. Bu nedenle insanlar onunla iletişim kurmaktan çekinmekte hatta ondan uzak durmaktadır. Fakat Doktor Andrey onunla konuşmaktan ve tartışmaktan zevk almakta o nedenle de İvan ile sık sık tartışmaya girmektedir.

İvan Dmitriç toplumun baskı gördüğünü ahalinin bu baskı ve otorite yüzünden ezildiğini idia etmektedir. Ona göre toplum adaletsizlik, kötülük ve haksızlık karşısında kayıtsız kalmaktadır. Hatta Doktor Andrey’in de öyle olduğunu ima etmektedir. Doktor ise bu düşüncelere karşı çıkmaktadır. Toplumun yeterince özgür olduğunu savunmakta, durumdan hoşnut olmasa bile değiştirmeye kalkışamayacak kadar korkak birisi olduğunu belli etmektedir. Doktorun kendisi de aslında bu akıl hastanesinin içindeki deli sayılanlardan birisine dönüşmüştür.

“İnsan niçin ebedî değildir? diye düşünür. Bütün bu dimağ merkezlerine, dimağın bu girinti çıkıntılarına ne lüzum var? Bütün bunların toprağa kaybolması ve eninde sonunda arzın kabuğu ile beraber soğuyarak, nihayet milyonlarca yıl, manasız ve hedefsiz bir surette dünya ile beraber güneşin etrafında devretmesi mukadder olduktan sonra görme, konuşma, hissetme, deha neye yarar?“

İvan ise doktorla yaptığı tartışmalardan çok da hoşlanmazr ama doktorunu da kırmaktan çekinmektedir.

İvan insanların birbirlerine karşı sistematik baskılar oluşturduklarını düşünmektedir. Sistemin akıllı adamları içeri tıkıp gerçek delileri sokaklara saldığını iddia etmektedir.

“Evet, hastayım. Ancak siz de biliyorsunuz ki onlarca, hatta yüzlerce deli özgürce dışarıda dolaşıyor, çünkü cehaletiniz yüzünden onları sağlıklı olanlardan ayırt edemiyorsunuz. Neden ben ve bu zavallı insanlar, dışarıda dolaşanların yerine burada günah keçisi gibi oturmak zorunda? Siz, sağlık memuru, idare amiri ve bütün hastane güruhunuz; ahlaki bakımdan hepimizden ölçülemeyecek derecede aşağı konuşmasının. Neden burada siz değil de biziz? Mantık bunun neresinde?”

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :

Anton Pavloviç Çehov (1860-1904): Büyük Rus tiyatro yazarı ve modern öykünün en önemli ustalarından olan Çehov, Rus Gerçekçilik okulunun önde gelen temsilcisidir. Taganrog’da dünyaya geldi. Lisede Yunan ve Latin klasiklerini temel alan bir eğitim gördü. 1879’da Moskova’ya giderek tıp fakültesine yazıldı ve 1884’te doktor oldu. Alacakaranlıkta adlı öykü kitabıyla 1887’de Rus Akademisi tarafından verilen Puşkin Ödülü’nü kazandı. Yaklaşık bin sözcükten oluşan komik kısa öykü türünü başlı başına bir sanat haline getirdi. Ancak 1888’de yayımlanan Bozkır adlı yapıtıyla komik öykülere sırt çevirmiş oldu. Önemli oyunları arasında Ayı (1888), Evlenme Teklifi (1889), Martı (1896), Vanya Dayı (1899), Üç Kız Kardeş (1900) ve Vişne Bahçesi (1903) sayılabilir.

Ben Kirke (Madeline Miller) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ben Kirke

Kitabın Yazarı : Madeline Miller

Kitap Hakkında Bilgi :

NPR, Washington Post, Buzzfeed, People, Time, Amazon, Entertainment Weekly, Bustle ve Newsweek’e göre Yılın En İyi Kitabı

Goodreads okurlarına göre 2018’in En İyi Fantastik Kitabı

“Bu dikkat çekici hikâye sizi, Kirke’nin yaptığı bir büyü gibi etkisi altına alacak.”

- Mary Doria Russell, Serçe’nin yazarı

“Tek kelimeyle büyüleyici ve zarif anlatımıyla Ben, Kirke, kadın yaşamının sıradan ve de sıradışı bir hikâyesi.”

- Eimear McBride, Kız Natamam Bir Şeydir ‘ in yazarı

Ozanlar benden, –erkek– kahramanın karşısında diz çöküp merhamet dilenen bir kadın olarak bahsetti hep; ilaç katarmışım tatlı şaraplarına, büyüleyip domuza çevirirmişim hızlı giden gemilerin tayfasını, babaevini unutturur, sılaya kavuşmalarına müsaade etmezmişim. Ne demeli, kadınlara haddini bildirmek ozanların en sevdiği vakit geçirme biçimidir; yerlerde sürünüp ağlamazsak gerçek bir hikâye olmazmış gibi.

Ama yanılıyorlar, yanılıyorsunuz: Cadılık illa nefret, kıskançlık ya da başka türlü bir kötülükten doğmaz; ben ilk büyümü aşkımdan yapmıştım.

Ben, Helios’un kızı, Aiaie Cadısı Kirke. Hayatım boyunca trajedinin beni bulmasını bekledim. Bulacağından hiç kuşkum yoktu çünkü başkalarının hak ettiğimi düşündüğünden daha fazla arzum, isyanım ve gücüm vardı, yıldırımları üstüne çekecek şeylerdi bunlar. Ve bir gün, artık bu dünyaya dayanamayacağım, diye düşündüm.

Bunun üzerine denizin derinliklerindeki kadim bir tanrı seslendi: Öyleyse çocuğum, başka bir dünya yap.

Ben, Kirke’de Madeline Miller; Odysseus, İkaros, Minotauros, Prometheus ve Zeus gibi mitolojik karakterlerin binlerce yıldır anlatılagelen hikâyesini farklı bir bakış açısından sunmakla kalmayıp Olymposlu tanrıların dünyasını Homeros’un destansılığında aktarmayı başarıyor.

Kitabın Özeti :

Titanlardan olan Cadı Kirke aslında güneşi temsil eden Helios'un kızlarından biridir. Sesi o kadar çirkindir ki kimse onun konuşmasını sevmez ve istemez. Çirkin diye anlatılan Kirke'nin sesi insan sesidir. Çok fazla göz ardı edilen, alay edilen Cadı Kirke büyüye özel bir yeteneği olduğunu fark eder. Sonunda yaptığı büyüler cezalandırılmasına neden olur. Cezası bir adaya hapsolmak ve orayı asla terk etmemektir. Cadı Kirke bir Titan ve ölümsüz olduğu için de bu yüzyıllar boyunca bir adaya hapsolmak demektir.

Başlarda adasına gelen insanlara iyi davranmayı düşünse de sonrasında Cadı Kirke bu düşüncesinden vazgeçiyor...

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

Kitabın Yazarı : Stefan Zweig

Kitap Hakkında Bilgi :

Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten) adlı uzun öyküsünü 1920'li yılların ilk yarısında kaleme aldı. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun göndereninin adı yoktur. Mektubun başında tek bir hitap vardır: "Sana, beni asla tanımamış olan sana".

Kadın büyük tutkusunu hep bir bilinmeyen olarak, yani tek başına yaşamaya razıdır, bu aşk öyküsünde taraflar değil, sadece tek bir taraf vardır. Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi?

Zweig okurunu, bir kez daha, insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni yolculuğun sonunda "mutlak aşk" kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal!

Kitabın Özeti :

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, tanınmış bir yazar olan R.’nin Viyana’ya dönmesiyle başlar. Bay R. Viyana’dan buraya bir apartman dairesine yerleşmiştir. Bir hayli dert çıkaran önceki kiracının yerine gelmesi nedeni ile binadakilerin hepsi bu duruma çok sevinmişlerdir. Bay R.’nin karşısındaki dairede yoksul bir hayat yaşayan on üç yaşlarında bir kız ile annesi oturmaktadır. Evin reisi, çocuk küçükken ölmüş anne ve kız birlikte yaşamaktadır.

R. bir geziden dönüp evine geldiğinde o günün doğum günü olduğunu fark etmiştir. Uşağı ona bir tepsi ile biriken mektupları bırakır. Bay R. ise mektupları incelerken bir mektup çok dikkatini çekmiştir. Bu uzun mektubun üzerinde gönderenin adı da yoktur. Bu mektup çocuğu ölmüş olan bir anneden gelmiştir. Mektup şu cümle ile başlar “Sana, beni asla tanımamış olan sana… Bu mektup sana ulaştığında ben hayatta olmayacağım“

Mektubu yollayan kadın bu mektubu anılarını anlatmak, yazara olan aşkını itiraf etmek ve ölmeden evvel hissettiklerini yazara ulaştırmak için yazmıştır.
Kadın, Bey R.’yi ilk tanıdığı günü anlatarak devam eder. Bay R.’nin karşı komşuları olduğunu, yazarı gizliden gizliye takip ettiğini, bazen de uşağına yardım etme bahanesiyle yazarın evine dahi girme imkânı bulduğunu, uşağa fark ettirmeden odasını dahi inceleyebildiğini yazmıştır. Kadının, çocuğunun ölümü ile başlayıp kendi ölümü ile sonlanan bir kesit arasına sığdırılmış hayatını anlatıyor. Kadın ilk gördüğü andan itibaren platonik bir biçimde adama aşık oluyor ve ondan ömrünün sonuna kadar vazgeçmiyor. Yazarın yaşam şeklinden etkilenmiş ve onu kafasında daha çok coğrafya hocasına benzetmiştir. Hiçbir sevgi göstermemesine karşın sadece bir iki kere adamla olmasını kendine lütuf sayarak yaşamaya devam ediyor. Ta ki çocuğu hayata gözlerini yumana kadar. Kadın, R.’den ona kalan en değerli hazineyi kaybedince bu mektubu yazmaya karar veriyor. Lakin kadın ölmemesi durumunda mektubu adama vermeme ve sonsuza dek susma kararı alıyor. Aslında kadın adamın hayatının her daim içinde olmasına rağmen yazar kadını asla hatırlayamaz. Her yıl kadın doğum gününde adama çiçekler yolluyor fakat adam kimin yolladığını merak dahi etmeden yaşıyor.

Oraya taşındığı günden itibaren ondan çok etkilendiğini, nerede görse nutkunun tutulduğunu, ter basıp heyecanlandığını, kısaca yazara âşık olduğunu da belirtmiştir. Fakat yazarın bunu asla fark etmediğinin de farkındadır. Bazı geceler kolunda bir kadınla eve geldiğini gördüğünde üzülmüş, yazarın kendisini fark etmesini istemiş ama yazar hiçbir zaman bu bunu fark etmemiştir.

Bir gün genç kızın annesi İnssbruck’tan gelen bir akrabaları ile evlenir ve anne ve kız İnssbruck’a taşınmaya karar vermiştir. O gece yazarı görebilmek için kapının yanındaki betonun üstünde yazarın ayak seslerini duymak için sabaha kadar beklemiş ama yazar o gece evine gelmemiştir. Günü gelince İnssbruck’a taşınmışlar İki yıl geçmiş ama kız oraya alışamamıştır. Bunun üzerine genç kız bir yolunu bulup tekrar Viyana’ya döner ve bir mağazada çalışmaya başlar.
On üç yaşında iken yirmi beş yaşındaki yazara aşık olan bu genç kız on sekiz yaşına kadar kimseye dönüp bakmamış ne bedeni ne de ruhunu bir başkasına yönlendirmemiştir. Çalıştığı mağazadan çıkar çıkmaz yazarın evinin önüne gelip hep onu beklemiştir. Birkaç gün sonra yazar o genç kızı fark eder ve genç kızı kahve içmek için evine davet eder. Kız nazlanmadan kabul etmiş, başka bir gün de yemek yemek için anlaşırlar. 

Sonunda genç kız hamile kalmış ama yazarın bundan haberi olmamıştır. Genç kız hamile kaldığının anlaşılması için çalıştığı mağazadan da ayrılır. Kimsesizler evine yerleşerek doğumu orada yapar. Hamile kaldığını yazara da söyleyemez, çünkü yazar ona inanmayacak ve kabul etmeyecektir. Onun çocuğu olduğuna inanmayacak işte o zaman da kadın çok üzülecektir. Böyle bir sahneyi yaşamamak için hamle kaldığını yazardan saklamıştır. Yazara şu notu da iletmiştir. “Çocuğuna iyi bir hayat sundum, nasıl mı? Kendimi sattım.“

Bebeği ile birlikte yoksul ve beş parasız kaldığı ve çocuğuna iyi bakabilmek için zengin adamlar ile birlikte olmaya başlar. Ama sadece onu seven erkeklerle birlikte olmuş, birlikte olduğu erkekler ona evlenme de teklif etmişler ama o bu teklifleri kibarca reddetmiştir.

Bu yıllar arasında bile yazarla birkaç kez karşılaşmışlar, yazarın kendisini tanıyacağını ummuş ama yazar onu hiç fark etmemiştir. Zengin erkeklerle birlikte olduğundan bakımlı ve arzulanır bir kadın da olmuştur. Bir defasında yazar kadından gözlerini alamamış, dışarıda da buluşmuşlardır. İş adamını orada bırakan kadın yazarın evine bile gitmiş ama yazar onu yine hatırlamamıştır. Kadın bu durum sonrasında çok perişan olmuş, ama yine hiçbir şey söylememiştir. Yazar bir seyahate çıkacağını ve dönüşte onu arayacağını söyleyerek kadınla vedalaşmıştır.

Kadın umutla beklemiş ama yazar onu hiç aramamıştır. Bu arada oğulları da vefat etmiştir. Bu olay sonrasında kadın, yazarın bu mektubu okurken artık kendisinin de hayatta olmayacağını yazmıştır.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...