30 Mart 2019 Cumartesi

Sefiller (Victor Hugo) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


KİTABIN ADI : SEFİLLER

KİTABIN YAZARI : VICTOR HUGO

KİTABIN KONUSU: 

Bu romanda Jean Valjean adlı bir köylünün serüvenleri anlatılır. Valjean aç ailesini doyurmak için ekmek çaldığından bir kadırgada kürek çekmeye mahkum edilmiştir.

ESERİN ÖZETİ:

Birkaç kez kaçma girişiminde bulunduğundan mahkumiyet süresi 19 seneye çıkarılır. 1815’de serbest bırakılır. Valjean Güney Fransa’ya gider. Bir kürek mahkumu olduğundan kimse onu barındırmak istemez. Sonunda yaşlı ve çok iyi bir insan olan kasabanın piskoposu onu yanına alır ve ona çok iyi davranır. Valjean onun bu konuk severliğine piskoposun yemek takımlarını çalmakla karşılık verir. Polis kısa bir süre sonra Valjean’ı yakalar ve piskoposa getirir. Piskopos Valjean’ı hayrete düşürürcesine, yemek takımını Valjean’a hediye verdiğini söyler. Valjean’ın karşılaştığı bu durum onu derinden etkiler. Ondan sonra piskoposun güvenine layık olmaya mümkün olduğu kadar erdemli ve dürüst bir hayat sürmeye söz verir. 

Valjean yıllar sonra takma bir adla Kuzey Fransa’da mücevherat üreticisi olarak yaşamaya devam ediyordur. Üretimde bir iki basit gelişme gerçekleştiğinden şimdi varlıklı bir insandır. Kasaba halkının güvenini kazanmış ve hatta belediye başkanı bile seçilmiştir. Kasabanın müfettişi Javert, tam bir dedektiftir ve amirinin kişiliğinden şüphe eder. Onu tam yakalattıracağı sırada adının Valjean olduğu bir diğer insanın başka bir suçtan yakalandığını ve tekrar kadırgaya gönderileceği haberini alır. Çok mahçup duruma düşen polis müfettişi belediye başkanından özür diler, onun hakkında şüphelere düştüğünü anlatır. 

Valjean kendi adını taşıyan suçsuz bir insanın acı çekmesinden ötürü vicdan azabı duyar. Kahramanca bir hareketle mahkemeye gider, kendisini tanıtır ve kendi isteğiyle kürek mahkumluğuna döner. 

Birkaç yıl sonra tekrar kaçar ve kuzeye gider. Üretici olarak iş yaptığı yılların karşılığı olan parayı buraya gömmüştür. Para onu rahatça geçindirebilecek ve çevresinede yardım etmesine de imkan verecektir. İlk işi Cosetta adında bir kızı aramak olur. Kız bir zamanlar yanında çalışan Fantina’nın kızıdır. Fantina kızına bakmak için fahişelik yapmıştır. Fantina artık ölmüştür ve onu yetiştiren üvey anne ve babası ona kötü muamele etmektedir. Valjean onu evlatlık alır ve ona derin bir sevgiyle bakmaya başlar. Beraberce Parise giderler. Valjean bir rahibe manastırında bahçıvan olarak çalışmaya başlar ve Cosette da manastırın okuluna gider. 

Cosetta büyüyünce Parisli bir öğrenci olan marius Pontmercy adında bir genç onunla ilgilenir. Cosette ve Marius, Paris’in Luxenburg Gardens adındaki parkında tanışırlar ve Valjean’ın kendisini ve Cosette’yi gizli tutmasına rağmen gizliden gizliye mektuplaşırlar.
Olaylar, ülkedeki iç huzursuzluklar sırasında doruğa ulaşır. Sosyalistler 1832’de, Paris’te hanedanlığa karşı başarısız kalan bir baş kaldırma hareketine girişirler Marius ve arkadaşları bu isyanda yer alırlar ve sosyal adalete bağlılığından ötürü kim olduğunun meydana çıkmasına bile aldırış etmeyen Valjean da isyana katılır.

Sokak çatışmalarının ortasında eski düşman Javert ile karşılaşırlar. Onun bütün hayatı şimdi ellerindedir. Gerçi bir tek kurşun Javert’I ortadan kaldıracaksa da Valjean Jvert’ı serbest bırakır. Valjean’ın bu davranışı Javert’in, kesin meşruiyet ve hukuka dayanan ahlaki dünyasını alt üst eder. Hayatında ilk defa olarak bir mahkumun kanuna saygı duyan bir vatandaştan daha iyi bir insan olacağını düşünür ve kendini öldürür. 

Bu arada barikatlar ardına çekilen isyancılar çevrilir. Karşı tarafın kuvvetleri daha fazladır. Çarpışmalar sırasında Marius ağır yaralanır. Valjean Marius’u, sırtında taşıyarak yer altındaki lağım kanallarına götürür. Burası hoş bir yer olmasa da, çatışma alanından uzaktır. Kendisini tamamen kaybetmiş ve hemen hemen ölü olan Marius, büyükbabasının evine getirilir. Marius hayatını kimin kurtardığını bilmemektedir.
Valjean, Cosette ile Marius arasına girmemeye karar verir.

Cosette’nin Marius’u sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini anlar. Cosette’ye büyük miktarda para verdikten sonra inzivaya çekilir. Marius önceleri bunu kabul eder fakat hayatını kurtaranın Valjean olduğunu öğrenince Cosette ile birlikte son bir defa görmek için ihtiyar adamın yatak ucuna giderler. Valjean ölüm yatağında, seneler önce, evliya gibi biri olan psikopozun inanılmaz bir jestle kendisine hediye ettiği ve böylece Valjean’ın ruhunu kazandığı gümüş şamdanlığı Cosette’ye hediye eder.

Sefiller (Victor Hugo) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Gulyabani (Hüseyin Rahmi Gürpınar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


KİTABIN ADI: Gulyabani

KİTABIN YAZARI : Hüseyin Rahmi Gürpınar 

KİTABIN KONUSU :

Yazar gulyabani gibi inançların nasıl kötüye kullanılarak saf ve namuslu insanların kandırıldığını anlatmıştır.

KİTABIN ÖZETİ :

Hoppa olan Munise çok güzel bir kızdır. Annesi ve babası o daha gençken ölür. Komşuları Munise’yi giyindirip, geçindirir ve çehiz vererek onu birisiyle evlendirirler. Fakat Munise kocasıyla pek anlaşamaz ve bir gün kocası evde yokken kaçar. 

Daha sonra ana dostu olan Ayşe Hanım adlı bir kadın onu bulur ve ona onun hizmetçilik yapabileceği iyi ve namuslu bir yere götüreceğini söyler. Ama Ayşe Hanımın Munise’ye bir tafsiyesi vardır. O da şudur ki; Eğer orada kalıp iyi para kazanmak ve daha sonra kendine iyi yuva kurmak istiyorsa orada olup bitenleri kimseye söylemeyecek ve bunlara tepki vermeyecekti. Munise bu fikre evet der.

Ayşe Hanım Munise’yi bir dağın tepesindeki köşke götürür. Burada onları Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen adlı iki hizmetçi karşılar. Daha sonra Ayşe Hanım Munise’yi burada bırakıp gider. Munise bu köşkün garipliklerine şaşıp kalır. Çünki gelirken onları buraya getiren arabacının konuştuğu cin, peri ve gulyabani muhabbetine inanamayan Munise, bunlara inanmaya başlar. 

Munise, Ayşe Hanımın onu buraya büyük bir bahşiş karşılığında getirdiğini o zaman anlar. Gitmeye çalışır fakat ona buraya gelen insanların bir daha geri dönemeyeceğini söylerler. Munise'nin getirildiği köşkün her tarafında her gece cinler, periler dolaşır. Bunlardan en korkuncu ise Gulyabani’dir. Cinler ve Periler her gece bu köşkün etrafına gelip odalara girerek abuk subuk sesler çıkarır ve Munise'ye saldırırlar. Munise ise ona verilen tafsiyeler göre hareket ederek sesini çıkarmaz bu da benim kaderimdir der. 

Bir gün gece bir erkek peri Munise Hanımın odasına gelir. Munise bu durum karşısında şaşkın kalmıştır. Bu erkek perinin adı Hasan’mış. Hasan çok güzel yüzlü peridir. Hasan kendisinin peri olmadığını ve onu bu köşkten kurtarmak istediğini söyler. Fakat Munise bu olaylarla sürekli karşılaştığından onun sözüne inanmaz. Hasan ise ona aşık olduğunu ve onu sevdiğini, onun için her şeyi yapabileceğini söyler. 

Daha sonra Hasan’ın insan olduğu ve şehirden bu köye geldiği anlaşılır. Hasan sonunda bu cin, peri saçmalıklarının bir iç yüzünün olduğunu anlar ve bunu ortaya çıkarır. Bunların hepsi cin, peri ve gulyabani kılığına girmiş birer insanlarmış. Bu insanlar cahil köy halkını kandırır ve namussuzca işler yaparlarmış. Hasan onların hepsini yakalar ve halkın önünde hepsini tanıtarak cezalandırır. 

Sonra Munise Hasan’la evlenir. Köşkte hizmetçilik yapan Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen’e de birer koca bulurlar. Onlar da mutlulukla hayatını devam ettirir. Köşkün sahibi, Hanımefendi de Munise ve Hasan’la birlikte bir müddet yaşar ve sonra hayatını değiştirerek bütün malını ve mülkünü onlara bırakır. Hasan’la Munise hayatlarına mutlulukla devam ederler.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ: Hüseyin Rahmi Gürpınar

17 Ağustos 1864’te İstanbu’un Ayaspaşa semtinde doğdu ve 8 Mart 1944’te yaşama gözlerini yumdu. Eserlerinde gerçekçiliği ve doğalcılığı savunan yazar, dil estetiğine önem vermez. En başarılı türü romanlarıdır. Romanlarından bazıları şunlardır; Şık, İffet, Can Pazarı, Namuslu Kokotlar ve Gulyabani’dir.

Kurtlar Sofrası (Atilla İLHAN) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


KİTABIN ADI :
KURTLAR SOFRASI

KİTABIN YAZARI : 
Atilla İLHAN

KİTABIN KONUSU:


Toplumsal ilişkiler ve sorunlar ışığında ele alınan bireyler arası ilişkiler, Atilla İLHAN tarafından detaylı bir boyutla incelenerek işlenmiştir. Kitapta ülkedeki iş çevrelerini, basın ve eğlence endüstrisini gazeteci Mahmut Bey’in kişiliği de ele alınarak, yaşanan dönemi tüm çıplaklığı ile ortaya koymuştur.

KİTABIN ÖZETİ:


Mahmut Bey, üzerinde çalıştığı haberlerle ilgili olarak Katip Rıza ile görüşmek üzere randevulaşır. Fakat randevu yerine geldiğinde ortada katip yerine bir başkası ile karşılaşır. Kendisini Katip Rıza’nın gönderdiğini söyleyen kişi; kendisi ile gelmesini ister. Beraber giderken iki kişi daha ortaya çıkar ve üçü birlikte Mahmut Bey’in üzerine saldırırlar. Mahmut Bey, bir yolunu bulur ve aralarından kaçarak kurtulur. Mahmut Bey, Katip Rıza’ya ulaşamamıştır ve onu mutlaka bulması gerekmektedir. Buluşmayı önceden öğrenen gangster bozuntuları Katip Rıza’yı iyice benzetip bir köşeye atmış ve başına da üç nöbetçi bırakmışlardır.

Mahmut Bey Katip Rıza’nın izini bulur. Hemen bir plan yaparak Katip Rıza’yı gangsterlerin elinden kurtarır ve beraberce Beyazıt’ta Acem’in Sabahçı Kahvesi’nde soluğu alırlar. 

Mahmut Bey sigarasını içerken aklından tek geçen şey Sezai YILMAZ’nın adresini bulmaktır. Ancak bu adam ve onun adresi sayesinde, birbiri ile ilgisi yokmuş gibi gözüken birçok olay çözülebilecek, aynı zamanda arsa spkülasyonuna ve inşaat yolsuzluklarına kadar birçok olayın perde arkası aydınlanacaktır. Katip Rıza intikamını almak için Yazmacı’nın adresini bulur. Mahmut’u bir düşüncedir alır. Böyle bir sırada İstanbuldan ayrılmak, gazeteyi ve Ümit’i bırakmak doğrumu diye uzun süre düşünür. Mahmut ERSOY tüm bu düşüncelerinden sıyrılarak İZMİR’e gitmeye karar verir.

Gazetenin diğer çalışanlarından Ragıp da tedirgindir. Akşamdan beri elini ayağını tutan onu dürüst bir iş sahibi etmeyen huzursuzluğun altında tevkif edilme korkusu bulunmaktadır. Siyasetin ne kadar çetrefilli bir iş olduğunu o zaman anlar. Ama gazetecilik iç güdüsü ile duyduğunu, gördüğünü yazmak istediği de vardır. Ona ters gelen taraf, sustuğu zaman korkuyor anlamının ortaya çıkmasıdır. Gazetede çıkan fıkranın konusu olan adam; iki defa haklı çıkması, üç defa yerinde tenkidi yüzünden yarın cezaevini boylayacak olursa korku düpedüz içine girmiş anlamına gelecek. Birden aklına Mahmut’un sözleri gelir.

- “ … sen bir iki seçimle her şeyin küt diye yoluna gireceğini mi sanıyordun? Yok be. Ragıp! Asıl çekişme bundan sonra başlayacak bu gelenler gidenlerden farklı olmadıkları, hatta belki daha kötü oldukları için, bütün ettikleri vaatlerin altından kalkmak isteyeceklerdir. Sen, ben karşılarına dikilmezsek, bunca gayreti, bir iyimserliğe harcamış olmaz mıyız?”

Kirli işlerin adamı İbrahim, iri ve ağır bulduğu suratındaki yuvarlak gözleri ile Mordohay’ı ve Seyit Sabri’yi etkisi altına alır. Mordohay’ı içten içe bir korku sarıyor. Seyit Sabri’nin baş eğdiyi bir fikre baş kaldırma ise, Mordohay’ın adeta vazifesidir. O kadar mı? Birisi nasıl kıpır kıpır koltuğunda ve dünyadaki yerinde kendisini rahatsız hisseder; Oysa öteki iğneli beşikte olsa bile, bir bulut kadar rahattır. Birisi nasıl küçük hesapların, buçuk liretlerin birkaç sıfırlı küstah çeklerin, büyük bonoların adamıdır. Mordohay’la iki çift lakırtı etmek sorunda kalırsanız, kendinizi gerek sosyal, gerekse entellektüel bakımdan hiç değilse size eşit bir kimse karşısında mı bulursunuz? Seyit Sabri, sakallarını tel tel gözümüzün camına batırarak, size mutlaka kapıcı muamelesi yapılacaktır. Ama birincisi Yiddiş ve İbranice dahil altı dil konuşurmuş. Konuşmakla da kalmaz, bütün bu dillerde yayımlanan kitapları bulur buluşturur, ipek böceği Sabri ile okurmuş.İkincisi ise yarım Fransızcası ve İngilizcesi ile gittiği ve gideceği herhangi bir yabancı ülkede, yemek listelerinden ve uçak tarifelerinden başka, hiçbir şeyi okumak külfetine katlanmazmış. İkisi de döviz kaçakçılığı yapar ama Yardımseverler Cemiyeti hesabına hayır işlenmiş gibi …

Gece sabaha karşı balıkçılar denizde başsız bir erkek cesedi bulurlar. Bir dizi araştırma sonucunda başsız bedenin Mahmut ERSOY’ a ait olduğu anlaşılır. Faili meşhul bir cinayet olarak kayıtlara geçer.

Mordohay ve Seyit Sabri’nin ellerini uzatmadığı köse, burunlarını sokmadığı delik kalmamıştır. Bir o uçtan, diğer uca, taa otuzlardan beri ithalat, ihracat derken, oluk oluk para akıtan bir kazanç değirmeni kuruvermişlerdir. Limanlardan gemiler mi kalkıyor? Sözün gelişi Hamburg limanında gemiler mi bekliyor? Marsilya’da Rıhtım işçileri kendilerini kamçılayıp simsiyah bir gemiye büyük kasalar mı yüklüyor? Her şey bu tırnaklarını kemiren Yahudi Mordohay MORDA için ! Bankalar caddesinde, Şişhane’ye en yakın, en müthiş üç binadan birisinin giriş kapısında beyaz mermer üzerine siyah harflerle “ Akın İş Hanı ” yazıyor. Bu han şirketin; Şirket Seyit Sabri ile Mordohay’ın malı. İbrahim CURA’nın hesaplarına göre, onlar sadece ithalat ve satış kârları üzerine yaşasalar, yıllık safi gelirleri bütün lükslerine yeter de artar bile. Oysa taban tabana zıt her halleri ve hareketleri ile birbirlerini iten bu iki adam Seyit Sabri ve Mordohay, yanlız bir noktada tartışmasız birleşiyorlar.: Daima daha çok kazanma ! Servet bir yerden sonra bütün dikişleri söküyor; ardından koşanları hep usul usul kanun dışında hem de fark ettirmeden beşeri olmayana götürüyor. Biri otuz beş yıllarında buhran sırasında, biri vergi zamanında, iki büyük iflas tehlikesi geçirdikten sonra firmasını kale gibi korumuş para avcısı iki canavar.

Bu canavarın işlerine burnunu sokanlar da Mahmut Bey gibi görüyorlar.
Mahmut ERSOY bir İnkilap çocuğuydu! Bir İnkilap Şeyhi idi.

Basını, diyor; parayla soysuzlaştırmak istiyor. Çünkü yanlız paranın kuvvetine inanıyorlar. Ahlak ölçülerini de yapan bu; saadet ölçülerini de. Daha çok kazanmak, daha zengin olmak için, iktidara mı gelmeli? Bunu açıklamaya kalkışan, ya besleyip evcilleştirecekler ya da kaba kuvvete başvurup, dize getirmeye çalışacaklar. Onların karşısında, her şeyden çok, halka ve fikirlere tutunmak gerekli. Halka ve devrimci fikirlere.

Bu böyle yürümez, Ümit! dedi. Bir şeyler yapmayı düşünmek gerek. Artık bir şeyler yapmayı düşünmek yeter, artık bir şeyler yapmak lazım. Gerekirse tehlikeli hatta ümitsiz, fakat sonrakilere örnek teşkil edebilecek, elle tutulur, gözle görülür hareketler! Onlar duruyorlar mı? Baksana çatal dişleri, çamurlu burunlarıyla, kurtlar gibi herşeyi göze alarak saldırıyorlar. Ete, ekmeğe, suya her şey onların pençeleri arasında kalıyor. Memleket bir kurt sofrasına döndü. Bu vaziyet karşısında, senin, benim, yapabileceğimiz pek fazla bir şey yok. 

KİTABIN ANA FİKRİ:

27 MAYIS öncesinde Türkiye’deki, iş çevrelerini, basın ve eğlence endüstrisini, gençlik kesiminin durumunu yansıtmış, bir memleketin nasıl kurtlar sofrası haline gelebileceği hakkında bize ders vermiştir.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:

Mahmud Ersoy:
Romanın kahramanı Kurtuluş Savaşı'na katılmış, Kuvayı Milliye ruhuyla dolu Hüsnü Faik Bey'in çıkardığı ve "1945'te diktatörlüğe ilk baş kaldıran gazetelerden" Birlik gazetesinde yazardır. 

Zihni Keleşoğlu: Atatürk devrim ve ilkelerini yaşatmaya azimli bir kadronun karşısında cami yaptırarak para hırsını gizlemek, bağışlatmak isteyen bir tiptir.

Hüsnü Faik Bey: Birlik gazetesi sahibi,Mahmud’un cinayetini aydınlatmasında Ümit’e yardım eden kişi.

Ümit: Keleşoğlu’nun ölmüş karısından doğma, Paris'te okumuş kızı,aynı zamanda Mahmud’un sevgilisi.

Nefes Nefese (Ayşe KULİN) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili, Kişiler


Kitabın Adı: Nefes Nefese

Kitabın Yazarı: AYŞE KULİN

Kitabın Özeti:

Son Osmanlı Padişahlarından Fazıl Reşat Paşa’nın Leman hanımla evliliğinden Sabiha ve Selva adında iki kızı vardır. Sabiha ve kardeşi Selva kolejlerde okuyup, piyano ve dil dersleri aldılar ve çok kültürlü iki kız oldular.

Sabiha arkadaşlarıyla çay partilerine gidiyordu orada Macit adında bir gençle tanıştı ve 6 ay sonra evlendiler. Selva ise liseden beri hoşlandığı arkadaşı Rafael Alfandiri'yi seviyordu ama Rafo Yahudi olduğundan babası bir türlü razı olmuyordu. O sırada tüm Avrupa’da savaş olduğundan Türkiye'de etkileniyordu. Türkiye kimin yanında olacağına karar veremiyordu.

Ruslar, sartları kabul edilmezse boğazları alacaklar, İngilizler ordu yardımında bulunmayacaklar, Almanlar ise Yahudilerin yanında olduğumuz takdirde saldıracaklardı.

Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık hesabı ama Türkiye akılcı bir politika izliyor, kimsenin yanında değilmiş gibi davranıyordu bu oyalama taktiğiydi yani Türkiye, savaşın ateşine bulaşmadan, Almanlarla Müttefikler arasında gerili ince ipte bir cambaz maharetiyle yürümeye çalışmaktaydı.

Macit üst düzeye yükselmişti ve ani gelen telefonlar ardından sabahlara kadar süren toplantılar Macit ile Sabiha'yı birbirinden uzaklaştırıyordu gitgide Sabiha ile Macit'in Hülya adında yedi yaşında birde kızları vardı. 

O sırada Selva ise babasından aldığı keçi inadıyla Rafo'nun da ailesinin ısrarlarına dayanamayıp birlikte Marsilya ya yerleşiyorlar. Ama Naziler her yere zehirli bir gaz gibi sızıyorlardı. Naziler, Türk pasaportu yâda pasaportu yanında olmayanları ve Yahudileri bir yük vagonuna doldurup esir kamplarına götürüyorlar yâda sokağın ortasında iç çamaşırlarını indirip sünnetliler mi diye kontrol ediyorlardı. 

Selva her şeyi göze alıp hamile bile kalmıştı. Ankara’ya o sıra, Macitin yanına yeni bir çocuk atanmıştı Tarık diye, dürüst bir Anadolu çocuğuydu. Tarık, Sabiha ve Macit onu çok seviyorlardı. 

Tarık kısa zamanda yükseldi ve Fransız (Paris) konsolosluğuna atandı. Sabiha'nın en yakın arkadaşı olmuş, birbirlerinden ayrılacakları için çok üzülmüşlerdi. Tarık'a Selva ile ilgili her şeyi anlatmıştı. Sabiha ve Tarık gidince ona yardım edeceğine söz vermişti. Tarık, Paris’e iner inmez Selva'yı aradı. Trenden indiğinde Naziler yine işbaşındaydı, zaten hiç durmuyorlardı ki. 

Tarık, Selva’ya Fransız konsolosu Nazım Kenter’den bir randevu ayarladı. Çünkü herkes SS'lerden kurtulmak ve pasaport için Türk konsolosluğunun önünde uzun kuyruklar oluşturmuştu. Kocasının ve kendinin pasaportunu aldı. Selva bu arada Türkçe bilmeyenlere Naziler yakalarsa diye Türkçe öğretiyordu. Komşularından biri Selva'ya geldi ve konsolosu tanıdığı için kızı ve oğluna pasaport istiyordu. Selva çok iyi yürekli olduğu için kabul etti. Tarık ise İstanbul'dan bir arkadaşı Muhsin ile ev tutmuştu. Muhsin'in eve sürekli arkadaşları gidip geliyordu,bunlardan biri de Ferit idi.

Ferit ile Tarık çok iyi dost oldular. Hatta Tarık, Ferit'in arkadaşı Margot'la çıkmaya başladı, Ferit zaten evliydi. Ferit gizli bir kuruluşta çalışıyordu ve Yahudi olan Türkleri ve pasaportu olmayanları ek bir vagona doldurup İstanbul'a göndermek istiyorlardı. Bu trenden bakanlıktan duymuş olan Tarık'ın da haberi vardı. Selva’da Tarık'tan öğrendi, babasından dolayı gitmeyi düşünmüyordu. Ama doğan küçük çocuğu Fazıl olunca ve Rofo'yu Naziler esir alınca fikrini değiştirdi. Ama Selva kurtulup diğer insanları orada bırakamazdı. Ne yapıp ne edip Tarık ve konsolosu yardın etmeye razı edince, oğlu ve kızına pasaport isteyen kadını, çevre komşularını, Rafo’nun kuzeninin ailesini herkesi bir evde topladılar sahte pasaportlar alındı, resimler yapıştırıldı.

Bu arada Selva herkese ihtiyaç duyacağı Türkçe cümleleri öğretiyordu. Marsilya’da gelişmeler böyleyken Ankara'da da durum karşıktı. Sabiha kocasının ilgisizliğinden çocuğuyla ilgilenmemeye başlar ve depresyona girer. Macit anne ve babasını çağırdı yanına, bir müddet orada kaldılar. Bu sırada Macit karısını briç partilerinden tanıdığı bir ruh doktoruna götürdü. Karısı içinde gizli kalmış bütün duyguları, ihtirasları ve kıskançlıklarını cerahat gibi akıtıyordu doktora, hatta kocasına bile söylemişti doktorunun yanında kendini çırılçıplak hissetiğini. Kocası bu durumdan şüphelenmişti ama sonra kendini ayıplamıştı. Fakat Sabiha kocasından bulmadı ilgi ve şefkati, en yakın arkadaşı doktoru, sırdaşında bulmuştu ve aralarında bir yakınlaşma olmuştu. Fakat bunu durdurup bir şey olmamış gibi devam ettiler hasta doktor ilişkilerine. Ama Sabiha gerçekten de bir gelgitteydi ve tedaviler ona çok iyi geliyordu.

Vatikan'ın İstanbul temsilcisinden sahte vaftiz belgeleri geldi bunları çocuklar için kullanacaklardı. Selva, Rafo ve Ferit sahte pasaport ve kimlikleri hazırlamışlardı ve herkes gerektiğince Türkçe biliyordu. Fakat trenin yolunu nereden geçeceğini bulamıyorlardı bir türlü, derken Ferit'in aklına geldi ve tam Berlin’in ortasından geçeceklerdi, zaten Berlin'in ortasından geçen bir trenden kim şüphelenirdi ki? Bir süre sonra trenin kalkacağı bildirildi ve bindiler trene, durduklarında birkaç kez Naziler kolaçan ettiler ama bir sorun çıkmadı.

Selva yine her zamanki gibi her olaya yetişti. Herkeste mutlulukla korku karışımı acayip bir duygu yüklüydü. İnsanlar o kadar korkmuşlardı ki, kopartıp atamamışlardı yüreklerinden fakat Selva başka bir şey düşünüyordu. Tüm bunlara ablası Sabiha ile annesi Leman Hanım ellerinde beyaz bir mendil sallıyorlardı. Babası gelmedi diye içinden geçirdi Selva, "zaten neden gelsin ki diye düşündü. Rafo küçük Fazıl'ı uzattı Selvaya annesine göstersin diye..işte o zaman gördü, Selva başını kaldırınca orada duruyordu, elinde bastonuyla, beyaz saçlı adam.

Sabiha ve annesinin geleceğinden emindi ama babası? Fazıl Reşat Paşa, kızının küçüklük resimlerini görmüş ve Mucitten savaşın ilerlediğini duyunca kötü oluyordu. Nihayet Edirne'ye girdiler ve vagondaki herkes geldiklerine şükrettiler, daha sonra Rafo Selva'ların komportamanına koştu. Çünkü sirkeci garına girmişlerdi.

Kitabın konusu:


Türkiye'nin 2. Dünya savaşına girmeme çabaları, Nazilerin Yahudilere yaptıkları zulüm ve işkenceler ile Türk diplomatların Yahudileri kurtarma çabalarını anlatıyor. Aynı zamanda da o zamanın Türk diplomatların aileleri ile yaşadıkları sorunlarını da konu alıyor.

Kitabın Kahramanları, Kişileri:

Fazıl Reşat Paşa; çok inatçı bir adam, son Osmanlı padişahı olmasından dolayı" keşke saltanat olsa" diyor. Ama cumhuriyete karsıda bir eylemde bulunmuyor.

Selva; babasına çekmiş, upuzun boyu var, hoş bir kız, yardımsever, akıllı, saf, iyi, sakin ve cesur fikirli bir kız.

Sabiha; Selvayı kıskanıyor ondan daha uzun diye, deprasyona giriyor. Kıskaç, sarışın, yeşil gözlü bir kız.

Rafo; Yahudi ve sevdiğine sadık. uzunboylu ve yakışıklı bir adam.

Tarık; babasının zorluklarla okuttuğu mert bir Anadolu çocuğu, hayatı Paris'te öğreniyor. Ciddi, şımarık biri değil, yardımsever bir adam.

Macit; devamlı toplantılarda bulunan, uzun boylu, yakışıklı bir adamdır.

İyi Düşün Doğru Karar Ver (Doğan CÜCELOĞLU) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İyi Düşün Doğru Karar Ver

Kitabın Yazarı : Doğan CÜCELOĞLU

Kitabın Özeti :

Doğan Cüceloğlu, diğer eserlerinde olduğu gibi bu yapıtında da insanın mutlak mutluluğa erişmek için, toplumun dikte ettiği verimli birey olmaktansa etkili yaşam sürmenin gerekliliğini vurgulamıştır. Kitap verimli birey ile etkili yaşam kavramları etrafında yazarın hayat felsefesini okuyucuya aktardığı bir araçtır. Yazara göre gerçek mutluluğa ulaşmanın yolu etkili yaşam sürmekten geçer. Toplum tarafından dikte ettirilen bir hayatı sürmek özellikle yaşamın ilerleyen yıllarında mutsuzluk gibi önceden kestirilemeyen kötü etkilere sebep olabilir.

Hikayenin iki ana kahramanı Timur ile Yakup Bey'dir. Yazar genel olarak bu iki karakterin arasındaki iletişim vasıtasıyla okuyucuya ulaşmaktadır. Bu iki ana karakterden yazarın sağduyusunu Yakup Bey; hitap ettiği, etkilemeye çalıştığı halk kitlesinin örneğini ise Timur canlandırmaktadır. Timur eleştirel düşünceye, yeniliğe, öğrenmeye açık, kendini gerçekleştirmeye çalışan bir üniversite öğrencisidir. Konu aşağıda verildiği gibidir:

Kitabın ana kahramanlarından biri olan Timur, kız arkadaşından ayrılmıştır. Sevdiğinden ayrıldığı, üzüntülü olduğu bir günün sonunda olgun ve sevecen bir bilge kişi olan Yakup Bey'le karşılaşır. Yakup Bey hayatında sağduyusunun sesini dinlemiş, kısa dönem hedefleri gerçekleştirme yerine gerçek mutluluğun etkili bir yaşam sürmekten geçtiğine inanmış, kendi dünya görüşüne şekillendirmiş etkileyici bir kişiliğe sahiptir. Gelişmiş insan paradigmasına sahip olduğundan dolayı da mutludur. Yazara göre gelişmiş insan paradigmasına sahip olan insanın mutluluğunun kaynağı içindedir. Yağmur yağmış ya da hava güneşli olmuş, onlarca pek fark etmez; çünkü davranışlarının temelinde biliçli kararları ve bilinçli kararların temelinde de inandıkları temel ilkeler yatar.

Bu karşılaşma gerçek dostluğun başlangıcı olacaktır. Benlik kargaşası içinde bulunan Timur hayata bakış açısını Yakup Bey'le olan bu konuşmalarından sonra değiştirecektir. Yakup beyle karşılaşmadan önce Timur, çoğu kişi gibi kendinden beklenen yaşamı sürdürmektedir. Fakat bu yaşam kendi duygu, düşünce ye inandığı değerlerle uyuşmamaktadır. Bu durumda da Timur'un aklını karştırmakta, bu durumdan kendince çıkış yolları aramaktadır. 

Yakup Bey, Timur'a "etkili yaşam" konusundan bahseder. "Etkili yaşam", inandığı ilke ve değerleri günlük yaşamında davranışlarına yansıtabilen insanın yaşamıdır. İnsanın etkili yaşayabilmesinin mümkün olabildiği ve gerçek mutluluğun ancak etkili yaşamla ulaşılabileceği gerçeği kitabın ana temasıdır. Bu konuda yazar Yakup Bey vasıtasıyla bütün okuyucularına etkili yaşamın altın kurallarını açıklamaktadır.

Daha sonra Yakup Bey gelişmiş insan paradigmasının temel varsayımını anlatır. Kişi ister kara cahil olsun ister eğitim görmüş olsun, ister Türkiye'de ister Japonya'da büyüsün, ister Müslüman isterse Budist olsun, hatta ister kadın isterse erkek olsun bütün insanlar için geçerli temel kurallardan bahseder ve insanın kendi doğasını yansıtan temel ilkelere uyarak, ahenk içerisinde yaşadığı zaman, doğal özü ile uyumlu olacağından, psikoljik yönden gelişeceğini anlatır. Psikolojik yönden gelişen, dengeli ve doyumlu insanlar mutludurlar ve mutlu insanların kurmuş olduğu dünyada barış egemen olur.

Yazara göre, doğal ilkere uyulmadan yaşandığı zaman kişi özünü bulamaz ve kalıplara sokulan kişi kendine yabancılaşır. Özüne yabancılaşmış insan, psikolojik açıdan gelişemez. Psikolojik yönden gelişmemiş, dengesiz, doyumsuz ve mutsuz insanlardan oluşan toplum kalıplaşır ve stresli olur. Bu nedenle temel ilkere uymayan bireylerden oluşan toplumun gelişmesi zamanla durur ve çöküş başlar.
Temel ilkelerden birisi hakkaniyet ilkesidir. Hakkaniyet ilkesinden eşitlik ve adalet kavramları doğar. Hakkaniyet tanımlarının kullanıldığı bağlamlar kültürden kültüre farklı olabilir. Ancak bu kavram her kültürde vardır ve özde değişme yoktur.
Diğer temel ilkeler ise kişinin kendi kendini aldatmaması, inandığı değer ve ilkeler çerçevesinde yaşamak anlamına gelen "kişisel bütünlük"; kişinin düşündüğünü, hissettiğini davranışlarına aktarırken bir zamandan diğer zamana , bir ortamdan diğerine değişmeden süreklilik göstermesini ifade eden "tutarlılık"; yukarıdaki üç karekteristik özelliği yaşamında içerikleştiren insan anlamına gelen "dürüstlüktür".
Modern hayatta kendi benliği ile dış dünya arasında bu gibi çelişkileri hemen hemen her insan yaşamaktadır. Bu kitap ortaya koyduğu çözüm ve yaklaşım metodları yönüyle hemen her gruptan okuyucuya hitap etmektedir. Arayış içinde bulunan okuyucular bu eserde kendilerini bulacaklardır.

Bir Çift Yürek (Marlo MORGAN) KitabınınÖzeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Çift Yürek

Kitabın Yazarı : Marlo MORGAN

KİTABIN ÖZETİ


Amerikalı bir tıp doktoru olan Marlo Morgan gerçek bir olaya dayanan bu kitabında Avustralya'da yaşadığı ruhsal bir yolculuktan bahsetmektedir. Yazar, göçebe bir kültüre sahip Avustralya yerlileri olan Aborijinler eşliğinde, kabilenin kendilerini adlandırdıkları şekliyle " Gerçek İnsanlarla" birlikte dört ay süren ve çölü boydan boya katettikleri uzun bir yürüyüşe çıkar. Bu süre boyunca, çölün çorak coğrafyasındaki bitkiler ve hayvanlarla uyum içinde yaşamayı öğrenir. Olağan dışı insanlardan oluşan bu toplulukla birlikte yaptığı bu yolculukla Morgan, bu insanların 50.000 yıllık kültürlerinin felsefesi ve bilgeliği ile tanışır. 

Macerasının ilk gününden itibaren bu çetin yolculuğun zorluklarıyla mücadele etmek zorunda kalır. Dayanıklılığının her gün sınandığı bu zorlu yolculukta, karşılaştığı her zorlukla birlikte ruhu da değişime uğrar. Aborijinler onu, büyük bir alçak gönüllülükle kendilerinden biri olarak kabul ederler ve onun şefkat dolu öğretmenleri olurlar. Öğretmenlerinden, her insanın eşsiz niteliklerini ve içsel ruhunu takdir etmeyi ve kutlamayı öğrenirken bir yandan da güçlü şifa yöntemlerine tanık olup onların canlılarla ilgili farkındalıklarının ne kadar derin ve anlamlı olduğunu da anlamaya başlar.

Yazarın bu kabile ile tanışması bir süreliğine çalışmak için gittiği Avustralya'da, yerlilerin sorunları ile ilgilenmesiyle başlar. Yazarın onların sorunları ile ilgilendiğini ve onları yakından tanımak istediğini gören bir grup yerli onu bir toplantılarına davet ederler. Ancak, bu toplantı hiç de yazarın beklediği gibi bir toplantı değildir. Bu toplantı için çok özel bir şekilde hazırlanan ve onlar için yaptıklarından dolayı özel bir taktir bekleyen yazar kendisini almaya eski bir jip ile gelen bir yerli ile toplantı yerine gitmek üzere yola çıkar. Çoğu çölün ortasında olmak üzere dört saat süren bir yolculuk sonrası yazar kendini ıssız çölün ortasında bir grup "ilkel" yerlinin yanında bulur.

Kendisinden ilk istenen şey üzerindeki her şeyi ama her şeyi çıkartmasıdır. Bir peştamala sarılı ve yalın ayak kalan yazar ve tüm eşyaları kutsanır. Kendisi yerlilerin arasına kabul edilirken o anda sahip olduğu tüm eşya yakılır. Çünkü, "maddi nesnelerden ve bazı önyargılardan kurtulmak 'varolmaya' doğru yapacağı o yürüyüşün gerekli ve vazgeçilmez bir adımıydı". Bundan sonra yazar bu kabile ile çölü boydan boya geçeceği ve bambaşka bir hayat felsefesi ile karşılaşacağı bir yolculuğa başlar.
Yazar yolculuk boyunca önceden ilkel olarak gördüğü bu insanların doğa ile nasıl iç içe yaşadıklarını; bu kupkuru çölde asla aç ve susuz kalmadıklarını; konuşmadan birbirleri ile iletişim kurduklarını; karşılaştıkları her tür sağlık sorununu çözecek bir birikime sahip olduklarını; hırs, kin, nefret, saldırganlık gibi olumsuz duygularının olmadığını; asla yalan söylemediklerini; hiç bir olayı veya kişiyi yargılamadıklarını; dünyada olup biten her şeyden haberdar olduklarını ve daha bir çok olağanüstü yetenekleri olduğunu hayretle görür. 

Yazar tüm yolculuk boyunca kendi kentli yaşamı ile yerlilerin yaşamını, hayata bakışını ve felsefelerini karşılaştırdıkça onların bilgeliklerine hayranlık duymaya başlar. Batı toplumlarının aksine hiç bir nesne ve eşyaya bağlanmayan ve mülkiyetçilik bilmeyen bu insanlar yazarda büyük bir saygı uyandırırlar. Kan ve kemik tüm insanlarda bulunur. Farklı olan yürek ve niyettir".

29 Mart 2019 Cuma

Beyaz Kale (Orhan PAMUK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


KİTABIN ADI : BEYAZ KALE

KİTABIN YAZARI : ORHAN PAMUK
KİTABIN KONUSU:

17.yy`da Türkler tarafından esir edilen astronomi, matematik ve tıptan anlayan bir Venedikli bilim adamının başından geçenler.

KİTABIN ÖZETİ:

Venedik’ten Napoli’ye doğru seyretmektedirler. Türk gemileri yollarını keser. Üstelik onlar topu topu üç gemiyken, Türk gemilerinin ardı arkası kesilmemektedir. Bu Venedik gemisindeki kürekçi esirlerde Türk olduklarından kaptan onları kırbaçlayamaz. Kaptanın bu korkusunun, Yazarın hayatını değiştireceğinden haberi yoktur.

Türk gemileri geldiklerinde diğer iki Venedik gemisi gemilerin arasından sıyrılıp kaçar. Yazarın olduğu gemi ise kaçamaz ve Türk gemilerinin arasında kalır. O öğrenmeye düşkün biridir. Kamarasına iner ve Floransa’dan aldığı kitaplara göz gezdirmeye başlar. Türkler artık gemidedir yukarıdan seslerini duymaktadır. Yukarıya çıktığında esir düşen adamların ne yapılacağına karar verilir. Bu adamlardan çoğu kürekçi olur. Yazarın aklına ise astronomiden anladığı ve doktor olduğunu söylemek gelir. Böylece daha iyi yerlere gidebilir. Türklere bunu söylediğinde pek yüz bulamaz. Daha sonra İstanbul’daki sarayın zindanında bulur kendini. Burada doktorluk yapmaya çalışır. İyileştirdiği hasta sayısı çoktur ve bundan para da kazanmaktadır. Hal böyle olunca birgün Paşa tarafından çağırılır. Paşa’ya ya astronomi, matematik, tıp ve mühendislikten anladığını söyler. Paşa’nın özel bir durumu vardır. Paşa’nın hastalığı bildiğimiz nefes darlığıdır. Paşaya bazı karışımlar hazırlar ve bunu önce kendisi paşanın önünde içer, sonra paşa zehirli olmadığı kanatına vardığında kendi içer. Adamı geri zindanına gönderirler. Adam zindanda doktorluktan kazandığı parayla Türkçe dersi aldığı ve Türkçeyi hemen öğrendiğini görünce Paşa şaşırır.

Günler, aylar geçtikten sonra Paşa’nın iyileştiğini duyunca sevinir. Fakat Paşa tarafından çağırılmamaktan yakınır. Birgün Paşa kendisini çağırır odaya girdiğinde gözlerine inanamaz kendisine tıpatıp benzeyen sakallı bir adam vardır. Paşa buna Hoca diye hitap etmektedir. Paşa mevzuyu açar ve bir düğün tertipleyeceğini ve bu düğünde Hoca’yla birlikte düğün için fişek yapacaklarını söyler. Hoca’yla hergün çalışırlar planlar yapar ve denerler. Birgün Paşa kendilerini izlemeye gelir. İkiside çok heyecanlıdır. Gösteriye iyi başlarlar ve iyi bitirirler. Paşa bundan menun kalır ve düğünde iyi bir başarıyla sonlanır. Hoca’yla yazar arasında ilginç rekabet vardır. Hoca üniversite okumamıştır fakat bu işlerle ilgilenir, öğrenmeye çalışır. Paşa birgün yeniden yazarı çağırır ve ona dinini değiştirirse azat edileceğini söyler. Dinini gelip gitmelere zorlamalara karşın değiştirmez. En sonunda iki tane iri yarı adam onu sarayın bahçesine götürür. Kafasını bir kütüğe koyarlar ve ona dinini değiştirip değiştirmeyeceğini, değiştirmesse öldüreleceğini söylerler. Adam karar vereceği sırada ağaçların arasından kendinin koşup geçtiğini görür, şaşırır. Adam ne olursa olsun dinini değiştirmemektedir. Onu idam edemezler ve paşanın yanına götürürler. Paşa’nın yanında Hoca da vardır. Paşa artık Hoca’nın yanında olacağını azat etme hakkını Hoca’ya verdiğini söyler. Artık Hoca’nın kölesidir. Hoca’nın evnine giderler. Hoca’nın evi küçük ve havasızdır buraya geldiğinde yazar kendini hiç iyi hissetmez. Fakat sonraları yavaş yavaş alışmaya başlar. Hoca’nın amacı kölesinin bilgilerinden yararlanmaktır. Hoca sürekli kendinin bir abi ve kölenin de bir kardeş gibi öğretilenlerini dinlemesini ister. Çok şey bilen Hoca olmalıdır hep... Aralarında böyle garip bir rekabet olarak çalışırlar. Ağırlıklı olarak batı bilimi ve astronomi konuşulur. Hoca Ay’la Dünya arasında bir gezegen olduğunda ısrarcıdır. Günleri sürekli evde kölenin yaptırdığı masanın üzerinde çalışmayla geçer. Aralarında bazen kölenin özgürlük hırsı yüzünden, bazende Hoca’nın laflarının doğruluğu yüzünden tartışmalar ve sürtüşmeler olur.

Astronomi alanında çalıştıklarında ve de bunları Paşa’ya anlattıklarında Paşa bunu hoş karşılar. Paşa birgün Hoca’yı Padişah’ın huzuruna çıkarmaya karar verir. Padişah daha çocuktur yaptıkları astronomi araştırmalarını bir çocuğun anlayacağı şekilde düzenler ve ezberler. Gidecekleri gün geldiğinde yaptıkları astronomik aletleri de sarayı beraberlerinde götürürler çocuk bunları gördüğünde sanki bir oyuncağı gibi merakla dokunmaya başlar. Çocuk Hoca’nın anlattıklarını dinledikten sonra çok sevdiği hayvanlarıyla özellikle aslanıyla ilgili soru sormaya başlar. Hoca’da sırf çocuğu etkilemek için cevaplar verir, aslında Hoca’nın hayvanlardan anladığı yoktur. Hoca’nın kafasında çocuğu etkileyip bundan ilim hakkında çalışma yapmak için gelir sağlamak vardır. Yazarla birlikte kafalarından değişik değişik hayvanlar türetip bunları Padişah’a anlatırlar. Çocuk bunlardan çok etkilenir.

Çocuk artık büyümüş ve bluğ çağına girmiştir. Hoca çoğu zaman kendi kendine odada çalışır. Ne olursa olsun hoca padişah’ı etkilemeyi başarmış ve kendi istediği yerden dirlik almıştır.

Hoca yavaş yavaş bu öğretme duygusundan soyutlaşır. Karşısına alıp bir konu anlattığı insanlar çok saf ve bilgisiz eski kafalıdır. Hoca kendi kendine birgün “Niye benim ben” diye sorar, işte burada yazara fırsat doğar ve Hoca’nın direncini kıracak sözler söyler. Hoca sinirlenip birşeyler yazmasını ister, o ise geçmişiyle ilgili şeyler yazmaya başlar. Günlerce birşeyler yazar Hoca okur okur ve bir sonuç alamaz. Geçen günlerde kendi günahlarını yazamaya başlarlar. Yazar, yazar fakat Hoca yazdığında Hoca hemen sinirlenip kağıdı yırtar. Günler böyle geçip gider bir süre...

Hoca birgün sübyan okulundan geldiğinde veba çıktığını söyler. Yazar inanamaz buna. Ertesi gün çıkıp araştırır günlerce araştırır... Şehirde veba vardır bu doğrudur. Hoca yazarın çok korktuğunu görünce sevinir. Hoca ölümün Allah’ın takdiri olduğunu söyler ve yazılmışsa olacağı varsa olur der. Yazar çok korkmaktadır. Hoca birgün sübyan okulundan geldiğinde yazara göbeğinde çıkan bir çıbanı gösterir. Yazar çok korkar Hoca’da tedirgindir bu çıbandan aslında fakat pek belli etmemeye çalışır. Yazara sorar bu veba mı diye yazar cevap veremez. Hoca çok korktuğunu görünce keyiflenir ve “Hadi dokunsana der” fakat dokunamaz çok korkar. Diğer günler kabus gibi geçer artık kaçmalıdır bu evden kurtulmalıdır. Birgün bu isteğini gerçekleştirir. Hemen deniz kıyısına gider birikmiş parasıyla bir sandal tutar ve Heybeliada’ya kaçar. Burada bir balıkçının yanında çalışır karnını doyurur ve yaşamaya başlar. Birgün bağda uzanmış yatarken birden Hoca’yı görür karşısında şok olur ama Hoca kızgın değildir. Yaptığının, hasta bir adamı yatağında bırakıp kaçmanın büyük suç olduğunu kendisinde veba değil ufak bir hastalık olduğunu söyler. Bunları konuşacak vakitleri yoktur Padişah onlardan şehirdeki vebayı durdurmalarını ister. Hemen çalışmaya başlamaları gerekemektedir. Hızla çalışmaya başlarlar gidip camilerdeki tabut sayılarını sayarlar istatislikleri çıkarırlar, bunun gibi birçok şey yaparlar. Birgün Padişah’a gidip insanları evlere sokmalarını gerektiğini çarşıyı bir süreliğine kapatmaları gerektiğini yoksa baş edemeyeceklerini söyler. Padişah buna olumlu bakar fakat yanındaki vezir ve yardımcıları bunu istemezler ama Padişah’ın dediği olur. Yeniçeriler herkesi evine sokar ilkleri daha sonra çok az kişiye izin kağıtları verip ticaretin az da olsa işlemesini sağlar. Gün geçtikçe ölü sayısı azalır veba hemen hemen bitmeye başlar. Hoca ve yazar artık Padişah’ın güvenini kazanmıştır. Hoca ödülünü alır ve Müneccimbaşılığa getirilmekle kalmaz Padişah’la yıllardır uğraştıkları yakın ilişkiyi kurar. Hoca artık her sabah saraya girip Padişah’ın rüyalarını yorumlar gelecek hakkında konuşurlar. Yazar ise sürekli evdedir. Padişah çok sık av seferleri yapar Hoca bu seferleri aptalca bulur. Seneler böyle geçer...

Birgün Padişah Hoca’dan hep söz ettiği şu düşmanları dize getirecek silahı yapmasını ister. Bu sırada Hoca saraya çok az gelip gitmeye başlar. Onun yerine saraya artık Yazar gider. Padişah’la zaman zaman sohbet edip Hoca’yla çok benzerliklerinin olduğu aslında Hoca’nın kendisi olduğu gibi garip ve kafa karıştırıcı laflar söyler. Dört sene böyle geçer, sarayda eğlencelere katıla katıla iyice şişmanlar. Hoca ise silahını yapmış Padişah’ın seferden dönmesini bekler. Hoca’nın silahı çok büyük canavar gibi birşeydir. Çalışması için beş, altı adam gerekir ama silahın içi cehennem sıcağı olduğundan bunlar özel kişiler olmalıdır. Hoca günlerini silah denemeleriyle geçirir kış gelmiştir Hoca bu adamlarla bağlantılarını koparmamıştır. Yaz geldiğinde Padişah seferden dönmüş ve yeni bir sefere hazırlanır silah için adamlar çağrılır çünkü Hoca silahında savaşta yer almasını bekler. Beklediği gibide olur silahı savaşa çağırılır ve sefer çıkılır.Seferde günlerde ilerlenir çoğu kişi bu büyük makinenin ordunun hızını kestiği düşüncesinde kapılır.Hoca hristiyan köylerinden birine geldiğinde yaşlı bir adamı tercüman eşliğinde günahlarını söylemeye zorlar. Yaşlı adam utanır baskıdan sonra söyler.Söyler ama Hoca bunun yalan olduğu kanısındadır. Hocayı tatmin etmez ileriki günler normal insanları kimi bulursa sorguya çeker. Bazılarına doğru söylemesi konusunda işkence yapar, daha sonra geceleride vicdan azabı duyar. Bu böyle günlerce sürüp gider ve artık seferin amacı olan Kale’yi alacakları yere doğru yaklaşırlar. Hava sürekli yağmurludur ve bu koca canavar çamura batar. Artık herkes bunun ordunun direncini kırdığı düşüncesindedir. Askerlerin bile inancını kırar bu makine. Sultan zaten öfkelidir çünkü Doppio Kalesi hala alınamamıştır. Sabah olduğunda Beyaz Kale görünmüştür esrarengiz bir güzelliği vardır. Artık Beyaz Kale önlerindedir. Silahı deneme vakti gelmiştir. Silaha adamlar yerleştirilir ve hedefe doğru yönelinir fakat silah çamura saplanır daha ateş etmedende koca tekerleri altında adamları ezilerek can verir. Yazar Padişah’a bakamaz bir ara bakar ve Padişah’ın kafalarının yanından geçip gittiğini görür... O akşam Hoca’yı Padişah’ın çadırına çağırırılar uzun bir süre gelmez ve bu süreç içerisinde yazar Hoca’yı çoktan öldürdüklerini ve biraz sonra cellatların da kendisinin canını almak için geleceğini düşünür ama öyle olmaz. Sabaha karşı Hoca gelir ve yazar eski hayatı hakkında birşeyler anlatmaya başlar kırkardeşinin kekeme olduğu, elbiselerinin çok düğmeli olduğu evinin bir masasının üzerindeki sedef kakmalı tepside şeftaliler ve kirazlar durduğunu masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir olduğunu, üzerinde pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar olduğu arkasına bir serçenin konduğunu, kuyu, zeytin ve kiraz ağaçlarını, onların arkasındaki ceviz ağacında yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak belli belirsiz rüzgarda hafif hafif kıpırdandığı gibi... Sonrasında yazar bu hikayelere kaldıkları yerden geç de olsa süreceğine inandığını ve Hoca’nında aynı şeyi düşündüğünü, kendi hikayesine sevinçle inandığını bilir. Elbiselerini telaşla kapılmadan ve konuşmadan değiştirirler. Yazar ona yüzüğünü ve yıllarca ondan saklamayı becerdiği madalyonunu verir. İçinde annesinin resmi ve nişanlısının kendi kendine beyazlaşan saçları vardır. Sonra çadırdan çıkıp gider sessizce, ağır ağır kaybolur.

Aradan yıllar geçmiştir. Yazar Müneccimbaşının boynu vurulmadan , hayvanlara düşkün Padişah tahttan indirilmeden çok önce Gebze’ye kaçmıştır. Yazar bundan şikayetçi değildir. Çok parası İtalya’daki gibi bir evi, karısı ve dört çocuğu vardır artık yetmiş yaşındadır.

Padişah’la iki kere görüşmesinde laf O’ndan açılır. Padişah aslında her şeyi biliyormuş. O takvimleri, kitapları bütün o kehanetleri O’nun yazdığını bilir ve bunuda ona silah bataklığa saplandığında söyler. Bu konuşmalardan yazarın kafası çok karışır. Her şeye rağmen yazar O’nu özler

Yazar bir gün evindeyken yaşlı bir adam gelir bu adamla sohbet ederler. Adam da hayal ürünü şeyler yazdığını söyler. Bu hikayeleri birbirleriyle paylaşırlar. Bu adam yazarda garip duygular uyandırır. Evinde yatıya kalır bu adam gece boyunca birbirlerine yaşadıklarını anlatırlar ve bu anıları paylaştıktan sonra yaşlı adam evden ayrılır.

Yaşlı adamın girmesinden sonra yazar bize bir köşeye attığı ve hiç dokunmadığı O’nunla geçirdiği anıları anlatan kitabını bitirmeye karar verdiği günü anlatır. İki hafta öncesine kadar başka hikayeler türetmeye çalışan yazar İstanbul tarafından gelen bir atlı görür ve bunun kendi evine doğru geldiğini fark eder. Atla gelen adam önce İtalyanca konuşur fakat sonra O’nun kadar olmasa bile O’nun yanlışlarıyla Türkçe konuşur.Adını O’ndan öğrendiğini buraya kendisini O’nun gönderdiğini söyler. O’nun İtalya’da kitaplar yazdığını zengin olduğunu öncesinden bir kadınla evlenip geri eski nişanlısını bulup onunla evlendiğini, yeni kitabının adının “Orada Tanıdığım Bir Türk” olduğunu söyler. Yazar kendisininde O’nun la geçirdiği yılları anlatan bir kitap yazdığını söyler atla gelen adam bunu okumak ister. Adam okumaya başlar.Yazar üç saat bahçede oturup adamın kitabı bitirmesini bekler. Adam kitabın sonlarına geldiğinde adamın yüzü allak bullak olur. Yazar adamın bir sayfaya dikkat etmesini bekler kitabı bitirdiğinde sayfaları hızlıca karıştırır sonunda o sayfayı bulur dışarı hızla göz gezdirir. Ne gördüğünü yazar tabi ki çok iyi bilir:

Evin bir masasının üzerindeki sedef kakmalı tepside şeftaliler ve kirazlar durduğunu masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir olduğunu, üzerinde pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar olduğu hemen yanında da yazarın oturduğunu, arkasına bir serçenin konduğunu, kuyu, zeytin ve kiraz ağaçlarını, onların arkasındaki ceviz ağacında yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak belli belirsiz rüzgarda hafif hafif kıpırdandığını görür.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...