26 Temmuz 2019 Cuma

S.O.S Nedir? Bir Airbus A380 ve bir F-17 Atlantik üzerinde uçmaktadır...


S.O.S. NEDİR ?!:

Bir Airbus A380 Atlantik üzerinde uçmaktadır.. Derken, bir F-17 görünür. Avcı jetinin pilotu yavaşlar, Airbus'un yanına yaklaşır ve yolcu uçağının pilotunu telsizden selamlar:

"Sıkıcı bir uçuş değil mi meslektaşım, bak şimdi beni izle !"

Jeti aniden hızlandırır, ses bariyerini kırar, hızla baş döndürücü biryüksekli
ğe çıkar, neredeyse nefes kesen bir dalışla deniz seviyesine alçalır ve sonra son hızla A380’in yanına geri döner ve yavaşlayıp ;

“Ne dersin, nasıldı?” diye sorar.

A380'in pilotu cevap verir: "Çok etkileyici, şimdi de sen beni izle !"

Jet pilotu A380'i izler, ancak hiçbir şey olmaz.

Beş dakika sonra, Airbus pilotu telsizden şöyle haber verir: "Nasıldı arkadaşım, sen buna ne dersin?"

Jet pilotunun kafası karışmıştır: “Ne yaptın ki ?” der.

Airbus kaptanı güler ve şöyle der:

Ayağa kalktım, bacaklarımı gerdim, tuvalete gittim, kendime bir bardak tarçın çayı, bir dilim havuçlu kek aldım ve sonraki üç gece için işverenim tarafından ödenecek 5 yıldızlı bir otel ayarladım.."

ÇIKARILACAK SONUÇ !:

Gençken, hız ve adrenalin harikadır, ancak yavaşladıkça ve olgunlaştıkça, rahatlık ve huzur daha önemlidir.

Buna S.O.S. denir ;

Slower, Older, Smarter.

Daha sakin, daha olgun, daha akıllı

Gerçekte S.O.S.’in;

Gemimizi kurtar (Save Our Ship),
ruhumuzu kurtar (Save Our Soul) veya
diğer sinyalleri durdur (Stop Other Signals) kelimelerinin baş harflerinden oluştuğunu sanır.

Aslında bu terim mors alfabesinden gelmektedir. Telgraf zamanından kalmadır. Gemilerde de yakın zamana kadar telsiz telgraf kullanılıyordu. Telgrafta mors alfabesi denilen sistemde her harf, nokta ve çizgilerin değişik kombinasyonundan oluşmaktadır. Bu sinyali gönderen maniple denilen alete tek dokunuşta karşıya nokta yani ‘bip’, biraz daha uzunca basınca ‘dııııt’ sinyali gidiyordu. Gönderenler de, alanlar da mors alfabesini ezbere bildiklerinden bu ‘bip’ ve ‘dııııt’ larda hangi harfler olduğunu çözüyor ve normal yazıya dönüştürüyorlardı.

İmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908’de üç çizgi, üç nokta, üç çizgi olan S.O.S. seçildi. Yani telsizde ‘dııııt, dııııt, dııııt, bip, bip, bip, dııııt, dııııt, dııııt’ sinyali aldığınızda hemen acil yardıma ihtiyacı olan biri olduğu anlaşılıyordu.

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Empati (Adam Fawer) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Empati

Kitabın yazarı : Adam Fawer

Kitap Hakkında Bilgi :

Yaşamınızın kontrolü sizde değil! Öyle olduğunu düşünebilirsiniz, ama yanılıyorsunuz. Elbette ki kendi kararlarınızı kendiniz vermekte özgürsünüz. Bu kitabı kapatabilirsiniz. O sandalyede oturmaya devam edebilirsiniz. Ya da gözlerinizi oymak gibi çılgınca bir şey yapabilirsiniz. Ne isterseniz yapabilirsiniz. Ama sorun şurada: Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz. Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız ruhunuzun o kadar derinlerine işlemiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz. Ve bu da sizi mükemmel bir köle yapar. Bu nedenle, hayatınızı yaşamaya devam edin. Ne isterseniz yapın. Sadece isteklerinizin tümüyle sizin kontrolünüzde olmadığı gerçeği üzerine kafanızı çok fazla yormamaya çalışın.

Adam Fawer 1970 Amerika doğumlu yazardır. Pennsylvania Üniversitesinin ekonomi bölümünden mezun olmuştur. Aynı zamanda İstatistik bölümünde yüksek lisans yapmıştır. Felsefe, bilim ve sanatla ilgilenen çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. Her ne kadar iki tane kitabı basılmış ve büyük ilgi toplamış olsa da eskiden sayısal yanının daha ağır bastığını düşünüyordu. Buna rağmen Adam Fawer’in çocukluk hayallerinden biri yazar olmaktı.

Adam Fawer sayısal alandan oldukça iyi bir maaş alacağı bir bölümü seçmiş okumuş ancak daha sonrasında pişman olduğunu söylemiştir. Sevmediği bir işte çalıştığını ve bunu yapmak istemediğini beyan ettikten sonra işini bırakmış ve kendini tamamen yazarlığa adamıştır.

Kendinin artık tam zamanlı bir yazar olduğunu söyleyen Adam Fawer’ın ilk romanı Olasılıksız birçok dile çevrilmiş ve Türkiye’de büyük bir ilgi ve hayranlıkla karşılanmıştır. Yazarın ikinci kitabı olan Empati’nin çevrildiği ilk dil ise bu büyük ilgiden mütevellit Almanca ve Japoncayla eş zamanlı olarak Türkçedir.

Kitabın Özeti :

Empati görmeye alışık olunan roman boyutlarından biraz daha kalın olmakla birlikte içinde bir çok şey barındırıyor. Felsefe, bilim, sanat, fantastik bir dünya, aksiyon ve macera… Kurgusu fantastik temelli ve daha çok psikolojik güçler üzerine yoğunlaşıyor. Adam Fawer’in kurgusunda özel güçleri olan insanlar var. Sonsuz bir empati gücüne sahip olan insanlar karşısındakilerin duygularını bükebilmektedirler.

Kitabın ana kahramanlarından biri olan Laszlo bu güce sahip yetenekli bir öğretmen. Kendisi gibi başlarının olduğunu fark edince onları toplayıp eğitiyor ve bu sayede daha bilinçli olmalarını sağlıyor. Onun sınıfında bu güce sahip olan iki değerli öğrenci Elijah adında bir erkek öğrenci ve Winter Zhi adında babası Çinli bir kız öğrenci bulunuyor.

Kitabın bir diğer ana karakteri ise Darian cinsel çekiciliğiyle ön plana çıkarak istediği herkesi etkisi atına alabilen ve bu sayede çocukları toplayan örgüt için çalışan bir kadın. Her şeyin başlamasına sebep olan şey Darain’a verilen bir görev oluyor. Winter ve Elijah’ı örgüte kazandırmak… iki öğrenci de Laszlo’nun korumasında olduğu için Darian onu baştan çıkartıyor ve kendine aşık ediyor. Ardından ise çocukların yurt dışında harika bir eğitim alacakları hususunda onu ikna etmesi zor olmuyor. Laszlo da çocukların ailelerini ikna ediyor. Ancak tüm bu süreç içerisinde Darian da Laszlo’ya aşık oluyor. Gelişen olaylar sonucunda ise dörtlünün yolları tamamen ayrılıyor. Elijah ve Winter çocukken yaşadıklarına dair bir şey hatırlamıyorlar.

Kitap tam olarak burada başlıyor. Buraya kadar yazıda bahsedile mevzular kitabın ileriki kısımlarında anlaşılan mevzular. İlk başta her aradan yıllar geçtikten sonra artık bir kör olan Laszlo ve Darian yeniden buluşuyor. Laszlo onlara kötü zamanlar yaşatan Valentinus’un geri döndüğünü söylüyor ve ikili Valentinus’u yakalamak için birleşiyorlar. Daha öncelerinde Elijah ve Winter’a verdikleri tılsımları geri almanın zamanının geldiğini düşünüyorlar.

Elijah zaman içerisine hafefob (dokunulmaktan korkma) ve enoklofob (kalabalıktan korkma) geliştiriyor. Buna rağmen aldığı psikolojik eğitimler sayesinde sinema sektörünün aranan danışmanı olmasına neden oluyor ve bir otelde yaşayıp sadece Terry adında arkadaşıyla iletişim kurarak işlerini hallediyor.

White Zhi ise bir keman üstadı oluyor ve turnelere çıkıyor ancak skandalının çıkması üzerine zor dönemler geçiriyor. Buradan sonra birbirinden bağlantısı olmadan bir süre daha yaşamlarını anlatıyor Adam Fawer. İlerleyen kısımlarda ise karakterlerin hikayeleri birleşiyor ve yoğun bir macera başlıyor.

Fantastik/aksiyon türünde değerlendirilen bu eserin içinde birçok felsefi öğreti yer almakta olup, bazı yerler akıcılığı bozacak şekilde uzatılmış bulunmakta. Yine de yazar sade ve anlaşılır bir dil kullanarak okuyucunun merak duygusunu tetiklemiş. Adam Fawer’in Empati’si okurken farklı farklı sayfalarda durup, felsefi sorulara kafa yorabileceğiniz bir roman.
Senagül YILDIZ

Nietzsche Ağladığında (Irvin D. Yalom) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Nietzsche Ağladığında

Kitabın Yazarı : Irvin D. Yalom
Kitap Hakkında Bilgi :

Sahne Psikanalizin doğumu arifesindeki 19. yüzyıl Viyana'sı. Entelektüel ortamlar. Hava soğuk. Aktörler Nietzche: Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş. Acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. Tanrı'yı öldürmüş. "Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır" diyor. Daha sonra, "Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenebilirsiniz?" diyecek. Ümitsiz.

Breuer: Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin. Saygın. Hayatı boyunca "ama" pozisyonunda yaşamış biri.
Freud: Breuer'in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.
Salomé: Erkeklerin başını döndüren kadın. Çekici. Özgür. Evliliğe inanmıyor. Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor. Sanatçıları ve düşünürleri tercih ediyor. Kırbacı var.

Konu Ümitsizlik. Bir gün, erkeklerin başını döndüren kadın, Salomé, Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir. "Avrupa'nın kültürel geleceği tehlikede, Nietzsche ümitsiz. Ona yardım edin" der. Breuer, Salomé'yi tekrar görebilmek umuduyla "peki" der. Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade... ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar... Kendisiyle ve hayatla yüzleşmekten çekinmeyenlere...

Kitabın Özeti: 

Hastalarından ve bir takım problemlerinden uzaklaşmak için Viyana' ya eşiyle birlikte tatile giden Dr. Breuer'e bir gün aniden imzasız ve son derece küstahça yazılmış bir not gelir. Merakına yenik düşen ve daha sonra notun sahibi olan son derece genç ve güzel Rus asıllı Salome'yle buluşan doktorumuz Salome'nin Prof. Nietzche için yardım isteği ve onu geri çevirememesiyle hikayemiz başlar.

O sıralarda mesleğini ve evliliğini mahvetmekten hasta doktor ilişkisinde aşırıya kaçtığı için kıl payı kurtulan Breuer'ın aslında karşı koyamadığı şey, bir hastaya yardım edecek olması değil Salome' nin güzelliği karşısında amansız Bertha hayallerinden büsbütün kurtulabilmeyi ümit etmesidir. Çünkü doktor da o sırada yasak bir ilişkiden yeni çıkmıştır. Önceki hastasıyla olan tek taraflı duygusal ilişkisi hastasının bir kriz anında karısının gözleri önünde ondan hamile olduğu yalanını uydurmasıyla son bulmuş ve Breuer onu başka bir doktora nakletmiş ve böylece bu meseleyi şimdilik kapatmış olduğunu düşünmüştür.

Tüm bu olanlardan yeni kurtulmuşken Salome'ye Nietzsche'yi tedavi edeceğine dair söz veren Breur Salome'nin Nietzsche'yi ikna edip Breuer'e göndermesiyle ilk seanslarına başlar. Fakat Nietzsche çok gururlu ve asla kimseden yardım kabul edemeyecek intihara meyilli bir hastadır ayrıca yaptıkları uzun görüşmeler sırasında kesinlikle ruhsal sorunları olduğunu da kabul etmez. Bedenini ve ruhunu iki ayrı parça olarak betimleyen Nietzsche düşünmesini sağladığı iddia ettiği için bedensel acılarını bile sahiplenmiştir aslında. Bu yüzden de Dr. Breuer'ın amacı, onun hastalıklarını tedavi ediyormuş gibi görünerek, aslında hastalıklarının çoğunlukla ruhsal bozukluğuna dayandığına emin olduğu Nietzsche'yi konuşturarak anlamaya çalışmak ve bir önceki hastası Bertha'da uyguladığı bir teknikle onu sonu gelmez acılarından kurtarmaya çalışmaktır.

Dr.Breuer seansları sırasında onun özel yaşamı hakkında bilgi almaya çalıştıysa da Nietzsche ufak tefek ipuçları dışında tek bir kelime bile etmez. Doktor en sonunda ondan hiç bir ücret talep etmeden onu bir senatoryuma yatırmayı, migreni için üzerinde ilaçlar denemek istediğini ve bu gözlemler için de hastanede yatmasını uygun gördüğünü söyler. Ancak buna inatla karşı koyan Nietzsche tedaviyi kabul etmez ve doktordan bir an önce seanslarının son bulmasını ister.

Bu arada Nietzsche'nin sorunlarının arasında sadece günahkar üçlüsünün temel taşını oluşturan önceleri aşkla fakat sonraları nefretle bağlandığı Salome'nin yarattığı hayal kırıklığın yanı sıra bir de kıskanç ve sürekli can sıkıcı haberler yaratmaktan başka bir işe yaramayan hatta üniversiteden aldığı aylığını bile tehlikeye düşürecek kadar ileri giden bir abla bulunmaktadır. Fakat Nietzsche ailesine o kadar bağlıdır ki ablasıyla arasına girmeye kimse cesaret edemez. İşte tüm bu sebeplerden dolayı tedavi konusunda açmaza düşen Breur bu duruma çok üzülür ve hem arkadaşı hem de öğrencisi olan hatta onun yerine zaman zaman çocuklarıyla bile ilgilenen kitapta sık sık Sig kısaltma adıyla çağırılan dönemin ünlü şahıslarından Sigmund Freud'la hep onun hakkında konuşurlar. Hatta bu konuşmalar o denli uzar ki önceki hastası Bertha dolayısıyla evliliğinde derin çatlaklar oluşan Breur yine evinde bir takım sorunlar yaşamaya başlar.

Dr. Breur aynı zamanda çok sevdiği bir şey yapar: teşhis konusunda yetersiz olan çok sevdiği Sig 'i sık sık Nietzsche için uyguladığı tedavi konusunda pratik yapmaya zorlar ve arkadaşına hastasının üstü kapalı anlattığı sorunlarının yanı sıra Freud'u geliştirmek için ona deneyimlerini anlatıp onun da fikrini alır.

Daha sonra günün birinde Dr.Breuer uyurken kapı çalınır ve kendisini Herr Schlegel olarak tanıtan bir adam evinde kalmakta olan bir hastadan söz eder ve doktora bir kart uzatır, acil bir durum olduğunu söyler. Kartın üstünde Prof. Friedrich Nietzsche Filoloji Profesörü yazıyordur. Breur hemen Herr Schlegel'le birlikte Nietzsche'nin kaldığı yere doğru yola koyulur. Geldiklerindeyse Dr. Breuer çok şaşırır. Nietzsche odanın bir köşesinde duran ufak bir yatakta koma halinde uyuyordur. Dr.Breuer Nietzsche'nin başına masaj uygulamaya başlar. 30-35 dk. sonra Nietzsche kendine gelmeye başlar ve doktordan yardım etmesini ister. Breur asıl bu isteği duyduğunda büyük bir şok yaşar çünkü Nietzsche daha önce kimseden yardım istememiştir.

Breuer sabaha doğru Nietzsche'yi yalnız bırakarak diğer hastalarını kontrol etmeye gider. Geri döndüğünde Nietzsche kendine gelmiştir. İşin daha da ilginç kısmı kendini doktora borçlu hisseden hastamız Breur'un isteklerine boyun eğeceğini bildirir.

Kitabın Karakterleri, Kişileri :

Nietzche : Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş, acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır” diyor. Daha sonra, “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenebilirsiniz?” der.

Breuer : Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin ve saygın birisi.

Freud : Breuer’in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.

Salomé : Erkeklerin başını döndüren Rus kadın. Çekici. Özgür.

Kayıp Gül (Serdar Özkan) Kitabının Özeti, Konusu, Özeti


Kitabın Adı : Kayıp Gül

Kitabın Yazarı : Serdar Özkan

Kitap Hakkında Bilgi :

Tüm zamanların en çok okunan ve sevilen kitaplarından Simyacı, Küçük Prens ve Martı ile birlikte anılan ve bugüne dek 44 dile çevrilen Kayıp Gül, kendini arayan bir genç kızın gizemli yolculuğunun öyküsü...

"Hatırlıyormusun, güneşli günlerde sana akın akın koşanlar güz gelince birbir terketmeye başlıyordu seni. Kış iyice bastırınca da hiç kimseyi bulamıyordun yanında. Gururun seni yalnız bırakıyordu ve o kuru gururun yüzünden ağlayamıyordun bile. Baharda ki övgüler seni ne kadar yükseltmişse, sonbahardaki düşüşün de o denli yüksekten oluyordu. Havanın değişmesi yerle bir ediveriyordu seni... Oysa bir gül için bu böyle mi?Bir güli çin, güz demek, yağmur demek. Güzdemek, bahara hazırlık demek...

Üzgünüm dostum ama sana tutkuyla bağlananlar bir gün seni terk edecek. Çünkü onlar sana değil, kendi tutkularına tapıyor yalnızca. Ve bir gün gelecek, o tutkuların hedefi başka bir tanrıça olacak.Senden daha güzel, daha güçlü bir tanrıça! İşte o zaman sen unutulacaksın.Kendini onların övgüleriyle var ettiğin için de, unutulduğun zaman yok olup gideceksin.'

"Çağdaş bir fabl, derin ve bilgece. St. Exupéry'nin başyapıtı Küçük Prens'in tadında."
Deutsche Presse, Agentur, Almanya

"Türklerin Küçük Prens'i tüm dünyayı büyülüyor."
Helsinki Sanomat

Kitabın Özeti :

Kitap, zenginliğinden dolayısıyla okulda popülerleşmiş ve kendini bir marka gibi görerek, farkında olmadan asıl kişiliğinden uzaklaşmış olan Diana'nın, annesinin ölümünün ardından annesinin ona bıraktığı mektubu okumasıyla gelişen olayları ele alır. Diana babasının kendisi küçükken öldüğünü sandığı için babasının boşluğunu annesiyle doldurmuştur. Bu yüzden annesinin ölümüyle yıkılmış, aylarca toparlanamamıştır. Ancak kendine gelememesinin tek sebebi annesinin ölümü de değildir. Annesinin ölümünden sonra okuması adına bıraktığı mektupta, babasının aslında ölmediğini ve Diana'nın hiç bilmediği ikizi Mary'de yanında alıp götürdüğünü öğrenir. Mektuba göre, Mary yıllar sonra annelerine ulaşmış ve ona tam dört mektup göndererek, yanına gelmek istediğini belirtmiştir. Mary bu mektuplarda güllerle konuştuğuna değinmiştir. Bu da Diana'nın, Mary'in deli olduğunu düşünmesine neden olmuştur. Diğer bir yandan Mary, son mektubunda tuhaf Topkapı sarayının yakınlarında, küçük bir oteli olan Zeynep hanımı bulmaya gittiğini yazarak, annesinin endişelenmesine neden olmuştur. Şimdi annesi Diana'dan, kayıp ikizini bulmasını istiyordur.

Diana ise Mary'nin bir anne hırsızı olduğunu düşünmeden yapamıyordur. Üstelik Mary'i, annesinin son günlerini endişe içerisinde geçirmesine neden olduğu için suçlu buluyordur. Bu yüzden Mary'i arama gibi bir niyeti yoktur ancak annesinin son sözünü yerine getirmekte istiyordur. Diana artık o kadar kötüdür ki, doğum gününde onu dışarıya çıkartmak için gelen arkadaşlarını bile tersler. Günlerdir çıkmadığı evinden, sahilde bir yürüyüş yaparak kafasını dağıtmak için çıkar. Diana sahilde yürür iken bir falcı tarafından durdurulur ve falcı Diana'ya, aradığı şeyin önce deniz ötesinde bir yere gideceğini, sonra yakına geleceğini söyler. Aklı karışmasına rağmen Diana'nın kararı değişmemiştir. Aynı gece sahilin resmini çizen bir ressamla karşılaşır. Ressamın diğer resimlerinde de hep sahil vardır. Bunu garipseyen Diana ressam ile düşüncelerini paylaşır. Bu konuşma sonucunda Diana, ressamın aklına kazınmıştır.

Ressam Mathias planını aksatarak, sahilde Diana'yı beklemeye koyulur. Ancak Diana ile çok görüşme fırsatları olmaz. Ayaküstü yaptıkları konuşmalarında ise, Mathias bir türlü aklından çıkartamadığı Diana'da, aradığı ışığı göremediği için planı doğrultusunda oradan ayrılır. Diana ise bu süreç içerisinde ikizi Mary'i aramaya karar verir. Annesinin son isteğini yerine getirmek istiyordur.

Diana ilk uçakta Topkapı sarayının bulunduğu şehre, yani İstanbul'a gelir. Burada Zeynep Hanımı bularak, Mary'den bahseder. Zeynep Hanım, Mary'nin onu birkaç gün önce aradığını ve ziyarete geleceğini söyleyerek, otelinde Mary gelene kadar misafir olarak kalmasını teklif eder.

Diana ilk başta bu teklife "sizin misafirperverliğinize ihtiyacım yok" diyerek karşı çıksa da, daha sonradan otelde misafir olarak kalmayı kabul eder. Biraz daha oturup konuştuklarında, Diana mektupta bahsi geçen güllerle konuşma hadisesine değinir ve bununla ilgili düşüncelerinden söz eder. Bunun üzerine Zeynep Hanım, güllerle konuşmanın buna inanılmadığı sürece mümkün olmayacağına dair vurgular yaparak, Diana'nın aklını karıştırır. Artık iyice aklı karışan Diana, ani bir kararla Zeynep Hanımdan ona güllerle konuşmayı öğretmesini ister. Zeynep Hanım bunun zorlu bir süreç olduğunun altını çizse de, Diana kararlıdır. Güllerle konuşup, konuşamayacağını görmek ister.

Ancak güllerle konuşma eğitimi Diana'nın beklediğinden daha farklıdır. En başında Diana, sabahın köründe kalkmak zorunda kalacağını, buna rağmen bir dakika geç kaldığı için dersin erteleneceğini bilmiyordur. Güllerle konuşma matematiği yapacağını ya da, özenerek yaptığı saçlarını buz gibi suyla ıslamak zorunda kalacağını da bilmiyordur. Her şeye rağmen Diana, Zeynep Hanımın gül bahçesine girdiğinde büyülenmiştir. Rengârenk ve muntazam bir nizamla dizilmiş güller, bir opera sanatçısının yüksek notalara çıkan sesi kadar kusursuzdur. Ayrıca Diana'yı, Zeynep Hanımın seslendirmesiyle, güllerden dinlediği hikâyelerde çok etkilemiştir. Özellikle daha öncelerinde farklı yerlerde yetişmiş, ancak daha sonradan aynı saksıya ekilince, kökleri birbirine girmiş iki gülün konuşmaları, Diana'da derin düşüncelerin oluşmasına neden olmuştur. Bu iki gülden biri Artemis tapınağında yetişmiştir ve kendisini Artemis sanmaktadır. Diğeri ise Meryem Ana'da yetişmiştir. Bu iki gülün hikâyesiyle yazar, insanların arasında ki farklara rağmen bir arada yaşamaları gerektiğine vurgu yapmıştır.

Dersler bitmeden Zeynep Hanım bir telefon alır ve Mary'nin Amerika'ya gittiğini öğrenir. Mary'nin annelerinin vefatını hemen öğrenmesini istemeyen Diana, en kısa zamanda Türkiye'den ayrılarak evine geri döner. Ancak hiçbir şekilde Mary'e ulaşamaz. Aynı zamanda ressam Mathais'i de göremiyordur. Yeniden o üzüntü girdabına çekildiğini hisseden Diana, tamamen kendini sorguluyordur. Hiçbir zaman annesi gibi olamayacağını düşünerek hayıflanıyordur. Çünkü Diana, başkaları için kendi hayallerinden bile vazgeçmiş bir kızdır. Hayali öykü yazarı olmak iken, avukatlık okuyordur. Artık ne yapacağını bilemediği sırada Diana'ya İstanbul'dan bir kutu gelir. Bu kutuda Sokrates isimli siyah bir gül vardır. Kutuda ki notta ise, bu gülün Mary'nin konuşmayı en çok istediği gül olduğu yazmaktadır. Diana gülü camın kenarına koyar ve düşünmeye başlar. Okuduğu mektupta yer alan adresi hatırlayan Diana, o adresin aslında, annesinin önceden verdiği doğum günü hediyesi olan çerçeveyi işaret ettiğini anlar. Çerçevenin arkasını çevirdiğinde ise yeni bir mektup bulur.

Bu mektupta annesi Diana'ya olmak istediği kişi olması gerektiğini öğütlüyordur. Diana mektubu okuduktan sonra Mary'i bulmuştur. Mary en başından beri Diana'dan başkası değildir. Yalnızca Diana, gözlerin üzerinde olması için başkası olabilen birisi iken, Mary asıl Diana'dır.

Bunun üzerine Diana kendi yaşadıklarının hikâyesini yazmaya karar verir. Aslında finali, Diana'nın mektubu okumasıyla biten kitabın, son sözünde bundan bahsedilir. Diana bir gün sahile indiğinde, tamamı sahil resimlerinden oluşan bir sergi görür. Resimlerin ressam Mathais'in olduğunu hemen anlamıştır. Hızlıca Mathais'i bulduğunda, genç adamın bir alıcıyla konuştuğunu görür. Mathais en güzel tablosunu çizdiği yere geri dönmüş ve sergisini burada açmıştır.

Mathais en güzel eserini tam satacak iken, Diana'yı görür ve satmaktan vazgeçer. Çünkü ona göre, tamamlanmamış bir eser satılmaması gereken bir eserdir ve Diana'yı gördüğünde, aradığı o ışığı bulur ve eserini tamamlamadığına karar verir. Çünkü Mathais tüm sahil resimlerinde tek bir martı çizmiştir. Bu martı kendisini temsil ediyorken, Diana'yı gördüğünde ikinci martıyı çizmesi gerektiğini düşünmüştür.

Aynı şekilde Diana'nın hikâyesi de Mathais'i görene kadar tamamlanmamıştır. İki genç Diana'nın evine giderler. Mathais önüne oturduğu camdan dışarıyı izleyerek ikinci martıyı çizerken, Diana'da hikâyesinin sonunu yazıyordur. İki sanatçıda eserlerinin son noktasını koyarken, yazarımız Serdar Özkan birinci kitabı burada bitirir.

Bu kitap, okuduktan sonra vay be diyeceğiniz kitaplardan. Bir süre içinden çıkamayacağınız, okudukça okumak isteyeceğiniz bir kitap. Kitabın sonuna dek neler olabileceğini tahmin edemiyorsunuz. Siz iki kardeşin duygusal kavuşmasını beklerken, yazar size bir kişinin kendisiyle olan şaşırtıcı kavuşmasını sunuyor. İddiasını sonuna kadar ortaya koyuyor ve sizi şaşkına çeviriyor. Kapağını kapattığınız an kendinizle baş başa kalıyor ve kendinizi sorguluyorsunuz. İlk başta kurgu havada kalmış gibi geliyor ancak üzerine düşündüğünüz zaman ne kadar ince düşünüldüğünü anlıyorsunuz. Artı olarak güllerin anlattığı hikâyeler beni çok etkiledi kitabı okuduğumda. Mesela kokusunu kaybeden bir gül vardı. Bu gül, insanlar onun görüntüsünü beğensin diye kokusundan vazgeçmişti ve bunun farkında bile değildi. Oldukça derin ve anlamlı sözler barındırıyor. Belki de kitapta beni en çok etkileyen cümleler şunlardı;

"Bir dağ hayal et, zirvesindeki manzara çok güzel. Orada olmayı çok istiyorsun, ama zirveyi kendinden çok uzakta gördüğün için ümitsizliğe kapılıyorsun. Oraya nasıl olsa varamam deyip vazgeçiyorsun. Oysa zirveye varanların adımları seninkilerden büyük değildi. Ama onlar, o küçük adımları birbiri ardınca atmayı sürdürmüş kimselerdi. İmkânsızı gerçekleştiren mucizeler değil, sürekliliktir. Suya sarp kayaları deldiren de budur. Yirmi birinci yüzyıl insanlarına gülleri duyuranda..."

Bu kitap sanki bildiğimiz ama, kendimize söylemeye üşendiğimiz sözleri bize fısıldıyor. 500 sayfalık kitaplarda bulamadığımı şu 200 küsur sayfada buldum. Belki de kitapta eleştirebileceğim tek nokta, herkesin âlim gibi konuşmasıydı. Sıkacak kadar ağır sözler yoktu ancak insan düşününce, yahu bir yerde ki herkes âlim olur mu diyor.

Senagül YILDIZ

Metal Fırtına 5 Karanlık Savaş (Burak Turna) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Metal Fırtına 5 Karanlık Savaş

Kitabın Yazarı : Burak Turna

Kitabın Özeti :

Kitaptan bir bölüm....

Uzaklarda fırtına bulutları toplanıyordu. Ufuk simsiyahtı. Bulutlar için için yanıyor, elektrik fırtınalarını adanın üzerine boşaltmak üzere sert rüzgar eşliğinde hareket ediyordu. Bir gün önce ıssın kumsalı yakıp kavuran güneş, çok uzaklardaydı şimdi.

Adanın etrafı mercan kayalıklarıyla çevriliydi. Kuzeyindeki kayalık alanın hemen altında uzanan kumsalda ise yılın belli dönemlerinde sörf dalgaları oluşurdu. Normal şartlar altında dünyanın turizm cennetlerinden birisi olabilecek bir köşeydi burası. İsmi yoktu. Haritalarda görünmüyordu. Sakinleri ki pek de sakin insanlar oldukları söylenemezdi doğrusu, buraya kısaca ada derdi ve onların hayatlarında bu şekilde adlandırdıkları başka bir coğrafya parçası olmadığı için de nereden bahsedildiğini anlamakla çok zorlanmazlardı.

Nereden bakılırsa bakılsın, adada bir hayatın olduğuna dair izleri görmek son derece zordu. Bunun nedeni oldukça basitti aslında, bu adadakiler, dünyanın geri kalanından izole edilmiş insanlardı. Tam olarak insan oldukları söylenebilir miydi? Adanın kurucuları için bile bu konuda bir kesinlik yoktu. Dünyanın geri kalanından izole edilmiş canlılar… Hızlı, keskin duyuları olan, acımasız, yarı ölü savaşçılar. Bir çeşit kardeşlik kabilesi, bozulmuş bir gerçekliğin çıkıntısı genetik pislikler… Tanımların hepsi de onlara uygundu.

Adanın çoğu ormanlıktı. Ağaçlar hayli sık ve gökyüzünden takip edilmeyi imkansız kılacak kadar sıktı. O ormanın içinde pek çok yerde, yer altı merkezlerinde ada sakinlerinin yaşadığı, eğitim gördüğü barınaklar vardı.

Bu barınaklar, asla normal bir insanın hayalinde canlanabilecek yerler değildi. Sık ağaçların ve sarmaşıkların İçinde, belli belirsiz seçilebilen, otomatik açılan çelik gizli bir kapıdan girdikten sonra, uzun, sürekli kıvrılarak ilerleyen bir koridorda yürümeniz gerekirdi… Ve bu yürüyüşün sonunda hiçbir yere yaramayabilirdiniz. Çünkü o kapının yapılış amacı sizi hiçbir yere çıkarmamaktı. Eğitmenler, ellerindeki insanları birer robota, birer hayalete ya da bir avcıya dönüştürmek için, henüz keşfedilmemiş, veya tarihin derinliklerinde keşfedilmiş ve sonra unutulmuş taktikler kullanıyorlardı.

Duvarları boş bir odada, tek başına küçük bir çocuğun bir ay boyunca oturması, onu nasıl bir varlığa dönüştürürdü sorusunun cevabını eğitmenler çok iyi biliyordu.

Sakinlerin tek görevleri, hatta tek varlık sebepleri, kendilerine iletilen emirleri hiçbirinde düşünmeden, yargılamadan ve sınır tanımadan yerine getirmeye çalışmaktan ibaretti.

Uzun süredir adada eğitimler durmuştu. Bunun sebebi yüzlerce vahşi savaşçının ya da kendilerine denmesinden hoşlandıkları gibi Ölü Şövalye’nin savaşa hazır halde bekliyor olmasıydı. Zamanı gelince, çok büyük bir stratejik harekâta girişeceklerdi. Kim için çalıştıklarını asla bilmeyeceklerdi. Beyinleri o kadar pürüzsüz hale getirilmişti ki, baştan ölü olduklarını kabul etmişlerdi. Bu nedenle de kendilerini ölümsüz olarak görüyorlardı.

Yağmur yağmaya başladı. Öylesine şiddetliydi ki bu coğrafyanın yağmurları, görüşü birkaç metreye kadar düşürürdü. İşte o zamanlarda, ada sakinleri yer altı eğitim alanlarından çıkarlar ve sıfır görüşlü bu ortamda şiddetli savaş eğitimleri alırlardı. Ormanın içinde, şiddetli yağmur altında, dünyada kaybolmuş ama burada uygulanan yakın dövüş taktikleri, atış eğitimleri yaparlardı.

Zamanı geldiğinde bir denizaltı adaya yaklaşacak, onları hedef bölgesine götürüp bırakacak ve onlar da önlerine gelen her şeye ateş ederek kim bilir hangi stratejik ve siyasi hareketlenmeye neden olacaklardı.

Adanın yer altı tünellerinde Özel bir oda vardı. Gözle görülemese de ince ve ayrıntılı bir araştırmada ileri derecede karmaşık teknolojiler sayesinde dinlenemez, gözetlenemez bir odaydı.

Elan Rahu, çok gizli toplantılarını bu odada gerçekleştiriyordu. Toplantıya katılanlar ise genelde sıra dışı yollarla adaya gelirdi.

Toplantı başladığında Elan Rahu’nun eski rahat duruşundan eser yoktu. Türkiye operasyonu neredeyse tamamen başarısız olmuş, Amerika’daki rahatı da kaçmıştı. Adamlar onun hemen hemen bütün barınma yerlerini öğrenmişlerdi. Burayı biliyorlar mıydı acaba? Gri takım denen sınır tanımazlar, buraya gelmeye de cesaret ederler miydi? Bu onlar için kesin son olurdu. Bu adadaki savaşçılarıyla, hem de yüzlercesi ile başa çıkmaları imkansızdı. Adaya küçük bir donanma saldırsa bile savunma yapabilecek durumdaydılar. Ormanın içinde kamufle edilmiş bir radar ve deniz savunma füze bataryası, kendilerine yaklaşacak gemileri anında batırabilirdi. Gri Takım’ın kendinde oluşturduğu bu psikolojiden nefret ediyordu ama yapabilecek bir şeyi yoktu. Mutlak karşılaşma olursa eğer, o da son kozunu kullanırdı. Herkesten akıllı olduğunu düşünüyordu. Tüm seçenekleri tükendiğinde ve mağlup edilmek üzere olduğunda kullanacağı son bir seçeneği vardı. Bunu asla kullanmamayı umuyordu.

Elan Rahu’nun konuklarının yüzlerinde sorgulayan ve acımasız ifadeler vardı. Rahu’yu, uzun süredir finanse etmişler, işlediği suçları görmezden gelmişler ve büyük bir özerklik tanımışlardı ama şimdi sorgu zamanı gelmişti. Elan Rahu da bunun farkındaydı. Konukları yabana atacağı ya da oyunlar oynayacağı kişiler değildi. Komplo teorisyenleri hep Elan Rahu ve onun yaptıkları üzerine düşünebilirlerdi, oysa bütün işin başında şu karşısında oturan yaşlı ama kendilerine çok iyi bakıldığı belli olan insanlar vardı. O adamlar da çok daha geniş bir bağlantı ağının üst düzey temsilcileriydi. Dünya üzerindeki stratejik dinamikleri belirleyen stratejik ortaklık bağlarının taşıyıcılarıydılar.

Elan Rahu onlardan değildi. Açıkçası kendisini biraz aptal bir adam olarak gördüklerini biliyordu. Kullandıkları ve gerektiğinde çöpe atabilecekleri bir adam. Elan Rahu’nun babası bu insanlara ve onların emperyal hedeflerine hizmet etmişti. Bütün bunları da kendi halkına bir faydası olsun diye yapmıştı. Hedeflerine ulaşmışlardı da doğrusu. Eu adamların verdikleri sözü tutmamaya ihtiyaçları yoktu, çünkü bir şey yapacaklarını söylüyorlarsa bunu yapıyorlardı ve genelde bu yaptıkları kendi çıkarlarına hizmet ediyordu. Eğer çıkarlarına hizmet edecekse, çok rahatlıkla şeytan ile bir ortaklık kurar ve şeytanın amaçlarını gerçekleştirmesi için ellerinden geleni yaparlardı; tabii şeytanın da sonunda onların çıkarlarına mutlak hizmet etmesi koşuluyla.

İçlerinde en yaşlı görünen ayağa kalktı ve son derece soylu bir duruş takınmaya çalışarak konuştu.

“Kardeşlerim,”

Bunu söylerken Elan Rahu’ya değil, diğer konuklara bakmıştı. Bu doğaldı aslında, hepsi de aynı veya birbirine yakın kolejlerin mezunuydular. Politik dostluklarının temeli de o okullarda atılmıştı,

“Stratejik ortaklığımızın üzerindeki yükün gittikçe arttığı bir dönemdeyiz. Dizayn edilen yeni savaş doktrinleri ve doğu seferi, istenilen etkiyi oluşturamıyor. Karşımızdaki cephe, bir yandan sarsılır ve isteklerimize boyun eğer görünürken, diğer yandan kendi aralarında gizli görüşmeler yürütüyorlar. Bu çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Aynı bir çığın oluşması gibi gözle görünmeyen sert bir tabaka oluşursa, bu tabaka kayacak ve bizi aldatacak olan yumuşak tabakayı yerinden ederek bir anda inanılmaz bir değdim yaratacaktır.”

“Çok doğru söylediniz.” Yuvarlak gözlükleri ardından dünyaya, sıradan insanların bakışlarından başka algılarla baktığı belli olan yaşlı adam söze girdi.

Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız....

Metal Fırtına 4 Turan (Orkun Uçar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Metal Fırtına 4 Turan

Kitabın yazarı : Orkun Uçar

Kitabın Özeti :

Kitaptan bir bölüm....

10 Ocak 2013 Saat: 15.15 Mathan Phillips Meydanı Toronto

Conney Clarkc görkemli belediye binasının önünde park etmiş olan devriye arabasında bekliyordu. Öğle yemeğinden beri diliyle dişini kandırıyordu. Dışarıda hava çok soğuktu. Gözünü kısarak gri gökyüzüne baktı. Meydanı, bulutlu Toronto gecesinde gökyüzüne benzetti; oraya buraya serpiştirilmiş yıldızlar gibi dağınık ve rastgele birkaç insan.

Aracın içi de soğuktu ve kalın giysileri yüzünden dar koltukla rahat edemiyordu. Derin bir iç çekti. Canı sıkkın, kafası karışıktı… Sam’le boşanmalarının üzerinden beş ay geçmişti ve dört yaşındaki küçük Ashley üç gündür hastaydı. Bugün hastaneye gitmişlerdi ve Conney onlardan haber bekliyordu. Minik kızın vücudunda yine yıldızlar gibi rastgele kızarıklıklar çıkmış» ve onun için gerçekten endişeleniyordu.

David Dobson parmağındakî yüzükte camı tıklattığında, irkildi. Bir anda kızının görüntüsünü siliveren adama sinirlenerek baktı. Dobson’ın iki elinde iki büyük boy kahve vardı. Clarkc uzanıp kapıyı açtı. Dobson önce kahveleri uzattı, sonra içeri girdi. Her soluk alıp verişinde ağzından ve burnundan buhar çıkıyordu.
“Polise bak… Amma ürkek…” diye takıldı.

Clarke sadece kahve için teşekkür etli ortağı kapıyı kapatırken. Clarke’tan on beş yaş kadar büyük olan Dobson neşeli, çok fazla derdi olmayan bir adamdı. Bazen bu rahatlığı sinir bozucu olabiliyordu.

“Yine Ashley’yi düşünüyorsun?”
“Evet.”
“Buna paranoya denir Conney. Bir saat içinde onun bir şeyinin olmadığını öğrenirsin. Ama bu bir saati kendine ve bana zehir etmek istiyorsan lamam, endişelenmeye devam et.”

“Sen de gördün o lekeleri.” dedi Conney. Dobson’ı suçlayarak. Sesinin, istediğini elde etmeye çalışan bir çocuğunki gibi çıktığını fark edince bir an utandı.
Hastalıklardan böylesine korkmaya başlamasının sebebi iki ay önce aldıkları terör kursuydu. Eğitimlerinin bir günü bu eylemlerin ayrıntılı anlatımına ayrılmıştı. Nükleer ve kimyasal bombalar, şehir su şebekesine karıştırılan zehirler, yıllarca adım adım sürdürülen biyolojik komplolar… Geçmişte yapılan eylemleri öğretmişler, kameraya alınmış deneyleri göstermişlerdi o gün.

Kurbanların başına gelenler ve gelebilecekler bir korku filmi havasında, uzun uzun tasvir edilmişti. Kavrulmuş bedenler görmüşlerdi, göğsünden üçüncü bir bacak çıkmış bir bebek, tamamen kurumuş, yirmi kiloluk adamlar… Ve şu an, izledikleri arasında en iyi hatırladığı, vücudu kırmızı ve kabarık lekelerle kaplı bir cesetti.

İnsan o kurstan sonra sağlıklı nefes alabildiği her anı mucize olarak görüyor ve öksüren birinden bile korkuyordu.

“Unut bunu. Kahveni iç. Bir kontrole daha çıkmamız gerekiyor.”

Clarke bardaktaki sıcak sıvıdan sessizce bir yudum aldı ve tekrar meydanı izledi. Etrafta ancak yirmi kişi vardı. Çekik gözlü bir çift havuzun kenarında biraz durduktan sonra köşede gözden kayboldu. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk havuzun kenarında Olurmuş, eldiveninin kirlenmesini umursamadan yere sürterek oynuyordu. Üzerine giydiği gocuğu öyle sarılmıştı ki, minik bir hacıyatmaz gibi görünüyordu. Esmer, genç bir adam meydanı ortadan keser gibi yürüyordu. Dobson, Arap olduğu anlaşılan bu adamı işaret ederek, “İşle terörist.” diye şaka yapmaktan geri kalmamıştı. Clarke, onun dediklerini umursamıyordu. Şimdi, havuzun diğer tarafındaki adamı gözleriyle takip ediyordu. Adam uzun kenar bitince kısa kenar boyunca döndü. Ve devriye arabasının olduğu tarafa doğru yürümeye başladı. Başı önündeydi ve oldukça hızlı yürüyordu. Muhtemelen bankaya ya da herhangi bir yere gitmek için işinden on beş dakika izin almış bir Kanadalı olmalıydı. Devriye işine başladığından beri tahminler yürüterek zaman geçirmek onun eğlencesi olmuştu.

Kanadalı olduğunu düşündüğü adam başını kaldırdı ve bir an Clarke. onunla göz göze geldiğini düşündü. Aralarındaki mesafe çok fazlaydı, bundan ıam anlamıyla emin olamazdı. Ama küçük bir duraksama mı fark etmişti?… Hayır, adam yürüyordu yine işte. Sanki devriye arabasını gördüğünde duraksamış mıydı?… Duraksadıysa bile şimdi ellerini ceplerinde ovuşturuyor, hızla ilerliyordu. Polis arabasına bir kaçamak bakış daha mı atmıştı?… Clarke paranoyasından ulanmasına rağmen kendine engel olamadı. Ortağını dirseğiyle dürttü ve başıyla adama bakmasını İşaret etti.

Yabancı ile araba arasında on metreden az bir mesafe kalmıştı. Dobson dikkatle adama baktı ve onunla göz göze geldi. Adam başını diğer tarafa çevirirken Dobson gülümsemiyordu arlık. Yanlarından geçerken adamın yüzünü görebildiler. Yüzü kızarmış ve terliyordu. Eksi üç derecede terliyordu! Yürüyüş ünde ki tuhaflık şimdi daha hastalıklı göründü Clarkc’a. Adam arabanın yanından geçerken. “Bakalım mı?” diye sordu Dobson’a.

“Ben bakarım.” dedi ve kapısını açtı ortağı.
“Hey! Bayım!” diye bağırdı. Birkaç metre ilerideki adam neredeyse sıçramıştı. Bu sırada Clark e da indi arabadan. Adam omzunun üstünden geriye baktığında Dobson’ın eli o omza dokunmak üzereydi.
“Hasta mısınız? İyi görü umuyorsun uz.”
Adam yutkundu. Bakışları anlamsızdı. Hızlı hızlı soluk alıyor ve yüzünde gerçek ter damlaları görünüyordu.
“İsminiz nedir? Ben polis memuru David Dobson.”

Adam elini kaim parkasının cebine doğru götürdü. Dobson bir adım geri çekilirken adam cebinden çıkardığı saydam bir tüple koşmaya yeltendi. Dobson. onu parkasından yakaladı, ama adam ani bir tepkiyle onu silkli. Elleri çarpışınca saydam tüp yere düştü. Şüpheli anında koşmaya başlamıştı ve Dobson da ne yapacağını bilemeden arkasından koştu. Devriye ortağı da biraz geriden onlara katılmıştı.

Clarkc yere düşen saydam tüpün üstüne basınca tüp kırıldı. İçindeki kehribar renkli sıvının bir kısmı Kanadalı polisin ayak tabanına yapıştı, geri kalanı ise zemindeki çatlaklar arasında birkaç saniye boyunca su gibi kıvrıldı ve sonra aniden gözle görünür biçimde buharlaştı.

Dobson. adamı parkasının kapüşonundan yakalayıp döndürdüğünde şüphelinin gözleri kocaman açılmıştı. “Bırak beni geri zekâlı!” diye bağırırken, deli gibi çırpınıyordu. Dobson şaşkınlıkla adama neler olduğunu sormaya çalışırken güreşiyor gibi görünüyorlardı. Bu sırada Clarke’ın korkunç bir öksürük nöbetine tutulduğunu fark ermişti. Ona doğru baktığında ortağının koşmanın da hızıyla yere yığıldığını gördü. İlk kurban kızı değil, kendisiydi.

Dobson’in ortağına yardım etmeye vakti olmadı. Yakaladığı adamla birlikte bir öksürük nöbetine tutuldu. Biraz sonra yirmi metre ileriden onları izleyen otuzlu yaşlarda bir kadın da kan tükürmeye başlamıştı. Havuzun başında oturan çocuk önce nefesinin kesilişini, ardından ciğerlerindeki cehennemi yanmayı hisseni ve bağırmaya çalışırken ancak içini parçalarcasına öksürebildi. Yaklaşık bir dakika içinde meydandaki herkes kan tükürerek yere yığılmıştı.

11 Ocak 2013 Saat: 02.15 Tanrı Dağları Kırgızistan

Zifiri karanlık bir geceydi. Dağın eteklerine kurulmuş bir grup çadır donmuş bir manzara oluşturuyordu. Sadece bidonlarda sönmeye yüz tutmuş közlerden yayılan kızıl alevler hafif bir aydınlık sağlıyordu.
Çin ordusuna ait yeni geliştirilmiş, olağanüstü sessiz, siyah bir helikopter çadırların bir kilometre ötesinde havada asılı kaldı. İçeride siyahlara bürünmüş silahlı adamlar da. tıpkı pilot gibi gece görüş gözlükleri takıyorlardı.

Araç yere iyice yaklaştı. İçerideki adamlar son derece ustaca atlayarak mevzi almaya başladılar. On beş kişi de iner inmez helikopter yükseldi.

Her hallerinden eğitimli oldukları anlaşılan adamlar hiç konuşmuyor, sadece el hareketleriyle çadırlara doğru stratejik bir yayılımla ilerliyorlardı.

En büyük çadıra elli metre kadar yaklaşıp otomatik silahlarım kaldırdılar. Birkaç saniye içinde burası cehenneme dönecek panik içinde kaçmaya çalışanlar tek tek öldürülecekti. Kimsenin sağ kalmaması İçin kesin emir vardı.

Ekip lideri kolunu diğerlerine uzatıp parmaklarını açtı. Yumruk yaptığı anda ateş başlayacaktı. Diğerleri onu gözlüyordu, ama birdenbire beklenmedik bir hareketlilik başladı. Adamlar şaşkınlıkla liderlerinin kafasının boynundan kayıp yere düştüğünü ve bedeninin yana devrildiğini gördüler.

Liderlerinin tam önündeki toprak sanki canlanmış ve onu öldürmüştü. Neredeyse topraktan biten bir gölge korkusuzca ayağa kalktı. Elindeki kısa kılıçtan hâlâ kan damlıyordu. Saldırganlar hemen ona nişan alıp ateş etmeye başlarken yuvarlandı ve aralarına karıştı. Kılıcını savurdukça birilerini biçiyordu.

Avcılar av olmuştu. Bitirici darbe güçlü projektörlerin yanmasıyla geldi. Gece görüş güzlükleri güneş gibi aydınlanınca birkaç saniyeliğine görüşlerini kaybettiler. Hemen gözlüklerini çıkarmaya başladılar, ama katil durmuyordu. Kılıç her savruluşunda birinin canını alıyordu.

Saldırganlardan sadece beşi sağ kalmıştı ki, bu kez tepelere mevzilenmiş keskin nişancılar onları tek tek vurdu.

Koray çıplak vücudu kurbanlarının kanıyla boyanmış halde ayakta duruyordu. Çekik gözlü cansız suratlara baktı. Çin gizli istihbarat servisi GRI’ya bağlı ölüm timiydi bu. Saldırıyı bekliyordu, ama kurdun inine böyle girilmezdi. Üzerinden geçen bir karaltı hissetti. Keskin nişancılar ateşe başlamasına rağmen pilotun roket atacak zamanı oldu. Tam oraya koşuyordu ki karargâh olarak kullandığı büyük çadır gürültüyle havaya uçtu.

Patlamanın şok dalgalarıyla yere yuvarlanmıştı. Alevlerin aydınlattığı çadırın arkasından roketatarı ile bir adam fırladı ve helikoptere nişan aldı. Aynı anda üç ayrı noktadan daha roket gönderilmişti. Helikopter manevra yapmaya vakit bulamadan patladı.

Koray yanan çadırına baktı. Başardılar, diye düşündü. Saldın en azından bir hedefine ulaşmıştı… Çadırla birlikte uzun zamandır biriktirdiği bütün kanıtlar da yok olmuştu. Artık ne varsa onun kafasının içindeydi. Kaçınılmaz olan gerçekleşecekti.

Bu sırada Sincanlı Ali yanına yaklaştı. Ağlıyordu. Saldırıyı onun sayesinde öğrenmişlerdi. Çinliler ondan bu gece Kızıl Şaman’ı öldürmesini ve cadın patlatmasını istemişlerdi. Yoksa, rehin tuttukları ailesini öldüreceklerdi. Anne. babası ve beş küçük kardeşini. Ali tüm sevdiklerinin öleceğini bile bile planlarım Koray’a anlatmıştı. Tabii o sadece yedek plandı. Esas işi bu ölüm timi yapacaktı.
Koray. Ali’ye sarıldı. Sarsılarak ağlarken yavaşça yere oturttu onu.

Kızıl Kurtlar yanına gelmişlerdi. Baskını geri püskürtmüşlerdi, ama Ali’nin durumunu bildikleri için hiçbiri sevi nem i yordu. Koray, Çinlilerin kafalarını kesip GRİ Başkanı General Zhao Xiong Wei’nin Pekin’deki evinin önüne bir sandık içinde bırakılmasını emretti. Bu bir meydan okumaydı. Koray’ın hazırlıklar için biraz daha zamana ihtiyacı vardı ve bunu elde etmeliydi.

23 Ocak 2013 Saat: 10.20 Eğriçimen Yaylası Sivas Kar geceden beri gücünü iyice artırmış, olanca hızıyla yağmaya devam ediyor ve iri. pamuksu kristaller yerdeki öncülerinin üzerinde birikiyordu. Kar kalınlığı bir metreyi geçmişti. Ağaçların, kurtların, rüzgârın ve boşluğun durağan sesini periyodik “çat” sesleri bölüyordu tepede.

Eğri çimen’de bu mevsimde kimsecikler yoklu. Bir tek o garip adam kalmıştı.
Ev, yayladaki diğer evlere oldukça uzakla, yaylanın dışında sayılabilecek bir noktada gururla dikiliyordu. Diğer evlerin çoğundan daha büyüktü. Bacasından tüten duman, çalısındaki kaim kar tabakası ve pencere pervazlarındaki bembeyaz birikintilerle kartpostallara yaraşır bir görüntüye sahipti tepenin başında.

Evin pencereleri sımsıkı kapatılmıştı. Alı kat odunluktu ve “çat” seslerini çıkaran da şu an odunlukta bulunan o garip adamdı.

Adam kırklarında görünüyordu; belki biraz daha genç belki de biraz daha yaşlı olabilirdi. Yüzünde yaşlı görünen, tükenmiş genç adamlara özgü sahte bitkinliğin yanı sıra genç ve dinç görünen yaşlı adamlara özgü sahte bir canlılığı da taşıyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da ciddi göründüğüydü. Sıkıcı bir düzen içinde yandaki yığından bîr odun parçası alıyor, onu kütüğe dik biçimde koyuyor ve baltayı olanca gücüyle indiriyordu. Hiç de güçsüz görünmeyen odunlardan bir hamlede kırılmayan henüz olmamıştı. Adam kırılan odunları öndeki yığına alıyordu. Belli ki odunları dizmek gibi bir sorunu yoktu. Alan oldukça genişti.
Uzun boylu ve yapılı adamın üzerinde mevsime göre ince sayılabilecek bir gömlek vardı. Soğuğa rağmen alnından yer yer ter damlacıklar süzülüyordu.

Yeterince odun kırdığına karar vermiş olacaktı ki, etini beline attı. Biraz durduktan sonra da baltayı duvara dayadı, epeyce bîr odunu kollarının arasına alarak yıkıldı yıkılacak gibi duran merdivenden yukarı çıktı. Üstündeki tozların eve dökülmesini istemezmiş gibi kucağındakileri hızla şöminenin yanındaki belli ki odun koymak için yapılmış olan havuza attı ve gömleğiyle pantolonunu da buraya silkeledi.

Ev son derece düzenli görünüyordu. Yerler sıcak renkli halılarla kaplıydı. Şöminenin olduğu salonda büyük bir kanepe duvara dayanmıştı. Ayrıca pencerenin önünde de bir okuma koltuğu vardı.

Salonda büyük bir kitaplık göze çarpıyordu. Rafların tamamı doluydu. Kitaplıktan sonra ilk göze çarpansa şüphesiz ağır sobaydı. Şu an şömine yanmıyordu, ama bu soba uzaktan bakınca bile sıcacık görünüyordu. Şöminenin Üstünde bir tavşan derisi asılıydı. İki çifte duvara çakılmış çivilerle çapraz asılmıştı.

Adam salondan çıktı ve içerideki banyoya girdi. Banyoda sıcak su, silindir şeklînde bir banyo sobasından sağlanıyordu. Bu soba, temiz beyazlığı ve kamara penceresi gibi kapısıyla orada duran çamaşır makinesiyle tezat oluşturuyordu. Şüphesiz banyoda çamaşır makinesi olup da salonda televizyon olmaması ilginçti…

Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...

Metal Fırtına 4 Gizli Güç (Burak Turna ) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Metal Fırtına 4 / Gizli Güç

Kitabın Yazarı : Burak Turna

Kitabın Özeti :

Kitaptan bir bölüm...

Yarı açık pencereden içeriye giren rüzgar kağıtları etrafa saçıyordu. Güzel bir eylül sabahıydı. Sıcak yazın etkilerinin hissedildiği, ama insanların biraz daha rahat nefes alabildiği bir sabah.

Çalar saat susalı çok olmuştu. Hakan uyanmak İçin gerçekleştirdiği bilinçaltı çabaların hiçbirisinde başarılı olamamıştı. Gözlerini araladığında, işe geç kaldığının farkına varamadı önce. Odaya dolan hava uyuşturmuştu onu, ruhunun derinliklerine sızmış ve kandırmıştı.

Gözleri tam açıldığında beyni de çalışmaya başladı ve yerinden fırladı. Yatakta hızla doğruldu ve ne yapacağını düşündü. Bu sefer kesin kovulacağım düşündü. Sırt üstü gerisin geriye devrildi.

“İçimde hiç enerji yok. İşe gitmek istemiyorum.”

Son zamanlarda kendisini iyi hissetmiyordu. İstediği şeyleri yapmak için gereken motivasyonu bulamıyordu. İsteksizlik yaşıyordu her konuda… Sıkıntılıydı sürekli. Beyninin içinde garip bir baskı hissediyordu.

Hakan’ın düşünceleri ile başına gelenler arasında zaman zaman paralellik oluyordu. Neden sonuç bağlantısı biraz karmaşıktı gerçi. Önce düşünce, sonra gerçek mi meydana geliyordu, yoksa düşünceleri nedeniyle gerçekleri öyle mi algılıyordu, bilemiyordu. Ama kötü bir şeyler hissederse, kötü bir şeyler oluyordu.

Bu nedenle zihnindeki yoğunluğu ciddiye almamazlık edemiyordu. Eskiden kısa sürerdi. Ama son zamanlarda başlayan sıkıntı, çok uzun sürmüştü. Zaman zaman azalıyordu, sonra yeniden güçleniyor ve enerjisini bir sünger gibi emiyordu.

Yine bu düşüncelere dalıp, yatağın üzerinde hareketsiz kaldı. Ellerli kolları bağlanmış gibiydi. Zorlukla ayağa kalkıp, her gün yaptığı işlerini halletti. Kahvaltı kısmına geldiğinde yeni bir duvara takıldı. Fazladan enerji harcamasını gerektiren her şey, onu zora sokuyordu. Bunun daha ne kadar böyle devam edeceğini bilmiyordu. Bir şeyler olacaktı ve içindeki sıkıntı dağılıp gidecekti, ama ne olacaktı?

Hızlıca bir şeyler atıştırdı ve evden çıktı. Bisikletine atlayıp, yola koyuldu. Yağmur çiselemiş olmalıydı. Yerler nemliydi. Çalıştığı kitapçının önünden hızla geçip, içeriye göz attı. Kalabalıktı ve bu kötüydü. Berlin’deki Türkler’in kitap alışverişi yaptığı birkaç kitapçıdan biriydi çatıştığı yer. Patronu Hasan çıldırmış olmalıydı. Kasanın arkasındaki, endişeli ve panik halindeki yüzünü görebildi.

Garipti, Hakan ne zaman işe geç kalsa, dükkan kalabalık oluyordu. Bu durumla ilgili zihninde paranoid düşünceler oluşmaya başladı. Bazı şeyleri çok düşündüğünde de gerçekleşeceğine dair teorileri vardı.

Bisikleti dükkanının önüne bırakmak üzere geri döndü ve kapının önüne çıkmış olan patronu Hasan ile karşılaştı.

“Neredesin ulan?” diye bağıdı Hasan. Yüzü kıpkırmızıydı. Kalabalık nedeniyle çok gerildiği belliydi.

“Hasan Bey, vallahi uyuya kalmışım…”

Hasan fazla uzatmak istemedi. Kapıyı vurup içeri girdi. Hakan da peşinden gitti. Ama olayın orada bitmediğini hissediyordu. Evet, içindeki duygu daha da yoğunlaştı.

Birkaç saatlik yoğunluğun ardından ortalık sakinleşti, Hakan, bankonun arkasında oturmuş yaptığı işlemleri kontrol ediyordu. Patronu Hasan da dükkanın arkasında birşeyler yapıyordu. Başını kaldırıp dükkandan dışarı baktı, sonra işine devam etti. Dükkanın önünden korkuyla geçen birisi dikkatini çekti. Bir an için yüzünü görebildi. Başını tekrar kaldırdı. Kimse yoktu. Hakan tam başını önüne eğecekti ki, iki adamın hızla dükkanın önünden geçtiğini gördü. Az önce korku dolu yüz ifadesi ile geçen adamla bağlantı kurması zor olmamıştı.

Birkaç saniye bekledi. Duramadı. Ayağa kalkıp kapının Önüne gitti Dışarı çıktı ve giden iki adamın ardından baktı. hızlı hızlı yürüyorlardı. Sonra dukanın önünden korkuyla geçen diğer adamı seçebildi. Bir yandan arkasına bakıp diğer yandan hızlanmaya çalışıyordu korkulu adam ve arkasındaki iki kişi avlarının ellerinde olduğuna emin bir şekilde, dikkat çekmemeye çalışarak takibi sürdürüyordu.

Başına bela aradığım düşündü. Polisi aramayı aklından geçirdi, ama Alman Polisi ile uğraşmak istemiyordu.

Dükkana girdiğinde, patronu tanı karşısında duruyordu.

“Ne oldu lan, artık işi gücü iyice boşladın. Eğer çalışmak istemiyorsan çek git, senle mi uğraşacağım?”

Hakan duyduklarına inanamıyordu.

“Ama Hasan Bey…” diyebildi sadece.

“Hadi oğlum, hadi bırak git buradan.”

İri yapılıydı Hasan, fazla karşı koyulmazdı.

“Şimdi git, sonra ben yokken gel, muhasebeci ile konuş, al paranı. Sinirlerimi bozdun zaten.”

Hakan, Hasan’ın gözlerinin içine bakmamaya Özen göstererek dükkandan dışarı çıktı. Soğuk bir rüzgar esti. Şimdi daha da sertti. Önce sağına baktı, birinin önde diğerlerinin de onu takip etliği üç kişinin gittiği yöne. Bir de sola baktı, onu evine götürecek yola.

Uzun süredir yaşadığı ruh halinin etkisi miydi bilmeden bisiklete atladı ve yavaşça pedal çevirerek sağa doğru ilerledi. Görüş alanındaki adamlardaydı gözleri. Yoldan sağa dönmüşlerdi. Bir an için gözden kayboldular. Pedalları daha hızlı çevirmeye başladı ve görebileceği takip mesafesini sürdürdü. Fakat sadece korkulu adamı takip eden o iki şüpheli adamı gördü. Peşinde olduklarına inandığı adam ortada yoktu. Başka bir sokağa dönmüş olmalıydı.

Adamların ikisi aynı anda arkasına döndü ve Hakan’la göz göze geldiler. O an Hakan’ın ruhunun derinliklerinde bir şimşek çaktı sanki. İçinde biriken o garip enerji, harekete mi geçmişti yoksa..?

Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...