19 Eylül 2020 Cumartesi

Bir Babanın, Çalışmak veya Zeki Olmak Konusunda İki Çocuğuna Bakarak Yaptığı Tespitler - Çok çalışmak mı, doğuştan zeki olmak mı?


Bir Babanın, Çalışmak veya Zeki Olmak Konusunda İki Çocuğuna Bakarak Yaptığı Tespitler

Çok çalışmak mı, doğuştan zeki olmak mı? 

İki çocuk babası bir Ekşi Sözlük yazarı, kendi çocukları üzerinden bu ayrımın cevabını aramış...

Bebekliklerinden bu yana hayatlarına dair tüm detayları neredeyse bildiğim iki çocuğumla alakalı düşündüğüm şeyleri belki de ilk defa dile getirmeme vesile olacak sanırım ekşi sözlük'teki "doğuştan zeki olmak veya çok çalışmak" başlığı...

Büyük oğlum hep kolay algılayan, henüz küçücükken bile sayısal zekasıyla beni kendisine hayran bırakan bir çocuktu.

Zeki olduğunun farkında olmanın verdiği öz güvenden midir bilmiyorum, çalışmayı hiç sevmedi. 18 yıllık hayatında birçok şeye heveslenip hiçbirinde sebat edemedi. basketi tam güzel bi noktaya getirmişken bıraktı, gitara heves etti iki ders sonra "elektro olsa sıkılmazdım" demeye çoktan başlamıştı. Bass gitar da deneyip, gitar faslını "müzik yeteneği olmadığı" noktasına varmak suretiyle kapattı. İlköğretimde güzel bir ingilizce eğitimi almış olmasına rağmen, hiç öyle bir eğitim almamış çocuktan çok farklı bir noktaya maalesef ulaşamadı. Sadece sınavlarda kendisine yetecek kadarıyla yetindi. Bilgisayar oyunları ve PS'dan arta kalan zamanlarında çalışarak prestijli bir devlet lisesini kazandı ve bu sene yine aynı şekilde çalışarak üniversite sınavına girecek, muhtemelen yine beni şaşırtacak bir sınav sonucu alacaktır. Ama bir şey hep eksik ve o eksikliğin sebebi, "ben onu zaten hallederim" diye düşünerek her şeyi mütemadiyen ötelemesinden kaynaklanıyor.

Abisiyle aralarında bir yaş bulunan küçük oğlumun çok geç konuşması, "acaba" demelere başlamama sebep olan ilk şeydi.

Okula başladığındaysa abisinde hiç rastlamadığım şeylerle karşılaştım. Çok zor algılıyordu, "işte şimdi oldu" diyebilmek için, bir şeyi tekrar tekrar anlatmam gerekiyordu ama neyse ki ben pes etsem bile o asla pes etmiyor, tam anlamıyla öğrendiğini düşünmeden o sayfayı asla kapatmıyordu. 1. ve 2. sınıfta bir de böbreklerinde yaşadığı bir problemin nüksetmesinden kaynaklı yoğun kortizon tedavisi de eklenince ağır aksak ilerleyen bir öğrencilik hayatı geçirdi. Ama bu süreçte de abisiyle birlikte basketbol antrenmanlarına hiç aksatmaksızın devam etti. Bebekliğinden beri yoğun kortizona maruz kalmış olmasından dolayı aldığı aşırı kilolardan dolayı, bulunduğu grubun hayli gerisinde olup zaman zaman alay konusu da olmasına rağmen, bu alanda kendisine oranla oldukça yetenekli olan abisi, "ben artık gitmeyeceğim" dese de o hep devam etti antrenmanlara. Yıllar geçtikçe okuldaki derslerde başarısı hızlı bir ivme gösterdi. Her geçen gün daha iyi bir noktaya geldi. Tabi tüm bu anlattığım sürece şimdi keyifle ara ara açıp okuduğumuz günlüğünü, iki eli kanda da olsa yazdıran ve yine her gün bir kitap okuyup, okuduğu kitabın özetini çıkarmasını isteyen ilkokul öğretmeninin katkısı da yadsınamaz. Yine aynı öğretmenin yönlendirmeleriyle çok yetenekli görünmese de resim ve keman konusunda da güzel şeyler başardı. İngilizcesini, okulda öğrendiğine sürekli bir şeyler katarak çok ilerletip, kendi yaşıtlarının Türkçe konuşmakta zorlanacağı birçok konuya dair İngilizce tartışmalara katıldı. Tüm bunları yaparken hep çok çalıştı ve hep en iyisi olmayı hedef seçti kendine. Hiçbir diyetisyen yardımı almadan çocukluğu boyunca aldığı tüm kilolardan kendi iradesiyle henüz 13 yaşında bir çocukken kurtuldu. Kendi doktorunun dahi, "ilaçlarını düzenli kullanmıyor mu yoksa?" diye sormasına sebep olacak kadar dikkatli geçirdi bundan sonraki tedavi süreçlerini, ilaçlardan kaynaklı yan etkilerin neredeyse hiçbirini gözlemlemeden tamamladık.

Biri çok zeki diğeri çok çalışan iki çocuğumla ilgili öngörüm şu; çok zeki olduğunu düşündüğüm kendisinin de buna inancı tam olan oğlum, hayatında karşısına çıkan olumsuzluklarda çok çabuk pes edecek ya da farklı bir alana yönlenecek. Çok çalışan, çalışmasa başaramayacağını bilen oğlum ise, çalışarak her tuttuğunu koparacak ve yanında duran kimseye ihtiyaç duymadan ayakları üzerinde duracak.

"Benim özel bir yeteneğim yok, yalnızca tutku derecesinde meraklıyım." - Albert Einstein

Kastamonu'lu İhtiyar Bir Babanın Üçüncü Oğlu - Sakarya - Alptekin Müderrisoğlu


ALPTEKİN MÜDERRİSOĞLU'NUN SAKARYA İSİMLİ KİTABINDAN 

Üçüncü Oğul

Salona eli bağlı üç kişi getirildi,sanık sırasına oturtuldular.

Mahkeme başkanıSaruhan milletvekili Mustafa Necati sanıklardan en yaşlısı olan ihtiyar köylüye sordu. 

"Baba adın ne?"

Dinleyicilerde bir ferahlama görüldü. Demek bu ihtiyarın suçu ötekilerden daha hafifti. Bu yüzden ilk yargılanıyordu. İhtiyar adam ayağa kalktı. 

"Hüsnü"
"Baba adı"
"Ramazan"
"Nerelisin?"
"İnebolunun Çatal bucağından"
"Baba sen askerden kaçan oğlunu evinde saklamış, bir asker kaçağına yataklık etmişsin"
"Tövbe de reis bey"
"Ben tövbe dedim, sen ne dersin?" 

İhtiyar köylü başkanın üstelemesinden sıkılmıştı. Elini koynuna sokup yıpranmış, buruşuk iki tomar kağıt çıkardı kürsüye doğru salladı: 

"Reis Bey, Reis Bey!.. Şu kafa kağıtlarının içini okusan bana dediğinden utanırsın!.." 

"Neden?"

"Bu kağıtlar Balkan Harbin'de ve Çanakkale'de şehit düşen oğullarımın nufus kağıtlarıdır. İki aslanını millet için şehit veren baba, üçüncü oğlunu bu ölüm dirim savaşında bir kahbe gibi gizlemez Reis Bey!"

Salonda çıt yoktu. Mahkeme üyeleri birbirlerinin yüzüne baktılar. Şaşkındılar. İhtiyar birden yamalı mintanını yırttı. Çıplak, ak kıllı göğsü dışarı fırladı.

"Hele gel Reis Bey, yakın gelde şu kalbura dönmüş göğsüme bak! Bu gördüğün yaraları Makedonyada Bulgar çeteleri ile döğüşürken aldım. Sekiz yıl askerliğim var benim. Kurşun yarasına yara demem. Şehit arslanlarımın yarasıdır bağrımı delen. Benim oğlum askerden kaçsa bile ben saklamam. Bunu böyle bil!"

Mustafa Necati Bey sıkıntısını gizleyemeyerek sordu:

"Peki baba. Oğlunu en son ne zaman, nerede gördün?"
"Enson ilk kar düştüğünde gördüm. Aha şurada, Kastamonu askerlik şubesinin önünde. Ankara'ya selametlerken..."
"Sonra hiç haber almadın mı?"

İhtiyar duraladı. Bu soruyu beklemediği belliydi. Kuşkulu gözlerle dinleyicilerden yana baktı.Orada birilerinden, birilerinin bir şeyler söylemesinden korkuyordu sanki. Kararsızdı. Bir süre sağına soluna baktı. Sonra tükenmiş bir sesle başkana döndü:

"Diyecem diyecem, emme o itin ipini de ben çekecem"

Başkan gün görmüş geçirmiş bir tavırla sordu:

"Anlat bakalım baba"
"Askerin bazısı Halifecilere kanmış, başıbozuk olmuş dediler. Askerden kaçanları ortalıkta görmüyorduk, emme kulağımıza geliyordu. Kaçaklar yakalanırım korkusuna evine ocağına gelmezmiş. Kimi dağa çıkıp eşkiyalık edermiş. Kimi de bir kıyıya siner mektup yazıp evden para istermiş. Bir ay önce bana da bir mektup geldi. Muhtar getirdi. Hah dedim, oğlan askerden kaçtı para ister. Benim okumam yazmam yok. Utancımdan kimseye okutamadım. Muhtar her önüne gelene demiş bana mektup geldiğini. Ele güne bakamaz oldum. Dünyaya kahrettim eve kapandım."

İhtiyar eğildi bağlı elleriyle yün çorabının arasından katlanmış bir kağıt çıkardı.

"Aha mektup bu!.. Alın okuyun. Nerdeyim diyorsa gidin yakalayın. Asarken de ipini bana çektirin."

Mahkeme başkanı Mustafa Necati kağıdı açtı, okudu. Birden yerinden fırladı, ağlayarak kürsüden indi. İhtiyarın önüne geldi. Boğuk sesiyle hıçkırdı:

"Baba bizi bağışla. Küçük oğlun da İnönü'de şehit düşmüş. Sana gelen mektup askerlik şubesinin şehitlik ilmuhaberiymiş.

İhtiyar elini öpmek isteyen Mustafa Necati Beyi durdurdu:

"VATAN SAĞ OLSUN!..SİZ ASLANLARIM SAĞ OLUN!...

İhtiyar sessizce ağlamaya başladı. Çıplak ak kıllı göğsü körük gibi inip kalkıyor, kırışık yanaklarından süzülen gözyaşları sakallarının içinde kayboluyordu.

Vatan hainliği suçlamasından kurtulduğuna mı ağlıyordu, son oğlunu da yitirdiğine mi? Kimse anlayamadı...

6 Eylül 2020 Pazar

Fırtına Çıktığında Uyuyabilirim - Fırtınası Bol Olan Bir Tepede...

Yıllar önce adamın biri fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. 

Çiftliğe yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu. 

Gel gelelim ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. 

Çalışmak için başvuranların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor ve adama "Burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur." diyorlardı.

Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçmiş bir adam işi kabul etti. 

Adamın haline bakıp:

"Çiftlik işlerinden anlar mısın?" diye sormadan edemedi çiflik sahibi.

"Sayılır." dedi adam, "Fırtına çıktığında uyuyabilirim." 

Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boşverip çaresiz adamı işe aldı. 

Haftalar geçtikçe aldığı adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. 

Taa ki o fırtınaya kadar... 

Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. 

Yatağından fırladı, adamın odasına koştu:

"Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım." 

Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: "Boşverin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim." 

Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu.

Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu. Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. 

Fırtına uğuldamaya devam ediyordu.

Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı:

"Fırtına çıktığında uyuyabilirim."

Sıkıntılara, zihnen (bilgi, plan dahilinde), mânen (dua ve tevekkül ederek), maddeten (tedbir alarak ve çalışarak) hazırsanız; fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz. Hayatınız boyunca... 

Kızgınlıkla karar almayın, mutluluktan uçtuğunuzda söz vermeyin. 

İkisi de sarhoşluk ânıdır; akıl başta değildir.

5 Eylül 2020 Cumartesi

Azman Dede ve Galatasaray Sultanisi (Lisesi) Öğrencileri - Çanakkale

 

Balıkesir'de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşındaki Azman Dede idi. 

Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu ve dev görünümüyle insan azmanı sayılmış, herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. 

Esas ismi adeta unutulmuştu. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sorduklarını cevapladı. 

Söz Çanakkale'ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :

-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.

Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?" içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. 

Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.

Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti.

 O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. 

Ürkmüşlerdi. 

Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana.
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.

Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı .

O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. 

İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. 

İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. 

Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."

Azman dede ağlıyordu. 

Ben ağlıyordum. 

Kahvede kim varsa ağlıyordu.

Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi.

Eğildi;

"Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı." dedi.

Celal Bayar Üniversitesi Ögrenci Konseyi'nin hazırladığı "Çanakkale" adlı kitapçıktan alınmıştır.

23 Ağustos 2020 Pazar

Siz Arı mısınız, Yoksa Sinek mi? Okuyup Karar Verin. Işığa Koşanlar veya Karanlığa...

 

Arıları ve sinekleri ağzı açık bir şişeye koymuşlar.

Şişenin taban tarafını ışığa doğru,

Açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştirmişler.

Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru ilerlemiş.

Ama şişenin tabanı kapalı olduğundan dışarı çıkmayı başaramamışlar.

Bu arada sinekler, şişenin ağzına doğru doluşmuşlar...

ve dışarı çıkıp karanlıkta kaybolmuşlar.

Karanlık tarafta bulunan şişenin açık ağzına doğru tek bir arı bile gitmemiş…

Camın önünde ışığa doğru çabalamaya devam etmişler.

İnsanın aklına hemen arıların akılsızca davrandıkları geliyor değil mi.

Ancak daha derinlemesine düşününce;

Karşımıza anıt gibi dikilen bir yaşam tarzı ortaya çıkıyor….

Einstein e göre arılar olmazsa, insan yaşamı 4 yıl sonra son bulur…

Arılar nerede, hangi çiçek ile besleneceğini bilen, 

yüzlerce kovan arasında kendi kovanını bulabilen, 

ve o kovanın yüzlerce peteği arasından kendi peteğine yumurtlamayı hiç şaşırmadan başarabilen bir canlıdır…

Bu olağanüstü canlı nasıl olur da şişenin ağzını bulup çıkamaz değil mi?

Kuşkusuz ışığa doğru yürüyenlerin önünde her zaman engeller olacaktır…

Onlar, engellere rağmen ışıktan vazgeçmeyeceklerdir…

Ve bu uğurda da gerektiğinde ölmeyi göze alabileceklerdir.

Sinekler ise karanlığa doğru sıvışan kaçaklardır.

Hiç umursamadan karanlığa doğru yürüyenlerdir.

Sinsi, ilkesiz, yüreksiz, korkak, bencil varlıklardır.

Sadece kendi yaşamları değerlidir.

Nerede yemek varsa, 

nerede rahat yaşayacaklarsa, 

nerede çok para kazanacaklarsa oraya giderler. 

Değerlerin bi önemi yoktur….

Arıyı kovalamak isterseniz o kaçmaz, sizinle savaşır.

İğnesini sapladığında öleceğini bilerek savaşır.

Ve değerleri için ölür.

Ama sinekler kaçarlar. 

Sonra yılışık yılışık tekrar dönerler terkettikleri yere…

Mikrop taşıyan ayaklarıyla ezerler; yaşadığımız her yeri…

Arılar yumurtalarını yalnızca kovanlarına bırakırlar.

Oysa sinekler her yere yumurtlar, her yerde ürerler.

Çöplüklerde, tuvaletlerde, bataklıklarda… 

Onlar için yumurtalarını bırakacakları yerin bile hiç önemi yoktur.

Sinek olup karanlığa mı?

Arı olup aydınlığa mı?

Engellere rağmen ışığa yürüyenlere, 

ışığa ulaşmak için çabalayanlara, 

insanca değerler yaratma adına mücadele edenlere 

ve çevrelerine ışık saçanlara selam olsun…

Farklı düşünenleri yoruma bekliyorum....

9 Ağustos 2020 Pazar

99 Kuralı Nedir? Vezirin, Kral'a Verdiği Hayat Dersi

Eski zamanlarda, çok uzaklardaki bir krallığı yöneten üzüntülü ve kederli bir kral varmış. Bu kral, üzüntüsünün sebebinin 99 çemberi ile ilgili olduğunu, bilge adamlarından biri ona anlatana kadar bilmiyormuş. Ve, bu onun için asla unutamayacağı bir ders olmuş.

Her şey, büyük bir depresyon yaşayan kralın, bir sabah uşaklarından birinin odaya girdiğini görmesiyle başlamış. Oldukça alçak gönüllü olan bu uşak, krala gülümsemiş ve neşeli bir şarkı mırıldanmış. Kral, uşağını her zaman mutlu görüyormuş ve bunun nedenini merak etmiş. Bir kral bile huzur bulamazken, nasıl olur da bir uşak bu kadar mutlu olabilir?

Kral, uşağına sormuş: “Neden bu kadar çok mutlusun?” 

Uşak ilk başta ne cevap vereceğini bilememiş ve biraz düşündükten sonra şu cevabı vermiş “Neden mutlu olmayayım ki? Bir sarayda yaşıyorum, ve krallığın en güçlü insanına hizmet ediyorum… Daha fazla ne isteyebilirim ki? Hayatta mutlu olmamak için bir neden göremiyorum…” demiş.

Uşağın bu sözleri kralı sinirlendirmiş, ve söylediklerinin tek bir kelimesine bile inanmamış. Tek bir evi olan ve kendisinden çok daha mütevazi bir hayat süren bir adam nasıl mutlu olabilir ki? Kral, uşağını mutluluğun sırrını söylemesi için kellesini almakla tehdit etmiş. Bunun üzerine uşak kralı rahatsız ettiği için özür dilemiş fakat ne cevap vereceğini bilememiş.

Sonunda, kral uşağının gitmesini emretmiş. Uşağının sürekli gülümsemesine dayanamamış. Onu ölümle tehdit etmesi bile uşağını üzmemiş. Kral, alçak gönüllü uşak ayrıldıktan sonra, mutluluğun sırrını açıklaması için derhal sarayın bilge adamlarının yanına gelmesini emretmiş.

Sarayın tüm bilge adamlarını bir araya getirdikten sonra onlara kendisi bu kadar mutsuzken, bir uşağın sefil hayatı yaşarken nasıl bu kadar mutlu olabildiğini sormuş. Bilge adamlardan biri ayağa kalkmış ve “Majesteleri, sorunuzun cevabı çok kolay. Uşağınız çok mutlu, çünkü 99 çemberinin dışında.” demiş. Kral bu cevabı anlamamış ve “99 çemberi de nedir?” diye sormuş.

Bilge adam, 99 çemberinin kelimelerle açıklanamayacağını ve kralın kendi gözleriyle görmesi gerektiği söylemiş. Kralın tek yapması gereken 99 altın parayı mutlu uşağa vermekmiş, bu şekilde mutlu 99 çemberine girecek ve mutsuz olacakmış. Kral, bunu teklifi kabul etmiş.

Kral, saf altından yapılmış krallığın en değerli paralarının getirilmesi emrini vermiş. Altın paraları bir çantaya koyup bilge adamın eşliğinde mutlu uşağının evine götürmüş. Çantayı uşağının evinin kapısının önüne koyup, bir not bırakmışlar: “Bu 100 altın sadık ve özverili bir uşak olmanın ödülü. Keyfini çıkar!” 

Ve, daha sonra neler olacağını görebilmek için saklanmışlar.

Uşak eve gelmiş, çantayı görmüş ve çok şaşırmış. Şaşkın bir şekilde etrafa bakınmış ve daha sonra içeri girmiş. Kral ve bilge adam her şeyi saklandıkları yerden izliyormuş. Alçakgönüllü adam altın paraları almış ve masanın üzerine dökmüş.

Uşak gözlerine inanamamış. Yeni servetini onar onar saymaya başlamış. Son onluğa geldiğinde, sayarken bir hata yaptığını düşünmüş. Çünkü, 100 yerine 99 altın para varmış.

Uşak bir altın paranın masadan düştüğünü sanmış, her yeri aramış, fakat bulamamış. Ve, yüksek sesle düşünmüş: “Biri torbayı benden önce gördü ve içinden 1 altın para çaldı.” Daha sonra bir altın parayı ne kadar zamanda kazanabileceğini merak etmiş ve hesap yapmaya başlamış.

Normal şartlarda, 1 altın parayı çalışarak kazanmasının yaklaşık 5 yılını alacağını düşünmüş. Peki ya daha fazla çalışırsa? Belki de 2 yılda 1 altın para kazanabilirdi. Peki ya karısını da daha fazla çalışması için ikna ederse? Bu şekilde hedefine sadece bir yılda ulaşabilirdi.

Uşak o günden itibaren stresli ve şüpheli bir hayat sürmeye başlamış. Saraydan birinin çantadan altınını çaldığından ve mirasının eksik olduğundan şüpheleniyormuş. Ve, tekrar soyulacağından endişeleniyormuş.

Uşak hayatı boyunca, bir altın para daha kazanma planları yapmış. Kısacası, uşak 99 çemberi tuzağına düşmüş. O günden sonra bir daha asla sahip olduğu şeylerin kıymetini bilmemiş, hep daha fazlasını istemiş. Bilge adam tüm söylediklerinde haklıymış.

“Asıl gelişmişlik, ihtiyaçların artmasıyla değil, azaltılmasıyla ilgilidir. Ancak, bu alçakgönüllük gerektirir.”

– Mahatma Gandhi

Dikenlerine Rağmen - Kaktüs Çiçeğinden Hayat Dersi Veren Bir Hikaye

“Anne bu çiçeğin adı ne?” dedi..

Kaktüs dedim.. 

“Ne uzun dikenleri vaaar” dedi.. 

Nasıl da hayret etmişti.. İlk defa kaktüs görmüştü..

“Bu ne işe yarar? İçinde ne var? Kuşlar konar mı?” vs… 

Dünya kadar soruyla eve getirdik.. Sorumluluk aşılamaktı amaç ve ‘bu çiçeği sulama görevini sana veriyorum’ dedim.. Nasıl da mutlu oldu.. 

 “Ama Anne dokunamam ki elime batar” dedi.. 

“Dokunmadan suyunu vereceğiz. Uzaktan seveceğiz.. İyi de güneş alırsa şahane çiçekler açabilir ” dedim.. 

Bunu duyunca daha büyük bir hayretle ”bu çiçek mi açıyooooo” dedi… 

Evet dedim.. Dikenli olmasına rağmen harika çiçekler açabilir kaktüsler.. Fakat şunu unutma çok fazla sulamayacaksın. Yoksa çürür.. Zamanında ve yeteri kadar tamam mı fıstığım? 

“Tamam Anne”…. 

Bir pinpon topu kadardı.. Yıllar içinde uzadı boy attı kocaman oldu. Çook sefer elimize battı.. Ama onu çok sevdiğimiz için, dikenlerine rağmen hoşgördük.. İhtiyacı kadar su, ihtiyacı kadar toprak ve yeterince ilgi gösterdik.. İhmal ettiğimiz zamanlar da oldu.. Yeri geldi çocuklar çarptı, düştü, toprakları döküldü.. Fakat her seferinde toparlamayı bildik.. 

Ne kadar büyüyecek, ne zaman çiçek açar hatta çiçek açar mı? Bilmiyoruz.. Karşılıksız sevmeye devam ediyoruz.. Dikenlerine rağmen.. 

Bir gün dikeni eline battı.. Canı çok yandı.. Ağlayarak geldi.. Batan dikeni çıkardık.Korkmuştu.. İlk defa eline kaktüs batmıştı.. Daha yaşı çok küçüktü.. 

“Ah güzel kızım.. Bu daha ne ki? Hayatta öyle insanlarla tanışacaksın ki gönülleri de dilleri de dikenli.. Her konuştukları kalbine kalbine batacak… Öyle canın yanacak ki.. Hatta için kanayacak.. Ama yine de susacaksın.. Birilerinin hatırına suyunu, güneşini, toprağını eksik etmeyeceksin.. Yıllarca hatır için sevip idare edeceksin de yine de çiçek açmayacak.. Taa ki kendi içinde çürüyüp seni terk edene kadar “diyemedim.. 

Desem de anlamazdı.. Yaşı çok küçüktü.. Uzun bir hayat vardı onu bekleyen ve ne kadar acımasız olabilirdi gelecek bilmiyordum. Anne olarak dileğim asla boyası kalın, ruhları kara insanlarla karşılaşmaması idi. Eminim Annem de bizim için aynı şeyleri dilemişti.. 

Sev güzel kızım.. Sen yine de sev herkesi, herşeyi.. Dikenleri de olsa sev, çiçekleri de olsa.. Sen sevmekten vazgeçme yavrucuğum.. Dünya bir bahçe.. İçinde her türlü bitki var.. Kimi zehirli, kimi lüzumsuz, kimi cennetten gelmiş gibi mis kokulu.. O bahçeden geçeceksin kuzucuğum.. Belki ayağına batacak, belki canını acıtacak belki de seni kendine hayran bırakacak.. 

İşte bu yolculuğa da hayat diyoruz kızım.. Bahçe çok büyük.. Bir ucundan diğer ucuna gitmek bir ömür yol… Büyük bir kısmını aştığında, artık hangi bitkinin zararlı, hangisinin zararsız olduğunu büyük ölçüde öğrenmiş oluyorsun.. 

Ama yine de gösterişli çiçekleriyle uzun dikenli kaktüslere aldanabilirsin.. Canın her zamankinden fazla yanabilir… İşte o zaman da ben varım bir tanem.. Hep yanındayım… Canının yanmasına engel olamam ama yaralarını sarabilirim.. Bu acıyla nasıl baş edeceğini, nasıl iyileşeceğini sana öğretebilirim.. 

Tıpkı benim Annemin de bana, onun annesinin de ona öğrettiği gibi.. Bahçenin sonu ömrümüzün sonu güzel kızım.. Sonrasını gidenler biliyor, biz bilmiyoruz.. Mühim olan bahçeyi tamamlamak da değil.. O bahçeye yol boyunca ne ektiğin.. 

Çünkü insan, ektiğini biçiyor..

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...