23 Ekim 2019 Çarşamba

Üçüncü Kalenderin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Üçüncü Kalenderin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Ey zaferle dolu asil kadın! Benim öykümün şu iki arkadaşımınkiler kadar şaşırtıcı olduğunu sanmayın! Çünkü onlardan çok daha fazla şaşırtıcıdır. Eğer bu arkadaşlarıma felaketler sadece baht ve talih yüzünden gelmişse, benimki bambaşka nedenlerden gelmiştir. Benim kazınmış sakalımın ve kör olan gözümün nedeni, kendi kusurumdandır. Bahtsızlığı ben, kendim üzerime çektim ve yüreğimi dert ve kederle doldurdum.

İşte benim öyküm: Ben şehzade bir şahım. Babama Kaasip derlerdi. Ben de onun oğluyum. Şah babam ölünce, saltanat bana kaldı. Hükmettim, adaletle ülkemi yönettim ve halkıma hizmet ettim. Ancak deniz yolculuğuna karşı büyük bir tutkum vardı. Bundan mahrum da kalmadım. Çünkü başkentim deniz kıyısındaydı ve bu geniş kıyılarda ülkeme ait savaş ve savunma için tahkim edilmiş adalar vardı. Bir gün gidip bütün bu adaları ziyaret etmek istedim. Bu maksatla on gemi hazırlattım ve bunları bir ay yetecek kadar ihtiyaç malzemesiyle donattıktan sonra yola koyulduk. Ziyaret yolculuğu yirmi gün sürdü, bu sürenin sonunda, gecelerden bir gece, aykırı rüzgarların azgınlıkla üzerimize geldiğini gördük. Bu böylece şafak sökünceye kadar sürdü, bu sırada rüzgar biraz sakinleşti­ğinden ve deniz yatıştığından, gün doğarken, biraz kalabileceğimiz bir küçük ada gördük karaya çıktık. Yemek maksadıyla bir şeyler pişirdik, yiyip içtik, fırtınanın dinmesini beklemek üzere iki gün orada kaldık, sonra yeniden yola koyulduk. Yolculuk yirmi gün daha sürdü, bu sürenin sonunda yolumuzu kaybettiğimizi fark ettik, içinde yüzdüğümüz suların hem bizim, hem de kaptanımızın bilmediği sular olduğunu anladık.

Aslında kaptan, zaten bu sularda hiç seyretmemişti. O zaman direğe bir gözcü çıkardık ve ona, "Denizi dikkatle gözetle!" buyruğunu verdik, Gözcü direğe çıktı, sonra indi, bize ve kaptana, "Sağımda, suyun üzerinde balıklar gördüm ve uzakta denizin ortasında bazen beyaz, bazen siyah görünen bir başka şey daha gördüm" dedi. Gözcünün bu sözleri üzerine kaptan korkuya kapıldı. Başındaki sarığı yere çaldı, sakallarını yoldu ve bize, "Felaketimizi hepinize duyuruyorum. Bir can bile sağ selamet kurtulamayacak!" dedi. Sonra ağlamaya başladı, biz de, onunla birlikte, akıbetimizi düşünerek ağlamaya başladık. Sonra ben kaptana sordum: 'Ey kaptan, gözcü­nün sözünün anlamını bize açıklar mısın?" diye... O da, "Efendim, rüzgarın bize aykırı estiği gün, yolumuzu yitirmiştik. On beş gündür de bir türlü bulamadık. Bizi doğru yola sokacak uygun rüzgar da bir türlü esmedi. Bilin ki, bu siyah beyaz cismin ve yakınında yü­zen balıkların anlamı, yarın Mıknatıs Dağ denilen karakayalardan oluşmuş bir adaya yaklaşmış olacağız demektir. Sular bizi ister istemez bu adaya doğru sürükleyecek ve gemimiz bin parça olacak, çünkü Yüce Tanrı, bu dağa gizli bir güç bağışlamış. Demir olarak ne varsa kendine çekiyor! Geminin tüm çivileri sökülüp uçarak dağa doğ­ru gidince, gemimiz parçalanacak ve batacaktır. Allah bilir, yıllardır batan gemilerden bu dağda toplanan demirin miktarını!.. Bir de, denizden bakılınca görülür bu dağın tepesinde on sütün üzerinde duran sarı bakırdan yapılmış bir kubbe, bu kubbenin üstünde de bakırdan bir ata binmiş bir süvari vardır. Bu süvarinin elinde bakır bir mızrak, göğsünde de, üzerinde baştan başa hiç bilinmeyen ve tılsımlı isimler yazılı kurşundan bir levha bulunmaktadır.

Böylece, ey şahım, bilin ki, bu süvari bu atın üstünde bulundukça, alt taraftan geçen gemiler parçalanacak ve tüm yolcular sonsuza dek kaybolacaklar, gemilerin tüm demirleri de dağa yapışık olarak kalacaktır. Bu süvari bu atın üzerinden aşağı atılmadıkça, hiçbir kurtuluş olanağı yoktur!" diye yanıt verdi,

Bu sözleri duyunca, hanımım, kaptan sel gibi gözyaşı dökerek ağlamaya başladı. Biz de kurtuluş olanağı olmaksızın öleceğimizden emin olduk ve her birimiz dostlarına veda etmeye başladı. Ve, gerçekten, daha sabah olur olmaz, bu siyah taşlardan oluş­muş mıknatıs dağına doğru tüm olarak yaklaştık, sular bizi zorla o yana doğru sürüklüyorlardı. Sonra, on gemimizin hepsi dağın kenarına yaklaşınca, ansızın gemilerin binlerce çivisi sökülerek uçuşmaya başladı ve gidip dağa yapıştı; gemilerimiz yarıldı ve biz hepimiz suya düştük.

Bu durumda, bütün gün, denizin kudretine tabi olduk; kimimiz kurtulduk, kimimiz boğuldu ama çoğunluk boğulmuştu. Kurtulanlar, birbirini kaybedip ayrı düştüler, çünkü müthiş dalgalar ve rüzgarlar onları çeşitli yörelere dağıtmıştı. Bana gelince, hanımım, Yüce Tanrı, beni başka dertlere, bü­yük acılara ve büyük felaketlere uğratmak için kullardı. Gemiden sökülen tahtalardan birine sarıldım ve dalgalarla rüzgar beni bu mıknatıs dağın eteğinde kıyıya attı.

Orada takınırken, dağın tepesine çıkan bir yol gördüm; kıyılar oyularak merdiven şekline sokulmak suretiyle oluşturulmuştu bu yol... Ve birdenbire, Yüce Tanrı'nın adını andım, ve...

Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, sabahın ışıldadığını görmüş ve yavaşça anlatısını kesmiş,

Ve On Beşinci Gece Gelince Söze başlamış:

İşittim ki, ey bahtı güzel hükümdarım, üçüncü kalender, öteki arkadaşları bağdaş kurup kol kavuşturarak oturur, ellerinde yalın kılıçlarıyla yedi zenci köle onları gözetirken, evin genç hanımına hitap ederek sözünü sürdürmüş: Allah'ın adını andım, yakararak; kendimi duaların kutsal havasına kaptırdım; sonra elimden geldiğince, kayalıklara ve oyuğa yaklaştım, Allah'ın emriyle rüzgar da artık yatıştığından bu dağa çıkmayı başardım.

Kurtuluşumdan dolayı çok seviniyordum artık kubbenin olduğu yere ulaşmaktan başka yapacak iş yoktu, sonunda ulaş­ tım ve türbenin içine girdim. Orada dizüstü gelerek, ibadetimi bitirdim ve Tanrı'ya kurtuluşumdan dolayı şükürler ettim. Tam o sırada, yorgunluk beni öylesine sardı ki, yere uzandım ve orada uyuyakaldım. Uyurken bana bir sesin, "Ey Kaasip'in oğlu! Uykudan uyandığında, ayağının altındaki toprağı kaz, orada bakırdan bir yay ve üzerinde bir tılsım yazılı gümüş oklar bulacaksın. Bu yayı al, bununla kubbenin üzerinde duran süvariyi vur, böylece bu müthiş beladan kurtararak insanlara huzur sağlamış olacaksın! Sü­variyi vurunca, denize düşecek, yay da elinden toprağa düşecek. O zaman yayı al ve düştüğü yerde toprağa göm!

Bu sırada deniz kaynamaya ve senin bulunduğun tepeye ulaşıncaya kadar taşıp yükselmeye başlayacak. O sırada denizde bir kayık göreceksin, kayıkta bu bakırdan süvariye benzeyen bir başka adam olacak ellerinde küreklerle sana gelecek. Sakın korkma! Onunla birlikte kayığa bin! Ama Tanrı'nın kutsal adını ağzına almamaya dikkat et! Hem de çok dikkat et! Bunu ne olursa olsun, sakın yapma! Bir kez kayığa binince, bu adam seni alıp on gün gezdirecek, bu sürenin sonunda Selamet Denizi'ne ulaşacaksın. Bu denize ulaşınca, orada seni kendi ülkene kadar götürecek birilerini bulursun. Ama, bütün bunlann bir tek koşulu yerine getirmene bağlı olarak gerçekleşeceğini unutma: Tanrı 'nın adını kesinlikle ağzına almayacaksın!

O anda, hanımım, uykumdan uyandım ve cesaretimi toplayarak sesin emrine uyup yay ve okları gömülü oldukları yerden çıkardım ve bunlarla süvariyi devirdim. Süvari denize, yay da ayak ucuma düştü, yayı hemen oracığa gömdüm. Bu sırada deniz kaynamaya ve kabarmaya başladı. Sonunda bulunduğum dağa kadar yükseldi. Birkaç saniye sonra, denizde, benim bulunduğum yana doğru yol alan bir kayık gördüm; ve Yüce Tanrı'ya şükürler ettim.

Kayık yanı­ma iyice yaklaşınca, içinde bakırdan bir adam olduğunu, göğsüne takılı gümüş bir levhada da isimler ve tılsımlar yazılı bulunduğunu gördüm. Bunun üzerine, hiçbir sözcük telaffuz etmeden, kayığa bindim. Bakır adam beni, bir gün, iki gün, üç gün; sonra da on gün tamamlayıncaya kadar kayıkla gezdirdi. O zaman uzaktan adaların belirdiğini gördüm, kurtulmuştum. Neşenin doruğunda mutlu ve coş­kulu, heyecan ve Tanrı'ya minnetle dolu olduğum bir sırada Allah'ın adını andım ve onu ululayarak, "Allahu ekber! Allahu ekber" diye haykırdım.

Ama, daha bu kutsal sözler ağzımdan çıkar çıkmaz, bakır adam beni yakaladı ve kayıktan denize fırlattı, sonra uzaklaşıp gözden kayboldu. İyi yüzme bildiğimden bütün gün, gece oluncaya kadar yüzdüm, artık kollarımda derman kalmamıştı; kollarım bitkin, omuzlarım yorgun, kendimi tükenmiş hissettim. Ölümün yaklaştığını görerek iman tazeledim ve kendimi ölüme hazırladım. Fakat, tam o anda, dalgaların hepsinden daha güçlü bir dalga, uzaktan dev bir kale gibi yükselip geldi ve beni sürükleyip öylesine savurdu ki, kendimi daha önce gördüğüm adalardan birinin kıyısında buldum. Demek Tanrı böyle istemişti.

Bunun üzerine kıyıya çıktım, giysilerimden sıkarak suyu çıkarttim, kurusunlar diye kaya üzerine serdim ve bütün gece uyudum. Uyanınca, kuruyan giysilerimi giydim; ne yana gideceğimi kestirmek üzere ayağa kalktım ve önümde, uzanan verimli bir vadi gördüm, burada dönüp dolanırken, denizle kuşatılmış küçük bir adada olduğumu anladım. Kendi kendime, "Ne felaket! Bir dertten kurtulduğum her seferinde, daha beter bir derde düşüyorum!" dedim.

Şiddetle ölümü arzuladım. Böylesine kederli düşüncelere daldığım sırada, denizden, içinde birilerinin bulunduğu bir kayığın yaklaştığım gördüm. Başıma yine cansıkıcı bir olayın gelmesinden korkarak kalktım ve bir ağaca tırmandım, onları gözleyerek bekledim. Kayı­ğın kıyıya yaklaştığını ve içinden ellerinde birer kürekle on kölenin çıktığım gördüm, adanın ortasına kadar ilerlediler ve orada toprağı kazmaya başladılar ve bir kapak bulasıya kadar kazmayı sürdürüp, bu kapağı kaldırıp altında bulunan bir kapıyı ortaya çıkardılar. Bunu yaptıktan sonra, yeniden kayığa döndüler, oradan birçok eşya alarak omuzlarında taşıdılar, ekmek, un, bal, yağ, koyun etiyle dolu torbalar ve bir evde oturanın ihtiyaç duyacağı daha birçok şeyler,.. Ve köleler, kayıktan yeraltı yolunun kapısına, kapıdan kayığa gidip gelerek, tüm eşyayı taşıdılar. Bundan sonra, güzel urbalar ve iyi bi­çilip dikilmiş giysiler taşıdılar kollarında... O sırada kayıktan köleler arasında çıkıp ilerleyen saygın bir ihtiyar gördüm, çok yaşlıydı ve yılların kahrı ve zamanın verdiği eziyetle zayıflamıştı. Öylesine ki, artık ona insan bile denemezdi. Bu ihtiyar şaşırtıcı güzellikte bir oğlan çocuğunun elinden tutuyordu.

Çocuk, ince ve kolay eğrilir bir dal kadar narin, saf güzelliğin inceliğinde ve mükemmel bir varlık örneği ve emsali olarak öyle büyüleyici bir büyüye sahipti ki, benim de yüreğimi büyüledi ve etimin titrediğini hissettim. Kapı­nın yanına kadar ilerlediler ve buradan aşağı indiler, gözümün gö­rüş alanından çıktılar ama birkaç dakika sonra, genç çocuk hariç, hepsi yeniden yukarı çıktılar, kayığa döndüler ve binerek denizde uzaklaştılar.

Tamamıyla gözden kaybolduklarını görünce, ağaçtan inerek toprakla kapladıkları yere gittim. Yeniden toprağı kazmaya başladım ve bir kapı buluncaya kadar bu çabamı sürdürdüm. Bu kapı bir değirmen taşı büyüklüğünde ve tahtadandı. Tanrı'nın yardımıyla kapıyı kaydırdım, altında kemerli bir merdiven gördüm, bu taş merdivenden indim, çok şaşırmama karşın, bittiği yere ulaştım. Orada geniş bir salon gördüm, çok değerli halılarla döşenmiş ve ipek ve kadife kumaşlardan perdelerle donatılmıştı, alçak bir divanda, yanan mumlar ve çiçekli vazolar, meyve ve tatlılarla dolu tabaklar arasında genç bir delikanlı oturuyor ve elindeki yelpazeyle serinleniyordu. Beni görünce, büyük bir korkuya kapıldı ama ben ona en uyumlu sesimle, "Barış seninle olsun!" deyince, bana, güven duyarak, "Barış seninle olsun! Tanrı seni korusun ve kutsasın!" diye yanıt verdi. Ona, "Efendim, sükûnet payın olsun! Ben görünüşüm belli etmese de, bir hükümdar çocuğuyum ve de bir hükümdarım. Allah beni, ölüme terk etmek üzere birilerinin bıraktığı bu yeraltı mevkiinden kurtarmak için sana yöneltti. Ben de seni kurtarmaya geldim. Sen benim dostum olacaksın, zira seni görmem bile aklımı başımdan aldı" dedim. Genç çocuk, dudaklarının bir gülümsemesiyle bu sözlerime güldü ve beni, divanda yanına oturmaya davet etti ve bana, "Efendim, ben burada ölmek için değil, aksine ölümden kaçınmak için bulunuyorum.

Bilin ki, ben, tüm dünyada zenginliği ve hazinelerinin kalitesiyle çok tanınmış büyük bir mücevhercinin oğluyum, babamın ünü, yeryüzünün şahları ve emirlerine satmak üzere uzaklara yolladığı kervanlar yoluyla tüm ülkelere yayılmıştır. Ömrünün epeyce gecikmiş bir döneminde benim doğuşumla babam, gaipten haber veren üstatlardan, çocuklarının ana babalarından önce öleceğini öğ­renmiş ve babam, o gün, doğumumdan duyduğu sevinci ve Allah'ın iradesiyle dokuz ay süreyle karnında taşıdıktan sonra beni doğuran annemin kutlamalarına karşın büyük bir üzüntüye kapılmış özellikle, yıldızlara bakarak talihimi okuyan ve ona, 'Bu senin oğlun Kaasîp adlı bir hükümdarın oğlu olan bir hükümdar tararından öldürü­lecek; bu da Mıknatıslı Dağ'ın bakır şövalyesinin denize atılmasından kırk gün sonra olacak!' diyen bilimadamlarını dinledikten sonra mücevherci babam çok üzülmüş, bana özen göstermiş ve on beş yaşıma ulaşıncaya kadar büyük bir dikkatle büyütmüştü.

Tam bu sı­rada, süvarinin denize atılmış bulunduğunu öğrenerek annem ile birlikte öylesine ağladı ve üzüldü ki vücudu zayıfladı, rengi değişti, yılların ve dertlerin yıprattığı yaşlı bir adam haline geldi. İşte bunun üzerine beni bu yeraltı mevkiine getirdi, zaten doğduğumdan beri adamlar tutarak, on beş yaşımda, bakır süvariyi devirdikten sonra beni öldürecek hükümdarın arayışlarından kaçırmak için bu yeri hazırlatmıştı. Babamla ben, eminiz ki, Kaasip'in oğlu, bu bilinmeyen adada gelip beni bulamayacaktır. Bu mevkiide kalışımın nedeni de budur" dedi.

Bunu duyunca, kendi kendime, "Nasıl oluyor da yıldızları okuduklarını söyleyen kişiler bu denli yanılabiliyorlar! Zira Allah da biliyor ya! Bu genç çocuk benim yüreğimin alevidir, onu öldürmektense kendimi öldürmeyi yeğlerim!" dedim. Sonra da ona, "Çocuğum! kadiri mutlak olan Tanrı, senin gibi bir çiçeğin dalından koparılmasını asla istemez. Ben de burada seni savunmak üzere bulunuyorum ve tüm ömrümce burada kalacağım" dedim. O da bana, "Kırk günün sonunda babam yeniden gelerek beni buradan alacak zira, bu süre geçtikten sonra artık tehlike kalmayacak" dedi. Ona, "Vallahi, yavrum, bu kırk gün seninle birlikte kalacağım ve sonra da, seni, benimle, hükmettiğim ülkeye gelmene izin vermesi için babandan ricada bulunacağım.

Orada benim dostum ve tahtımın varisi olursun!" dedim. Bunun üzerine mücevhercinin oğlu genç çocuk, bana kibar sözlerle teşekkür etti, ben de onun ne denli zarafetle davrandığını ve onun bana karşı ve benim de ona karşı ne çok eğilim duyduğumuzu anladım; ve dostça konuşmaya, yüz davetliye bir yıl yetecek bolluktaki çeşitli leziz yiyeceklerden yemeye başladık. Yemeği bitirdikten sonra, yüreğimde, bu çocuğun büyüsüyle ne çok hayranlık uyandığı­nı fark ettim.

Sabahın yaklaşmasıyla uyandım ve yıkandım, genç çocuğa da içi kokulu suyla dolu bakır leğeni getirdim, o da yıkandı ve ben yiyecek bir şeyler hazırladım, oturup birlikte yedik sonra da konuşarak, daha sonra da oyunlar oynayarak, gülüşerek akşamı ettik; dolayısıyla sofrayı serdik, içi pirinç badem, kuru üzüm, hindistan cevizi, karanfil tanesi ve karabiberle doldurulmuş koyun yedik, tatlı ve taze su iç­tik, karpuz, kavun, yağın, balın esirgenmediği, bademle tarçının bol bol kullanıldığı tatlı ve hafif saç inceliğinde teller haline sokulmuş hamur işleri yedik. Böylece kırkıncı güne kadar zevk ve huzur içinde yaşadık. O gün sonuncu gün olduğundan ve mücevherci geleceğinden, genç çocuk büyük bir banyo yapmak, gusül aptesti almak istedi, bü­yük kazanda su kaynattım, odunu ateşledim; sonra da sıcak suyu bü­yük bir leğene boşalttım suyu tatlı ve hoş bir hale sokmak için so­ğuk su ekledim, genç çocuk leğenin içine girdi; onu kendi ellerimle yıkadım, ovuşturdum, masaj yaptım ve kokular sürdüm, sonra da yatağa götürdüm, üstünü örterek yatırdım; başını kenarı gümüşle işlenmiş bir ipek kumaşla sardım, lezzetli bir şerbet içirdim, sonra da uyudu.

Uyandığı zaman, bir şeyler yemek istedi, en iri ve en güzel bir karpuz seçtim. Onu bir tepsiye, tepsiyi de halı üzerine koydum ve çocuğun başı üzerindeki duvarda asılı büyük bıçağı almak için yata­ğın üzerine çıktım. Genç çocuk benimle eğlenmek için, birdenbire ayağımı gıdıklamaya başladı bu davranışından öyle huylandım ki, istemeden üzerine düştüm ve elimde bulunan bıçak yüreğine saplandı, o anda oluverdi. Bunu görünce, hanımım, yüzümü yırtmaya, haykırmaya ve inlemeye başladım ve de giysilerimi yırttım, umutsuzluk ve gözyaşları içinde kendimi yere attım. Ama benim genç dostum ölmüştü ve bahtının çizdiği sonuç yerine gelmişti, âdeta yıldıza bakanların sözlerini yalan çıkarmamak için... Bakışlarımı ve ellerimi Yüce Tanrı'ya doğru uzatarak, "Ey Evrenin Sahibi! Bir cinayet işledimse, cezalandırılmaya hazırım" dedim. O anda, ölümle karşılaşmak için cesaretle doluydum. Fakat efendim, bizim dileklerimiz, ister iyilik, ister kötülük için olsun, yerine gelmez, Bu durumda, bu mevkiin görünüşüne daha fazla dayanamadı-ğımdan ve mücevhercinin, oğlunu almak üzere kırkıncı günün sonunda geleceğini bildiğimden, merdiveni tırmandım, dışarı çıktım ve kapağı kapattım, önceki gibi toprakla örtüm.

Dışan çıkınca kendi kendime, 'Olup biteceği mutlaka görmeliyim; ama gizlenmem de gerekir, yoksa on köle beni yakalayarak en feci bîr ölümle kıyıma uğratırlar" dedim. Bunun üzerine kapağın yö­resindeki büyük bir ağacın üzerine çıktım, oturup bakınmaya başladım. Bir saat sonra, denizde ihtiyar ile on kölesini taşıyan teknenin yaklaşmakta olduğunu gördüm, hepsi kıyıya çıktı ve telaşla bulunduğum ağacın altına geldiler ama toprağın yeni kapanmış olduğunu fark ettiler ve büyük bir korkuya kapıldılar, ihtiyar ruhunun çö­ker gibi olduğunu hissetti ama köleler toprağı kazdılar, kapağı kaldınp aşağıya indiler. Bunu gören ihtiyar yüksek sesle oğluna seslenmeye başladı, genç çocuk yanıt vermedi her yanı aradılar, onu yüre­ği bıçakla yarılmış yatağın üzerinde uzanmış buldular. Bunu gören ihtiyar, ruhunun çekildiğini duydu ve bayıldı köleler de sızlanmaya ve dertlenmeye başladılar sonra, ihtiyarı, omuzlarına alarak merdivenden dışarı çıkardılar, sonra da genç çocuğun ölüsünü...

Yeri kazıp kefenledikleri çocuğu gömdüler. Sonra ihtiyatta kalan tüm zenginlikleri ve yiyecekleri gemiye taşıdılar ve denize açılıp uzaklaştılar. Bunun üzerine, mutsuz bir halde, ağaçtan indim ve bu felaketi düşünerek boyuna ağladım ve çaresizlik içinde, tüm adayı bütün gün ve bütün gece dolaştım. Böylece birkaç gün geçti sonunda denizin gittikçe alçaldığını ve uzaklaştığını ve adayla karşısındaki karanın arasındaki alanın tümüyle kuruduğunu gördüm. Sonunda beni bu belalı adanın görünüşünden kurtarmak isteyen Tanrı'ya şükürler ettim ve kumda yürüyerek Öteki kıyıya ulaştım; sonra da sağlam toprağa ayak bastım ve Tanrı'nın adını anarak, yürümeye koyuldum.

Birdenbire, uzaktan büyük bir kızıl ateşin belirdiğini gördüm ve bir koyunu kızartmakta olan insan varlıkları bulacağımı düşünerek bu kızıl ateşe doğru yollandım ama, daha yakına yaklaşınca, bu kızıl ateşin, batan güneşin ışıklarıyla tutuşan sarı bakırdan bir saray olduğunu gördüm. Tamamıyla sarı bakırdan yapılmış olan bu büyük sarayı görünce şaşkınlığın sınırına ulaştım ve yapılışındaki sağlamlığı izlerken, birdenbire sarayın büyük kapısından, Yaradanına kurban olunacak kadar endamlı ve güzel yüzlü on gencin çıktığını gördüm ama onlara eşlik eden saygın bir ihtiyarın dışında, bu on gencin onunun da sol gözlerinin kör olduğunu fark ettim. Bunu görünce, kendi kendime, "Allah! Allah! Ne garip rastlantı! Nasıl oluyor da hepsinin sol gözü kör on genç böylesine bir araya gelebiliyor?" dedim.

Ben bu düşüncelere dalmışken, on genç adam yaklaşarak, bana, "Selamün aleyküm!" dediler. Onlara selamlarını iade ettim ve de başından sonuna kadar kendi öykümü anlattım, burada, hanımım, onu ikinci kez anlatmayı gereksiz görürüm. Sözlerimi işitince, çok şaşırdılar ve bana, "Efendim, buyurun buraya girin! Geniş bir yürekle ve cömertçe karşılanacaksınız!" dediler. Onlarla birlikte saraya girdim, birçok salonlar geçtik, hepsinde de saten kumaşlar asılı idi. Sonunda, geniş ve diğerlerinden daha güzel, büyük bir salona eriştik, bu büyük salonun ortasında şilteler üzerine serilmiş on halı vardı ve bu on şahane şiltenin ortasında, altında şilte bulunmayan ama diğer onu kadar güzel olan on birinci bir halı daha vardı. İhtiyar bu on birinci halının üzerine oturdu, on genç adam da kendi yerlerine ve bana, "Efendim, salonun ortasındaki yükseltiye oturun ve burada göreceğiniz şey ne olursa olsun, bize soru sormayın!" dediler. Bu konuşmanın üzerinden birkaç dakika geçmeden, ihtiyar ayağa kalktı ve dışarı çıktı, sonra birkaç kez, her seferinde yiyecek içecek taşıyarak, geri döndü hepsi yiyip içtiler, ben de onlara katıldım.

Bundan sonra, ihtiyar, geride ne kalmışsa topladı ve geri dö­nüp oturdu. Bunun üzerine gençler ona, "Görevlerimizi yerine getirmek için gerekli şeyleri getirmeden, nasıl oluyor da önümüzde otıırabiliyorsun?" diye sordular. İhtiyarda, hiç konuşmadan, ayağa kalkıp on kez dışarı çıktı ve her defasında, başının üzerinde kumaşla sarılı bir leğen, elinde bir fenerle dönüp her leğen ve feneri genç adamların her birinin önüne koydu. Ama bana hiçbir şey vermedi bu yüzden aykırı düşüncelere kapıldım. Ama, kumaşları kaldırdıklarında, her bir leğende kül ve kömür tozu ve sürme bulunduğunu gördüm. Sonra, gençler külü alıp başlarından aşağı döktüler, kömür tozunu yüzlerine sürdüler ve sürmeyi sağ gözlerine çektiler, sonra da sızlanıp ağlamaya başladılar ve "Yaptığımız kötülükler ve hatalar dolayı­sıyla bize ancak bu yaraşır" dediler.

Gün doğması yaklaşıncaya kadar hep böyle sızlanmayı sürdürdüler. Sonra ihtiyarın getirdiği baş­ka kaplardaki suyla yıkandılar, yeni giysiler kuşandılar ve önceki gibi oldular. Ben, bütün bunları görünce, çok büyük bir şaşkınlığa düştüm bana verilen emre uyarak hiçbir şey sormadım. Ve ertesi gece, yine ilk geceki gibi davrandılar; üçüncü gece de, dördüncü gece de... Ben artık daha fazla dilimi tutamadım ve "Ey efendilerim, lütfen bana, sol gözünüzün nasıl kör olduğunu anlatın, beni aydınlatın. Sonra da başınıza döktüğünüz, yüzünüze ve gözünüze sürdüğünüz kül, kö­mür tozu ve sürmeden söz edin! Yoksa, vallahi, beni içine düşürdü­ğünüz bu şaşkınlığa katlanmaktansa, ölmeği yeğ tutarım" dedim. O zaman hepsi birden, "Ey bahtsız kişi! Ne soruyorsun sen? Bu senin felaketin demektir!" diye haykırdılar. Ben de, "Bu şaşkınlığı sürdürmektense felakete razıyım" dedim. O zaman bana, "Sol gözünden çekini" dediler. Ben de, "Sol gözüme gerek yok, böyle şaşkınlığım süreçekse!" dedim.

Bunun üzerine bana, "Bahtın neyse o olacak! Bizim başımıza gelen senin de başına gelecek! Ama sakın şikâyet etme! Çünkü hata işliyorsun! Ve de gözünün kaybından sonra, buraya geri de dönemezsin, zaten on kişiyiz, on birinci kişiye burada asla yer yok!" dediler. Bu sözler üzerine, ihtiyar canlı bir koyun getirdi; boğazı kesilip derisi yüzüldü ve temizlendi. Sonra bana, "Seni bu deriye sararak dikeceğiz bu bakır sarayın taraçasına bırakılacaksın. Ruk adındaki bir fili kaldırabilecek güçte büyük bir akbaba seni sahici bir koyun sanıp pençesine alacak ve bulutlara kadar uçuracak, sonra insanoğ­lunun erişmesi olanaksız olan yüksek bir dağın tepesine, seni, yutmak için götürecek. Sen, vereceğimiz şu bıçakla, koyunun derisinin ek yerlerini kesersin, oradan dipdiri çıkarsın! O zaman insan eti yemeyen korkunç Ruk, seni yemeyecek ve gözden kaybolacaktır!

Bundan sonra, sen, bizim saraydan on kez daha büyük, bin kez daha şahane bir saraya rastlayıncaya kadar yürürsün. Bu sarayın tüm duvarları altın kaplamadır ve bu duvarlara büyük değerli taşlar, özellikle zümrüt ve inciler kakılmıştır. Açık kapıdan içeri girersin, vaktiyle bizim girdiğimiz gibi ve göreceğin şeyi orada görürsün! Bize gelince, biz orada sol gözlerimizi yitirdik, layık olduğumuz cezaya da katlanıyoruz ve her gece, ne yaptığımızı gördüğün şekilde suçumuzun kefaretini ödüyoruz. Kısacası bizim öykümüz budur zira, ayrıntılara girecek olursak, koskoca bir kitabın sayfalarını doldurmak gerekirdi! Sana gelince, bahtının gereği ne ise o olsun!" dediler.

Bu sözleri duyunca, kararımı vermiş bulunduğumdan, bana bı­çağı verdiler, beni koyun derisine sokup ek yerlerini diktiler ve sarayın taraçasına bıraktılar; sonra da uzaklaştılar ve birdenbire korkunç bir kuş tararından kaldırılıp uçurulduğumu hissettim. Dağın tepesinde yere bırakıldığımı anlar anlamaz da, bıçakla koyun derisini yardım ve ürkütmek için, "Kış, kış!" diye haykırarak ortaya çıktım, korkunç Ruk, ağır ağır uçtu, ardından bakarak, onun, büyük beyaz bir kuş olduğunu gördüm.

Bunun üzerine yürümeye başladım, sabırsızlık ateşiyle acele ilerleyerek bir saraya ulaştım. Bu sarayı görünce, on genç adamın tanımlamalarına karşın, şaşkınlığın sınırına dayanırcasına şaşırdım, çünkü sözle tammlanamayacak kadar şahaneydi. İçinden geçerek girdiğim büyük altın kapı, doksan dokuz adet sarısabır ve sandal ağaçlarından yapılmış kapıyla çevrelenmişti. Salonlarının kapıları, altın ve elmas kakılmış abanozdandı, bütün bu kapılar karanın ve denizin tüm zenginliklerinin toplandığını gördüğüm salonlara, bahçelere açılıyordu. Girdiğim ilk salonda, kendimi kırk genç kızın arasında buldum. Bu kızlar öyle şaşırtıcı bir güzellikte idiler ki, bunlardan daha güzellerini düşlemek mümkün olmadığı gibi, insan gözünün bunlardan birini diğerinden üstün görmesi de mümkün değildi. Öylesine hayranlık duydum ki, başımın döndüğünü hissederek kendimi zor tuttum. Bunun üzerine hepsi de ayağa kalkıp bana yaklaştı ve bana "Evimiz sizin evinizdir, yeriniz gözümüz üzerine, başımız üzerindedir!" dediler ve beni yanlarına oturmaya çağırdılar, bir peykeye oturttular ve hepsi de yöremde, yere, halıların üzerine oturdular ve bana, "Ey efendimiz!" Bizler senin kölelerin, malınız! Sen bizim efendimiz ve başımızın tacısın!" dediler.

Sonra hepsi birden bana hizmette bulunmaya koyuldular: birisi sıcak su ve havlular getiriyor ve ayaklarımı yıkıyor; öteki ellerime altın bir ibrikten kokulu sular döküyor; bir üçüncüsü, sırtıma kemeri altın ve gümüş tellerle işlenmiş sırf ipekten bir giysi giydiriyor; bir dördüncüsü çiçek kokularıyla hazırlanmış nefis bir içkiyle dolu bir bardak sunuyor; biri gözlerimin içine bakıyor; bir diğeri yüzüme gülüyor; bir başkası da göz kırpıyordu. Biri şiirler okurken; bir diğeri önümde kollarını açıyor; bir başkası da kalçalarının üstünde vücudunu kıvırıyor; biri bana "Ah!" derken; diğeri "Uh!" diyor; bir başkası bana, "Gözbebeğim!" derken; bir diğeri "Ruhum benim!" diyor; biri "Canım!" derken, öteki "Ciğer köşem!" diyor, bir başkası ise "Yü­ reğimin ateşi!" diye sesleniyordu. Sonra hepsi yanıma yaklaştı, beni ovuşturmaya ve okşamaya başladılar ve bana "Ey çağrılımız! Bize öykünü anlat! Çünkü biz burada, çoktandır hiçbir erkek yüzü görmeden yapayalnız yaşıyoruz. Şimdi mutluluğumuz tamamlandı" dediler.

O zaman, daha da sakinleşerek onlara öykümün sadece bir bölümünü anlattım. Anlattıklarım bitince gece yaklaşmıştı. O zaman akıl almayacak kadar çok mum getirdiler; salon, göz kamaştıran bir güneşin aydınlatabileceği kadar aydınlandı. Sonra sofrayı kurdular, en nefis yemekleri ve en başdöndüriicü içkileri getirdiler, çalgılanyla zevkli melodiler çalarak en büyüleyici seslerle şarkı söylediler; ben yemek yemeye devam ederken, birileri de kalkıp raks etti. Bütün bu şenliklerden sonra, bana, "Ey sevgili! Şimdi elle tutulur zevklerin tadılması ve yatma zamanıdır, içimizden günlünün çektiğini seç! Bizi gücendirmekten korkma! Çünkü her birimiz, nasıl olsa, birer gece senin olacağız, biz kırk kızkardeşiz, her birimiz sırası gelince, seninle oynaşmaya başlayacak" dediler. O zaman, ben, hanımım, bu kızkardeşlerden hangisini seçeceğimi bilemedim. Çünkü hepsi de aynı derecede arzu uyandırıyordu. Bunun üzerine, gözlerimi kapadım, kollarımı uzattım ve birini yakaladım ve gözlerimi yeniden açtım. Ama yeniden hemen kapadım, çünkü güzelliğinden gözlerim kamaşmıştı. Seçtiğim kız, bana elini uzattı ve beni yatağına götürdü.

Bütün geceyi onunla geçirdim. Ve ben aynı şekilde, hanımım, her gece kızkardeşlerden biriyle işi sürdürdüm. Bu böylece bir yıl devam etti, gevşeyerek, açılıp saçılarak... Ve her geceden sonra, sabahları, bir gece sonra birlikte yatacağım genç kız yanıma geliyor, beni hamama götürüyor ve tüm bedenimi yıkıyor, vücudumu şiddetle ovuş­ turuyor ve Tanrı'nın kullarına bağışladığı tüm kokularla beni kokuya boğuyordu.

Böylece yılın sonuna geldik. Sonuncu günün sabahında, tüm genç kızların yatağıma koşuştuklarını gördüm, hepsi gözyaşları dö­küyor ve üzüntüden saçlarını savurarak sızlanıyorlardı, sonunda bana, "Bil ki ey gözümüzün nuru, seni terk etmek zorundayız. Tıpkı senden öncekileri terk ettiğimiz gibi. Ve de sen en çapkınları olduğu kadar, en nazikleriydin hepsinin! İşte bu nedenledir ki, biz sensiz asla yaşayamayız!" dediler.

Ben de onlara, "Peki ama, niye beni terk etmek zorundasınız? Çünkü, ben, hiç de sizinle geçirdiğim yaşantının neşesini kaybetmek istemiyorum!" dedim. Beni, "Bil ki, biz tek bir hükümdarın kızıyız, fakat analarımız ayrıdır. Ergenliğe ulaşalıdan beri bu sarayda yaşıyoruz ve her yıl gidip babamızı ve analarımızı ziyaret etmek üzere kırk gün ortadan yok oluyoruz. Ve işte, bugün, o gündür" diye yanıtladılar. Ben de onlarat "Fakat, ey nefis yaratıklar! Ben pekâlâ siz dönünceye kadar, Allah'a şükrederek, burada kalabilirim!" dedim. Bana, "Dilediğin olsun! İşte sarayın tüm kapılarını açan bütün anahtarlar! Bu saray senin evindir, sen onun efendisisin! Ama, bahçenin dibindeki bakır kapıyı sakın açmayasın! Yoksa bizi bir daha göremezsin, başına da büyük bir felaket gelir! Bundan dolayı sakın bakır kapıyı açma!" dediler.

Bu sözler üzerine, hepsi gelip boynuma sarıldılar ve birbiri ardından beni öptüler, ağlayarak ve "Allah seninle birlikte olsun!" diyerek ayrıldılar. O zaman ben, hanımım, anahtarları elimde tutarak salondan çıktım ve bu sarayın her köşesini ziyaret etmeye başladım. Zaten kızların kollarıyla ruhum ve bedenim öylesine zincirlenmişti ki, sarayı gezecek vakit bulamamıştım. Böylece ilk anahtarla ilk kapıyı aç­tım. Kapıyı açınca, büyük meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçe gördüm bu ağaçlar, tüm dünyada benzerlerini görmediğim kadar büyük ve güzel ağaçlardı, küçük kanallardan akan sular tüm ağaçları suluyor, bu ağaçların meyvelerini irilikten ve güzellikten yana şaşırtıcı kılı­yordu.

Bu meyvelerden, özellikle muzlardan, asil bir Arabın parmaklarına benzer hurmalardan, narlardan, elmalardan ve şeftalilerden yedim. Yemekten doyunca, Tanrı'ya verdiği nimetlerden dolayı şükrettim ve ikinci anahtarla ikinci kapıyı açtım. Bu kapıyı açtığımda, gözlerim ve burnum, küçük kanalların suladığı büyülü güzellikteki çiçeklerle dolu büyük bir bahçe gördü ve kokladı. Bu bahçede, ülkenin emirlerinin bahçelerinde yetişen tüm çiçekler, yaseminler, nergisler, güller, menekşeler, sümbüller, laleler, karanfiller, düğün çiçekleri ve bütün zamanların tüm çiçekleri vardı. Bu çiçeklerin kokusunu içime çektikten sonra, bir yasemin kopardım ve burnumu içine daldırdım ve derin derin kokladım ve de Yüce Tanrı'ya, insanları böyle sevindirdiği için şükrettim.

Bunu izleyerek üçüncü kapıyı açtım, kulaklarım her türden ve her renkten bütün kuşların sesleriyle büyülendi. Bu kuşların tümü, sarısabır ve sandal ağaçlarının çubuk tahtalarından yapılmış bir kafese kapatılmışlardı, bu kuşların içeceği su, yeşimden ve ince, alacalı akikten yapılmış küçük fincan altlıklarında, yemleri de altından küçük taslarda bulunuyordu. Kafesin dibinde taranmış ve sulandı­rılmış kum vardı, kuşlar hallerinden mutlu, Tanrı'ya şükrediyor gibi ötüşüyorlardı. Akşam oluncaya kadar onları dinledim, sonra gidip yattım. Ama ertesi gün, acele kalktım ve dördüncü anahtarla dördüncü kapıyı açtım. Ve, hanımım, orada öyle şeyler gördüm ki, insanoğlu rüyasında bile asla göremez. Büyük bir avlunun ortasında, harika bir çabayla oluşturulmuş bir kubbe gördüm, bu kubbeden üzerindeki altın ve gümüş kakmalı kırk abanoz kapıya çıkan somaki mermer döşenmiş merdivenlere geçiliyor, kanatları açık olan bu kapıların her birinden geniş birer salona giriliyordu, her salon ayrı bir hazine içeriyor ve her hazine benim saltanat sürdüğüm ülkenin değerinden fazla değer taşıyordu. İlk salonda dizilmiş irili ufaklı inci kümeleri vardı, ama irileri ufaklarından fazla idi ve bu incilerin her biri bir güvercin yumurtasından büyük ve tüm aydınlanma halindeki ay kadar parlaktı. Ama ikinci salon zenginlikten yana birincisini geçiyordu; tepesine kadar elmaslar, kızıl yakutlar, mavi yakutlar, lallerle doluydu.

Üçüncü salonda ise sadece zümrüt vardı; dördüncüsünde doğal altın parçaları; beşincisinde dünyadaki her türden altın sikkeleri; altıncısında saf gümüş; yedincisinde çeşitli ülkelerin gümüş sikkeleri vardı. Öteki salonlarda yeryüzünün ve denizlerin bağrında oluşan tüm değerli taşlar, yakutlar, firuzeler, yemen taşları, her renkten akikler, yeşim vazolar, kolyeler, bilezikler, emirlerin ve şahların saraylarında kullanılan her türlü mücevherle doluydu. Ve ben, hanımım, ellerimi ve gözlerimi yukarı doğru çevirdim ve Yüce Tanrı'ya tüm bu güzel şeyleri bağışlamış olmasından dolayı şükrettim. Böylece her gün bir veya iki ya da üç kapıyı açarak ziyaretlerimi sürdürdüm, kırk gün dolasıya kadar...

Nihayet elimde bakırdan yapılmış olan sonuncu kapıyı açacak sonuncu anahtardan başkası kalmadı. Kırk genç kızı düşündüm, onları düşünmek bile bana en büyük mutluluğu veriyordu. Ama melun şeytan, boyna bu bakır kapının anahtarını aklıma getiriyor ve beni müthiş tahrik ediyordu, bu baştan çıkarma, irademden daha kuvvetli idi.

Sonunda bakır kapıyı açtım. Ama gözlerim hiçbir şey görmedi, sadece burnum çok ağır, duygularıma düş­man bir koku duydu ve o anda ve o saatte bayıldım ve kendiliğinden kapanan kapının dışında yere düştüm. Yeniden kendime gelince, şeytanın esinlediği kararımda ısrar ettim ve kapıyı yeniden açtım, bu kez kokuyu daha zayıf olarak duydum.

Bunun üzerine içeri girdim ve kendimi baştanbaşa safranlar serpilmiş, akamber ve günlükle kokulandırılmış mumlarla yanarken o ağır kokuyu çıkaran kokulu yağlar içeren altın ve gümüş şahane lambaların aydınlattığı geniş bir salonda buldum. Ve, bu altın meşalelerin ve lambaların arasında, alnında beyaz bir yıldız bulunan, akıllara durgunluk verecek güzellikte siyah bir at gördüm, sol arka ayağı ve sol ön ayağı baştan aşağı beyazdı, yem teknesi susam ve arpa kırıntılarıyla, yalağı gülsuyuyla kokulandırılmış taze suyla doluydu. Ve ben, hanımım, atlara karşı büyük tutkum olduğundan ve ülkemin en ünlü ata bineni olarak tanındığımdan, bu atın bana tam uyacağım düşündüm, atı dizgininden tuttum, bahçeye çıkardım ve üzerine bindim; ama hiç kıpırdamadı. O zaman boynuna altın zincirle vurdum. Ve birdenbire, hanımım, at, o ana kadar görmediğim iki kara kanat açtı, böğründen korkunç bir şekilde kişnedi, toynağıyla üç kez yeri dövdü ve benimle birlikte göğe doğru uçmaya başladı.

O sırada, hanımım, dünya gözümün önünde döndü, ama baldırlarımı sıkıştırarak iyi bir binici gibi davrandım ve sonunda at alçaldı ve on kör genci bulduğu bakır sarayın taraçası üzerine kondu. Ve tam o sırada, öyle şiddetli şaha kalktı ve öyle aceleyle silkindi ki, yere devrildim, bana yaklaştı ve kanadını yüzüme doğru alçalttı ve ucuyla sol gözüme vurdu ve beni iflah olmaz biçimde kör bıraktı. Sonra göklere ağdı ve uçarak kayboldu. Ve ben, elimi yiten gözüme götürdüm ve kendi kendime sızlanarak ve acıyla elimi silkeleyerek taraça boyunca yürüdüm! Ve birdenbire on gencin yaklaştığını gördüm; beni görünce, "Bizi dinlemek istemedin. İşte uğursuz kararının sonucu!.. Seni yanımıza da alamayız. Çünkü zaten on kişiyiz. Ama, şu ve şu yolları izlersen, Bağdat'a ulaşabilirsin! Orada ünü bize kadar ulaşan Emir-ül Müminin Harun Reşit'i görürsün. Bahtın onun ellerindedir" dediler.

Oradan ayrıldım, başıma gelecek başka felakete katlanamayacağımdan, sakalımı kazıyıp kalender giysilerine bürünüp gece gündüz yolculuk ettim ve Barış Kenti Bağdat'a gelinceye kadar yolculu­ğa devam ettim. Burada şu iki kör dostumu gördüm. Selam vererek burada bir garip olduğumu söyledim onlara... Onlar da "Bizler de garibiz burada!" dediler. Ve işte bu mübarek eve ulaşmamız böyle oldu, efendim, demiş: Ve işte benim gözümü yitirmemin ve sakalımı kazımamın öykü­sü böyledir, diye eklemiş, Bu olağanüstü öyküyü duyan genç ev sahibesi, üçüncü kalendere, "Peki öyleyse, selam ver ve git, seni bağışlıyorum" demiş.

Ama üçüncü kalender, "Gidemem ben, vallahi!" Geri kalanların da öykülerini duymak isterim!" diye yanıt vermiş. O zaman genç kız Halife'ye, Cafer'e ve Mesrur'a dönmüş ve onlara, "Siz de bana öykülerinizi anlatın!" demiş. Bunun üzerine Cafer yaklaşmış ve eve girerken, kapıya bakan genç kıza söylemiş olduğu öyküyü anlatmış. Cafer'in sözlerini de işittikten sonra, genç kız hepsine birden, "Hepinizi bağışlıyorum, birileri ve diğerlerini... Ama buradan çabuk ayrılın!" demiş. Hepsi çıkıp sokağa ulaşmışlar. O zaman Halife, kalenderlere, "Arkadaşlar, şimdi nereye gideceksiniz?" diye sormuş. Onlar da, "Nereye gidebileceğimizi bilmiyoruz" diye yanıt vermişler.

Halife onlara, "Gelin geceyi bizde geçirin!"; Cafer'e de, "Bunları senin evine götür, yarın sabah da bana getir! Bakalım ne yapabiliriz?" demiş. Cafer de Halife'nin emirlerini yerine getirmekte kusur etmemiş. Halife sarayına dönmüş, fakat o gece uykusunun hiç tadı tuzu olmamış, sabahleyin uyanmış ve tahtına oturmuş ve imparatorluğunun tüm başta gelenlerini çağırmış. Bunlarla işini görüp hepsi uzaklaştıktan sonra, Cafer'e dönüp ona, "Bana üç genç kızı, iki dişi köpe­ği ve üç kalenderi getir!" demiş. Cafer oradan hemen ayrılıp hepsini getirerek Halife' nin ellerine teslim etmiş, genç kızlar başlarını pe­çeyle örtmüşler ve Halife'nin önüne gelmişler.

Bunun üzerine Cafer, onlara, "Size kötülük yapmayacağız; çünkü bizi tanımadan bağış­ladınız ve bize iyi davrandınız. Ve işte şimdi de siz, Abbas Hanedanının beşinci torunu Harun Reşid'in elindesiniz. Ona, kendiniz hakkındaki gerçek öyküleri anlatın!" demiş. Genç kızlar Müminlerin Emiri adına görüşen Cafer'in bu sözlerini duydukları zaman, içlerinden en büyükleri ilerlemiş ve "Ey Emir-ül Müminin! Bana ait olan öykü, öylesine şaşırtıcıdır ki, eğer iğnenin ucuyla gözün köşesine yazılsaydı, onu saygıyla okuyan için ders oluştururdu" demiş. Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş ve anlatmaktan vazgeçmiş. Ama On Altıncı Gece Gelince Söze başlayarak: Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki, genç kızların büyüğü Emir-ül Müminin'in huzurunda saygı duruşunda bulunduktan sonra şu öyküyü anlatmış: .....devamı Birinci Genç Kız Zübeyde'nin Öyküsü

İkinci Kalenderin Öyküsü 1 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : İkinci Kalenderin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Gerçekten, ey hanımım, kör olarak doğmadım. Ama şimdi size anlatacağım öyküm, öylesine şaşırtıcıdır ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsaydı, eğitme bakımından değerli bir ders oluştururdu. Bu karşınızda duran, bir şahın oğlu şahtır aslında... Yine bilin ki, asla bir cahil değilim: Kur'an okurum, hem de yedi çeşit kaleme alınışıyla...

Belli başlı kitapları da okurum, bilim üstatlarının temel kitaplarını da... Yıldız bilimi üstüne kitaplarla şairlerin yazdıklarını da. Sonunda, tüm bilimlerin incelemesine kendimi öylesine verdim ki, çağımın tüm yaşayanlarını geçtim. Adım hattatlar nezdinde saygıyla anıldı dahası tüm bölgeler, tüm ülkelerde şöhretim yayıldı, tüm hükümdarlar nezdinde değerim kabul edildi. Bu sırada Hint hükümdarı benden söz edildiğini duymuş babamdan beni kendisine yollamasını, göz kamaştırıcı hediyeler ve şahlara yaraşır armağanlar göndererek, rica etmişti. Babam buna rıza gösterdi ve içi her şeyle dolu altı gemi hazırlatarak beni yola çıkardı. Deniz yoluyla yaptığımız bu yolculuk tam bir ay sürdü, bunu izleyerek bir kıyıya yaklaştık. Orada bizimle birlikte gemilere yüklenen develerimizi ve atlarımızı karaya çıkardık. Hint hükümdarına sunulmak üzere on deve hediye yükledik. Ancak, daha yeni yola koyulmuştuk ki, bir toz bulutu yükselerek bize doğru yaklaştı. Yerin ve göğün tüm bölgelerini örttü ve yolculuğumuzun bir saatini kapladı. Sonradan dağıldı, arasından gazaba kapılmış arslanlara benzer kırk atlı belirdi. İyice bakınca, bunların çöl Arapları, yol kesen haydutlar olduğunu gördük.

Onlar da bizi fark edince, yanımızdaki, Hint hükümdarına sunulacak on deve yükü armağanı da düşünerek kaçmaya başladık. Bizim ardımıza düştüler, dört nala ve dolu dizgin... O zaman biz, işaretler yaparak onlara, "Kudretli Hint hükümdarına yollanan elçiler olduğumuzu, kötülük yapmamalarını" anlatmaya çalıştık. Onlar da bize, "Biz ne onun toprağında yaşıyoruz ne de onun tabileriyiz!" diye yanıt verdiler. Oracıkta benim genç hizmetçilerimden bazılarını öldürdüler, öteki hizmetçilerle ben çeşitli doğrultularda kaçarak kurtulduk. Ancak ben oldukça derin bir yara aldıktan sonra kaçabildim.

Bu sırada, çöl Arapları bizim tüm servetimizi ve develerin sırtında olan hediyeleri yağma etmişlerdi. Bana gelince, kaçışım sırasında nereye yöneldiğimi de ne yapacağımı da bilmez hale gelmiştim. Kaçışımı, bir dağın tepesine ulaşıncaya kadar sürdürdüm orada bir mağara buldum, sonunda istirahat edecek ve geceyi geçirecek bir yer edinmiştim.

Sabahleyin, mağaradan çıktım, şahane ve zengin görünüşlü bir kente ulaşıncaya kadar yürümeyi sürdürdüm. Buranın iklimi öylesine harika idi ki, kış orada hükmünü icra edemiyor, bahar her yanı güllerle kaplıyordu. Bu kente girişimden çok sevinç duymuş, özellikle kaçış ve yürüyüşle yıpranmış bedenimde bir ferahlık hissetmiş­tim. Gerçekten hüzünle sararmış, epeyce değişmiştim. Bu kentte, ne yana yöneleceğini bilemediğim bir sırada, dükkanında dikişle uğraşan bir terzinin önünden geçiyordum, yanına vardım terzinin, selam verdim. Selamımı iade etti ve beni samimiyetiyle oturtmaya çalıştı, kucakladı ve iyi davranışıyla beni, ülkemden ayrılmanın nedenini anlatmaya yöneltti. Bunun üzerine başıma gelen her şeyi, başından sonuna kadar, ona anlattım. Anlattıklarıma çok üzüldü ve bana, "Ey yumuşak yürekli genç adam, kime olursa olsun, bütün bu öyküyü anlatmana gerek yok. Yoksa bu kentin hü­kümdarından sana zarar gelmesinden korkarım çünkü bu zat, babanın en büyük düşmanıdır, ona karşı eski bir intikamı vardır" dedi. Bunu izleyerek, benim için yiyecek içecek hazırladı, ben de yiyip içtim.

O da benimle yedi, içti. Geceyi konuşarak geçirdik bana dükkânında bir köşe ayırdı. Sonra ihtiyacım olan bir şilte ve örtü getirdi. Orada, o da ben de uyumak üzere uzandık. Bu şekilde onun yanında üç gün misafir kaldım bu sürenin sonunda bana, "Senin yaşamını kazanabileceğin bir mesleğin var mı?" diye sordu. Ona, "Tabii! Ben hukuktan nasibini almış bir bilgin, geç­mişin bilimlerinde bir üstat sayılırım. Edebiyat ve muhasebeyi de bilirim!" dedim.

Bana, "Dostum, bütün bunlar bir meslek oluşturmaz" dedi. Beni üzgün görerek, "Ya da belki bir meslektir ama, bizim kentin piyasasında hiç geçerliği yoktur. Burada, bizim kentte, hiç kimse inceleme, yazma, okuma ve hesap yapma nedir bilmez. Sadece yaşamını kazanmaya bakar." Bunu duyunca, çok pişman oldum ve ona, "Gerçekten, vallahi, sana anlattıklarımdan başka yapacak hiçbir şey bilmiyorum" diye tekrarlamaktan başka bir şey söyleyemedim. "Öyleyse, çocuğum, kendini toparla! Bir balta ile bir urgan al! Allah sana daha iyi bir baht hazırlayasıya kadar ormana gidip ağaç keserek geçimini sağla!" dedi.

Bu sözler üzerine, gidip bana bir balta ve bir urgan satın aldı ve beni, onlara emanet ederken iyi tanıtmaya gayret göstererek öteki oduncularla ormana odun kesmeye yolladı. Bunun üzerine oduncular ile yola koyularak ormana vardım. Kestiğim odunları omzuma vurdum, onları kente götürerek yarım dinara sattım. Biraz para harcayarak yiyecek satın aldım, paranın geri kalanını özenle sakladım. Böylece bir yıl boyunca çalışmayı sürdürdüm ve her gün dostum terziyi dükkanında ziyarete gittim. Kö­şemde, bağdaş kurarak dinlendim.

Bir gün, adet edindiğim gibi, ormana gitmiş bir ara öteki odunculardan uzak düşerek, sık ağaçlıklı bir yöreye gelmiştim, orada kendime kuru bir ağaç seçtim ve kökü yöresindeki tüm toprağı kaldırmaya koyuldum. Açtığım yerde bakırdan bir halkası olan bir tahta kapak gördüm. Kapağı kaldırdım. Altında, bir merdivenin uzandığını gördüm, merdivenin dibine kadar indim. Orada bir kapı buldum. Kapıdan girdim ve kendimi göz kamaştıran ve güzel inşa edilmiş bir sarayın salonunda buldum. İçerde en güzel incilere denk gü­zellikte bir kız vardı. Öyle güzeldi ki, onu görür görmez yüreğimin tüm kaygısı, tüm hüznü ve tüm felaketi silindi.

Ona baktım ve hemen böylesi bir güzelliğin ve mükemmelliğin yaratıcısı önünde dize geldim. Bunun üzerine o da bana bakıp, "Sen bir insan mısın, yoksa bir ecinni mi?" diye sordu. Kendisine, 'Bir insanım" diye yanıt verdim. O da bana, "Ama yirmi yıldır insan yüzü görmeden yaşadığım bu mevkie seni kim getirebildi?" dedi. Tatlılık ve zevkle dolu buldu­ğum bu sözlere karşı, "Efendim, beni buraya sevkeden Allah'tır, tüm dertlerimden ve acılarımdan arınayım diye herhalde!" şeklinde yanıt verdim. Sonra da oturup başıma gelenleri, başından sonuna kadar ona anlattım.

Bunları duyunca çok üzüldü ve ağlamaya başladı ve bana, "Ben de sana kendi öykümü anlatayım!" dedi. "Bilesin ki, ben Hint şahlarının sonuncusu olan Abanoz Adası'nın hakimi Şah Aknamus'un kızıyım. Babam beni amcamın oğluyla evlendirmişti. Ama evliliğimin ilk gecesinde, daha bekaretimi yitirmeden, bizzat İblis'in oğlu Racmus'dan olma Cerceris denen ifrit beni kaçırdı. Beni uçurarak getirip bu mevkie bıraktı. Buraya arzu duyabileceğim tatlılar, giysiler, değerli kumaşlar, mobilyalar, yiyecekler ve içecekler taşıdı. O zamandan bu yana, her on günde bir gelip beni görüyor ve bir gece benimle yatıyor, sonra da sabahleyin çekip gidiyor. Bana, bu on gün içinde, kendisinden herhangi bir şey isteyecek olursam, gece olsun gündüz olsun, bu salonun kubbesi altındaki şu tablette yazılı olan iki satıra el değdirmenin yeterli olduğunu bildirdi. Ve gerçekten, o zamandan bu yana, ne zaman bu yazıya dokunsam, onu karşımda görüyorum. Bu kez, onun ayrılmasından buyana dört gün geçti. Daha altı gün burada olmayacak. Acaba sen burada benimle beş gün kalabilir misin? Böylece onun gelişinden bir gün önce buradan ayrılmış olursun!" diye sözünü bitirdi. Kendisine, "Kuşkusuz! Bunu yapabilirim" diye yanıt verdim.

Bunu duyunca çok sevindi ayağa kalktı, elimi tuttu, kemerli bir kapıdan geçirdi, oradan sıcacık ve hoş bir hamama götürdü. Tatlı bir havası vardı, buranın... Orada, çabucak soyundum, o da soyundu,  ikimiz birlikte yıkandık. Banyodan sonra, hamamın serinliğindeki yatağa uzandık bana içmek için miskle karılmış şerbet sundu ve önüme pastalar koydu. Sonra zarif bir konuşma tutturduk, onun tutkunu olan ifritin sağladığı şeyleri yedik, Bunu izleyerek bana, "Bu gece sen uyu, yorgunluğunu gider, yarına iyice dinlenmiş olursun!" dedi. Ben de, hanımım, ona teşekkür ettikten sonra iyice uyumak istiyordum. Ve gerçekten, hemen tüm dertlerimi unutmuş gibiydim.

Uyanınca onu yanımda oturur buldum, bedenimi ve ayaklarımı tatlı tatlı ovuyordu. Allah'a tüm iyiliklerini ona bağışlaması için dualar ettim, sonra oturup bir saat kadar konuştuk. Bana çok tatlı şeyler söyledi. Sonra dedi ki, "Vallahi! Önceleri, bu yeraltı sarayında tek başıma, hüzünle yaşıyordum ve göğsüm daralıyordu. Çünkü konuşacak kimse bulamıyordum ve bu, yirmi yıl sürdü. Ama Allah'a şükürler olsun ki, seni bana yollamakla yüceliğini gösterdi." Sonra o tatlı sesiyle, bana şu dizeleri okudu: Eğer gelişinden biz daha ünce haberli olsaydık halı diye ayaklarının altına yüreğimizin temiz kanını ve gözlerimizin siyah kadifesini sererdik! Yanaklarımızın tazeliğini sererdik ve ipek oyluklarımızın etini yatacağın yere, ey gece yolcusu! Çünkü senin yerin güz kapağımızın üstündedir. Bu dizeleri duyunca, ona elim yüreğimde teşekkür ettim; sevdası yüreğimin daha derinlerine takıldı. Tüm kaygılarım, tüm ıstı­raplarım yok oldu. Sonra oturup aynı bardaktan içmeye koyulduk, bu böylece geceye kadar sürdü, işte o gece, mutluluklar içinde onunla yattım. Ve yaşantımda, o geceye benzer hiçbir gece geçirmedim. Sabah olunca, yeniden yıkandık, birbirimizden çok hoşnut olarak ve de gerçek bir mutluluğun tanığı olarak... Ben, hâlâ çok ateşli idim ve mutluluğumu uzatmak istiyordum; ona, "İster misin, seni yeryüzüne çıkarayım ve seni bu ecinniden kurtarayım?" diye sordum. Bunu duyunca, gülmeye başladı ve bana, "Sus Allah aşkına! Ve sahip olduğunla yetin! Şu zavallı ifrit, on günde ancak bir gün benimle olacak, oysa ben sana her seferinde geriye kalan dokuz günü vaat ediyorum" dedi. Bense şarabın esrikli­ği ve tutkunun ateşiyle sürüklenerek sözden yana ileri gittim ve ona, "Asla! Şimdi duvarında esrarlı yazıt bulunan bu kubbeyi derhal yıkacağım. Bırak ifrit gelsin, onu da mahvedeceğim! Zaten çoktandır yerin üstündeki, yerin altındaki tüm ifritleri yakalayarak öldürmek benim en eğlenceli oyunum olmuştur" dedim.

Bu sözleri duyunca, kız beni yatıştırmak için şu dizeleri okumaya başladı: Ayrılmadan önce süre isteyen sen! Uzaklaşmayı dayanılmayacak kadar katı bulan sen! Asla bağlanmanın, fakat sadece sevmenin güvenli bir yol olduğunu bilmiyor musun? Düşünmeyi ve kendi kendine bıkkınlığın tüm bağlantıların şaşmaz kaidesi ve kopukluğun tüm dostlukların sonucu olduğunu söylemeyi bilmiyor musun? Ama ben, onun bana okuduğu bu dizelerin farkına varmadan, kubbeye şiddetli bir tekme attım!

Öykünün burasında, Şehrazat sabah olduğunu görmüş ve yavaş­ ça susmuş,

On Üçüncü Gece Gelince Demiş ki:

Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki, ikinci kalender, evin genç hanı­mına öyküsünü şu şekilde anlatmayı sürdürmüş: Ben kubbeye bu şiddetli tekmeyi indirince, hanımım, kadın bana, "İşte ifrit! Bize ulaştı. Sana daha önce söylememiş miydim? Ben mahvoldum! Bari sen kaç kurtul! Geldiğin yerden çık, git!" dedi. Bunun üzerine merdivene doğru atıldım. Ama, ne yazık ki korkunun şiddetinden aşağıda sandallarımı ve baltamı unuttum. Böylece, merdivende henüz birkaç basamak çıkmışken, sandalıma ve baltama bir göz atmak için dönüp geriye son bir kez bakınca, yerin varıldığını ve oradan korkunç bir ifritin çıktığım ve kadına, "Bütün bu şiddetin anlamı ne? Başına bir felaket mi geldi?" diye sorduğunu duydum.

Kadın ona, "Hiçbir felaket yok! Birdenbire yalnızlıktan ötürü göğsümün sıkıştığını duydum, göğsümü ferahlatmak için serin bir içki almak üzere ayağa kalktım. Bunu yaparken biraz şiddetle davranmışım ki, kaydım ve kubbenin üstüne düştüm." dedi. Ama ifrit, ona, "Ey alçak Fahişe! Nasıl da yalan söylüyorsun!" Sonra sarayın içine göz gezdirdi, sağa, sola baktı ve benim sandallarım ile baltamı bulmakta gecikmedi. O zaman, "Bu âletlerin burada işi ne? Ha! Söyle! İnsanoğluna ait bu gereçler nereden geldi buraya?" deyince, kadın, "Şimdi senin elinde gördüm bunları... Daha önce hiç fark etmemiştim. Her halde senin sırtında asılı idi ve sen bunları kendin getirmiş olmasın buraya!" dedi. Bunun üzerine ecinni, hiddetinin son derecesine ulaşarak, "Ne saçma sözler bunlar! Çarptırılmış ve saptırılmış!.. Ey sefih kadın, onlar benîm üzerimde falan değildi!" diye haykırdı. Bu sözlerden sonra, onu soydu, çarmıha gerdi, işkence yaparak olup biteni anlatması için sorular sormaya başladı. Ama, ben artık bu kadarına ve kadının döktüğü gözyaşlarına dayanamadım, korkudan titreyerek merdivenden yukarı çıktım. Dışarıya çı­kınca kapağı önceki gibi yerleştirdim, üstünü de toprakla örterek gözlerden gizledim. Yaptığım harekete pişmanlığın son kertesinde pişman oldum. Ve genç kadını, onun güzelliğini ve bu alçak ifritin yirmi yıldır onunla birlikte kalan bu kadına uyguladığı işkenceleri düşünmeye koyuldum. Ve özellikle benim yüzümden de işkenceye uğradığını düşünerek acı duydum. Ve, o anda kendi babamı da, onun ülkesini de, şimdiki oduncu olarak yaşadığım sefil koşulları da düşündüm ve ağlayarak bu hüzünlü konuda bir şiir okumaya koyuldum. Bunu izleyerek, dostum terzinin dükkânına ulaşıncaya kadar yürüdüm ve onu, birkaç günlük yokluğumdan dolayı, yanan bir sobanın üzerinde oturur gibi telaşlı buldum. Orada beni merakla bekliyormuş. Bana, "Dün, her zamanki gibi dönmediğini görünce yüre­ğim senin için sızlayarak geceyi geçirdim. Ormanda vahşi bir hayvanın seni parçaladığından ya da başına benzer bir felaket geldiğinden korktum, Ama Tanrı 'ya şükürler olsun ki, dönüp geldin!" dedi. Bunu duyunca, gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür ettim dükkâna girdim, köşeme oturdum ve başıma gelenleri düşünmeye başladım, kubbeye attığım tekmeden dolayı kendimi suçladım.

Birden bire dostum terzi içeri girdi ve bana, "Dükkanın kapısında biri var, bir tür Acem diyeceğim, seni soruyor elinde de senin baltan ve sandalların var. Kentteki tüm odunculara bunları göstererek ve de 'Sabahleyin ezanı duyunca namaz kılmak üzere camiye giderken yolda bunları buldum, kimin olduğunu bilmiyorum, acaba siz biliyor musunuz?' diyerek dolaşmış. Oduncular, baltayı ve sandalları görünce, bunların sana ait olduğunu bildiklerinden bu Aceme, hemencecik burayı tarif etmişler. Şimdi orada duruyor, dükkanın kapısında seni bekliyor. Haydi, çık da zahmetlerinden ötürü teşekkür edip baltanı ve sandallarını al!" dedi. Ama ben, bu sözleri duyunca, sarardığı­ mı ve korkudan tüm bedenimin çöktüğünü hissettim. Bu bitkin haldeyken, birdenbire, oturduğum yerde toprak yarıldı ve söz konusu Acem ortaya çıktı. Bu, o ifritti.

Bütün bu sürede genç kadına işkence etmişti, hem de ne işkence! Ama kadın hiçbir şey itiraf etmemiş­ ti. Bunun üzerine balta ve sandalları almış ve ona, "Sana İblis'in soyundan gelme Cerceris olduğumu kanıtlayacağım! Bu balta ile bu sandalların sahibini buraya getirip getiremeyeceğimi göreceksin!" demiş. İşte buraya, bu hileyi kullanarak, size söylediğim tarzda, odunculardan soruşturarak gelmiş. Böylece toprak yarılarak şiddetle yanıma geldi ve bir an bile kaybetmeden, beni alıp kaçırdı! Uçup göklere yükseldi, sonra inip toprağa gömüldü! Bana gelince, tüm ayırt etme yeteneğimi kaybetmiştim. Tam o sırada şehvetin tadını tattığım yeraltı sarayına girdik. Orada genç kadını gördüm, böğründen kan akıyordu. O zaman gözlerim yaşla doldu. Ama ifrit ona yöneldi, kolunu sıkıp, Ona "Ey sefihe! İşte dostun karşında!" dedi. Bunun üzerine genç kadın bana baktı ve "Ben onu hiç tanımıyorum onu sadece şu anda, şimdi gördüm" dedi. İfrit de ona, "Nasıl? Suçun kanıtı karşında duruyor ve sen hâlâ itiraf etmiyor musun?" diye haykırdı. O zaman kadın, "Onu tanımıyorum, ben. Ömrümde onu görmedim. Ve Tanrı huzurunda yalan söylemek bana yakışmaz" dedi. Bunun üzerine ifrit, ona "Eğer gerçekten tanımıyorsan, al şu kılıcı, onun başını vur!" dedi. Bunun üzerine kadın kılıcı aldı, bana doğru geldi, kar­şımda durdu. O sırada, korkudan sapsarı, merhamet diler gibi ona kaşlarımla olumsuz bir işaret yaptım ve gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı akmaya başladı.

O da bana göz kırptı ama yüksek sesle "Tüm felaketlerimizin nedeni sensin!" dedi. Bunu duyunca yeniden kaşlarımla işaretler yaptım ve ifrit anlamasın diye ona iki anlama gelebilecek dizeler okumaya başladım: Gözlerim, dilimi gereksiz bıraktıracak kadar seninle konuşmasını biliyor. Yüreğimdeki gizli sırları sadece gözlerim açıklar sana! Suni görünce tatlı gözyaşlarım akar durur ve ben susarım. Çünkü gözlerim içimdeki ateşten yeterince söz eder. Kirpikler kırpışarak, tüm duyguları anlatır bize, anlayışlı olanlar için parmakların kullanılması hiç gerekmez. Kaşlarımız tüm öteki şeylerin yerini tutar. Susalım öyleyse! Ve sözü sadece aşka bırakalım! Genç kadın, benim işaretlerimin ve dizelerimin anlamını kavradı ve ifritin kılıcını fırlatıp attı. Bunun üzerine ifrit kılıcı aldı, bana verdi ve "Uçur şunun boynunu, seni bırakırım, hiçbir kötülük yapmam" dedi. Ben "Peki!" dedim ve kılıcı alarak cesaretle ilerledim ve kolumu kaldırdım. Bunu gören kadın, kaşlarıyla işaret yaparak, haliyle, "Ben sana haksızlık ettim mi?" demek istedi. Gözlerim yaşla doldu, ben de elimden kılıcı attım ve ifrite "Ey kudretli ifrit, ey güç­lü ve yenilmez kahraman! Eğer bu kadın, sence, inanç ve akli fukarası olsaydı, kafamın kesilmesini haklı bulması gerekirdi; oysa, kafamı kesip atmamış, bunun yerine kılıcı fırlatıp atmıştır. Böyle olunca, ben nasıl olur da onun başını kesme hakkını kendimde bulurum? Özellikle daha önce hayatımda hiç görmediğim bir kimseye bunu nasıl yapabilirim? Dolayısıyla, bu işi kesinlikle yapamam ben, kötü ölümün zehrini senin elinden içsem bile!" Bu sözlerim üzerine, ifrit "Hah! Şimdi aranızdaki aşkın ne olduğunu anladım" diye haykırdı. Ve o zaman, hanımım, bu alçak kılıcı aldı, vurarak genç kadı­nın elini kesti, sonra yeniden vurarak öteki elini kesti, sonra da sağ ayağını ve sol ayağını kesti. Ve böylece dört vuruşla, dört organını kesiverdi. Ve ben bunları gözlerimle izledim ve ölecekmişim gibi bir duyguya kapıldım.

Bu anda genç kadın bana kaçamak bir bakış fırlattı ve göz kırptı. Ancak, ne yazık ki, ifrit bunu gördü ve "Ey orospunun kızı! Gözlerinle bile zina işlemektesin!" diye haykırdı. Bunun üzerine kadının boynuna vurarak kafasını uçurdu. Sonra bana döndü ve "Bil ki ey insanoğlu! Biz ecinnilerin yasasında zina yapan eşin öldürülmesine izin verilmiş, hatta teşvik edilmiştir. Böylece, bu genç kadını, dü­ğün gecesinde, başkası ona sahip olmadan, henüz on iki yaşındayken kaçırmıştım, ben...

Onu buraya getirdim, on günde bir gelip onu görüyor, geceyi onunla geçiriyor, bir Acem kılığına girerek onunla oluyordum. Ama, onun beni aldattığını anladığım gün, onu öldürdüm. Zaten o beni sadece gözleriyle aldatmıştı, sana bakarak kırptığı gözleriyle... Sana gelince, onunla zina yaptığından emin olmadığımdan, seni öldürmeyeceğim. Ama ardımdan gülmemen ve gururunu kırmak için sana bir ceza vermek, ama bu cezanın çeşidini sana seçtirmek istiyorum. Haydi seç bakalım!" dedi. Bunu duyunca, hanımım, ölümden kurtulacağımı görerek sonsuz bir sevince kapıldım. Bu da beni, bu bağışlamayı kötü kullanmaya yöneltti. Ona, "Tüm cezalar içinden nasıl bir ceza seçileceğini bilemiyorum. Hiç verilmemesini yeğlerdim!" dedim. Öfkelenen ifrit, ayağını yere vurarak, "Sana seç dedim! Seni hangi kılığa sokarak büyüleyeyim, onu seç! Bir eşek kılığına mı dönüştüreyim? Yoksa bir köpek kılığına mı sokayım seni? Bir katır kılığına mı? Yahut ta bir karga kılığına? Yoksa bir maymun kılığına mı soksam?"

Bunu duyunca, tam bir bağışlanma umduğumdan, daima işin kaçamağına giderek, "Allah aşkına! Ey kudretli İblissin soyundan gelen Cerceris üstat, sen beni bağışlarsan, Tanrı da seni bağışlar. Çünkü sana hiç bir zarar vermemiş olan zavallı bir Müslümanı bağışlarsan, Allah da seni nasıl ödüllendireceğini pekâlâ bilir." Ve dua üzerine dualar okuyarak, kendimi alçakgönüllülükle ellerine terk ederek yalvarmayı sürdürdüm ve ona, "Beni haksız yere mahkıım ediyorsun!" dedim.

O da bana, 'Ölmek istemiyorsan, sus artık! İyi niyetimi kötüye kullanma, çünkü mutlaka seni büyülemem gerek!" dedi. Bu sözler üzerine beni kaldırdı, üzerimizdeki kubbeyi ve tüm sarayı yıktı, benimle birlikte göklerde uçtu. Öyle yükseldik ki, yeryüzünü bir su çanağı şeklinde gördüm. Bundan sonra bir dağın tepesine indik ve beni oraya bıraktı, eline bir parça toprak aldı, üzerine, "Ham, hum, ham!" diye homurdanarak bir şeyler okudu, sonra birkaç kelime telaffuz etti, sonra bu toprağı, "Bulunduğun halden çık, bir maymun ol!" diye haykırarak, üzerime serpti. O anda, hanımım, bir maymun oldum. Hem de nasıl bir maymun! En az yüz yaşında ve oldukça çirkin! Kendimi, bu halde görünce, ilkin hiç hoşlanmadım ve sıçramaya başladım, gerçekten maymun gibi sıçrıyordum. Sonra, bunun bir şeye yaramayacağını düşünerek, kendi halimi ve geçmişimi düşünerek ağlamaya başladım. İfrit korkunç bir neşeyle gülüyordu, sonra da gözden kayboldu.

Bunun üzerine bahtın haksızlıklarını düşünmeye koyuldum ve bahtına sahip olmanın insanın elinde olmadığını anladım. Bundan sonra, dağın tepesinden, ta dibine kadar yuvarlana yuvarlana indim. Ve geceleyin ağaçlar üzerinde uyuyarak yol almaya başladım. Bu yolculuk, Tuzlu Deniz'in kıyılarına ulaşıncaya dek bir ay sürdü. Orada bir saat kadar eyleştim. Sonunda, denizin ortasında, uygun rüzgarla kıyıya yaklaşmakta olan bir gemi gördüm. Bunun üzerine, bir kayanın arkasına saklanıp bekledim. Gemiden çı­kan adamların oraya buraya gidip geldiğini gördükten sonra, cesaretimi topladım ve gemiye sıçradım. Bunu gören adamlardan biri, "Bu kötü görünüşlü yaratığı kovun buradan!" diye haykırdı. Bir di­ğeri, "Yo, onu öldürün!" diye bağırdı.

Bir üçüncüsü, "Evet! Şu kılıçla onu öldürelim!" diye bağırdı. Bunu duyunca, ağlamaya başladım ve pençemle kılıcın ucunu tuttum, gözyaşlarını akıp duruyordu. Bunu gören kaptan bana acıdı ve onlara, "Ey tacirler, bu maymun bana yalvarıyor, yalvarışını duyuyorum, korumam altına alıyorum onu. Kimse ona dokunmasın, kovmasın ve de tedirgin etmesin!'' dedi. Sonra bana seslenerek tatlı ve güzel sözler söylemeye başladı ve ben, onun tüm sözlerini anlıyordum. Böylece beni hizmetçi olarak yanına aldı, ben onun her türlü işini görüyor ve gemide hizmetinde bulunuyordum. Elli gün boyunca rüzgâr uygun esti. Sonunda içinde oturanların sayısını ancak Tanrı'nın bilebileceği büyük bir kente ulaştık. Oraya ulaştığımızda, kentin hükümdarı tarafından bize yollanan köleleri gördük. Bunlar yaklaşarak tacirlere, "Hoşgeldiniz!" dediler. "Hükümdarımız sizin teşrifinizle memnunluklarını bildirdi ve şu parşömen tomarım size vermekle bizi görevlendirdi ve de, her birinizin hüsnü hatla birer satır yazı yazmanızı diledi" dediler. Bunun üzerine, ben, her zamanki maymun kılığım altında, kalktım ve ellerinden şiddetle parşömeni kaptım ve onlardan biraz uzağa doğru sıçrayarak uzaklaştım.

Bunu görünce parşömeni yutacağımdan ya da suya atacağımdan korktular. Bunun üzerine işaretle onlara yazı yazmayı bildiğimi ve yazmak istediğimi anlattım. Kaptan onlara, "Bırakın yazsın! Çiziktirdiğini görürsek, yazmasını engelleriz ama, gerçekte, hüsnü hat biliyorsa, onu oğlum olarak kabulleneceğim. Çünkü ömrümde bundan akıllı maymun görmedim" dedi. Bunun üzerine kalemi elime aldım, hokkaya daldırarak iki yanının da iyice mürekkebe bulanmasını sağladım ve yazmaya başladım. Böylece içimden geldiği gibi dört kıta yazdım; bunların her biri ayrı üsluplara göre, ayrı tarzlarda idi: İlk kıt'a rika'a tarzına göre, ikincisi reyhani, üçüncüsü sülûsi, dördüncüsü de mûşik tarzlarında idi. Zaman cömert kimselerin hayırlı işlerini ve bağışlarını çoktan belirlemiştir ama, seninkileri sayıp dökmekte asla taşan sağlayamamış, umutsuzluğa düşmüştür. Tanrıdan sonra, insanoğlu senden başkasına başvurma? çünkü sen tüm iyilikseverlerin babasısın! Sana onun kaleminden söz edeceğim: Onun kalemi! Kalemlerin îlki ve kökenidir! Kudreti şaşırtıcıdır, ünlü bilginlerin birçokları onun sayesinde payidar olmuşlardır. Bu kalemden, onu tuttuğum parmak uçlarından başlayarak beş hitabet ve şiir dünyaya, ırmağa akar. Sana onun ölmezliğinden söz edeceğim, ölmeyen yazar yoktur elbet! Ama zaman onun ellerinden çıkan yazıyı ölümsüz, kılar! Bundan dolayı, kaleminin. Diriliş gününde, seni gururlandıracak şeylerden başkasını yazmasına izin verme! Eğer hokkayı açarsan, oraya kalemini, bağışçıya özgü satırlar, iyilikle dolu satırlar yazmaktan başka maksatla batırma! Ama, onu bağış uğrunda kullanamayacaksan, hiç değilse güzellik uğrunda kullanmak için batır! Ve, böylece, en büyük yazarlar aracında sayılanlardan olursun!

Yazma işini bitirince, parşömen tomarını ona uzattım. Hepsi büyük bir hayranlık duydular, sonra her biri sırayla en güzel yazılarıyla birer satır yazdılar. Bundan sonra köleler, tomarı hükümdara götürmek üzere uzaklaştılar. Hükümdar tüm yazıları inceledikten sonra, dört ayrı tür ve üslupta yazılmış olan benimkinden başkasını beğenmemiş. Zaten ben bir şahın oğluyken, bu marifetimle bütün dünyada ün sağ­lamıştım. Bunun üzerine hükümdar, yöresinde bulunan tüm dostlarına ve kölelerine, hepiniz gidip bu güzel yazının sahibini görün! Ve de giyinsin diye bu hilatı kendisine verin! Ve onu benim katırlarımın en güzeline bindirerek çalgılı bir alayla buraya, yanıma getirin!" demiş. Bu sözleri duyunca hepsi gülmeye başlamışlar. Ve hükümdar, bunu fark edince, çok kızmış ve "Nasıl! Size bir emir veriyorum ve siz bana gülüyorsunuz ha!" diyerek haykırmış, Ona, "Ey çağımızın hükümdarı, sizin sözlerinize gülmek ne haddimize! Ancak size, bunca güzel yazıyı yazanın bir âdemoğlu olmadığını, gemi kaptanının maymunu olduğunu söylemek zorundayım" diye yanıt vermişler. Bunun işiten hükümdar son derece şaşırmış, sonra neşeli kahkahalar koparak, "Bu maymunu satın almak isterim" diye haykırmış. Sonra da, tüm saray halkına gemiye gidip bu maymunu görmelerini, yanlarına da katırı ve hilatı almalarını emretmiş ve onlara, "Onun kesinlikle bu hilata bürünmesini ve katıra bindirilerek buraya getirilmesini istiyorum" demiş. Bunun üzerine hepsi gemiye geldiler ve beni kaptandan, baş­tan satmak istememesine karşın, çok yüksek bir fiyatla satın aldı­ lar. Sonra, ben, kaptana işaretle ondan ayrıldığımdan dolayı çok üzgün olduğumu anlattım. Sonra da beni alıp götürdüler, hilatla donatarak ve katıra bindirerek... O kentin uyumlu çalgılarının sesine uyarak yola koyulduk, tüm kentte oturanlar ve tüm orada yaşayan insan varlıkları, şaşkınlık içinde, bu görülmedik manzarayı büyük bir merakla izliyorlardı. Beni hükümdarın huzuruna götürdüklerinde, onu görünce, ayaklarının ucundaki toprağı üç kez öptüm, sonra da hareketsiz kaldım. Kral beni oturmaya davet etti bense dizüstü kaldım.

Bunun üzerine orada bulunan herkes, benim yüksek terbiyeme ve davranı­şımın kibarlığına hayran oldu. En büyük hayranlığı da hükümdar duydu. Ben böyle dizüstü durur durmaz, hükümdar, orada bulunanların hepsinin ayrılmalarını buyurdu ve herkes çekip gitti. Sarayda, hükümdar, baş haremağası, bir gözde köle ve benden başka kimse kalmadı, hanımım! Bunun üzerine hükümdar, yiyecek bir şeyler getirilmesini emretti. Bir sofra yaydılar ve üzerini canın çekebileceği, gözün zevkine varacağı her şeyle donattılar ve hükümdar bana bunlardan yememi işaretle anlattı.

Bunun üzerine ayağa kalktım ve ayaklarının ucundaki toprağı yedi kez öptüm ve büyük bir nezaketle sofraya oturarak ve de geçmiş eğitimimi hatırdan çıkarmayarak yemeye başladım. Sofrayı kaldırdıklarında, ben de ayağa kalktım, gidip ellerimi yıkadım sonra da mürekkep hokkasını, kalemi ve bir parşömen parçasını alarak Arap mutfağının yüceliğini öven şu dizeleri yazdım: Ey tatlılar, parmakla sarılmış ince, lezzetli, hoş tatlılar! Sizler tiryakisiniz, panzehirisiniz tüm zehirlerin! Siz olmasanız tatlılar, asla hiçbir şeyi sevemezdim sizler benim tek ümidim, tüm ihtirasımsınız! Serilmiş bir sofranın ortasındaki büyük bir tepside, yağ ve bal içinde yüzen nefis kokulu bir künefeyi gören yüreğim nasıl titrer! Ey künefe! Sevindirici, iştah verici bir saç demeti halinde inceltilmiş künefe! Arzum, sana duyduğum arzumun haykırışı, ey künefe, ne yücedir! Seni soframda görmeden bir gün geçeceğine, ey künefe, ya künefe! Ölümü göze alsam yeridir! Hele şurubun! Tapılası, nefis şurubun! Onu yiyip, onu içip gece gündüz, öteki dünyada da aynı zevki alırdım!

Bunu izleyerek, kalemi ve yaprağı yerine koydum ve ellerimi yı­kayarak uzak bir yerde saygıyla oturdum. O zaman hükümdar yazdıklarıma baktı ve okudu; okuduklarına son derece hayranlık duydu ve "Bir maymunun böylesine belagat sahibi olması ve bu kadar güzel yazı yazması mümkün müdür? Yarabbi! Bu harikaların da ötesinde bir harika!" diye haykırdı. Bu sırada hükümdarın önüne bir satranç tahtası getirildi, hü­kümdar işaretle bana, "Oynamasını bilir misin?" diye sordu. Ben de başımı sallayarak, "Evet, bilirim" işareti verdim. Bunun üzerine satranç tahtasının başına geçerek oyunu düzenledim ve hükümdarla oynadım. Onu iki kez yendim. Hükümdar buna ne diyeceğini bilemiyor, zihni karma karışık düşünüyordu.

Sonra, "Bu bir âdemoğlu olsaydı, bilgiden yana çağının tüm yaşayanlarını geçerdi" dedi. Bunun üzerine hükümdar, haremağasına, "Kızım olan genç hanımının yanına git! ve ona, "Ey hanımım, çabucak hükümdarın yanı­ na gel!' de! Zira, kızımın bu olup biteni izlemesini ve bu harika maymunu görmesini istiyorum" dedi, Bunun üzerine haremağası gitti ve biraz sonra hükümdarın kı­zı olan genç hanımıyla birlikte geri döndü. Kız beni görür görmez, örtüsünün ucuyla yüzünü kapatarak, "Babacığım, nasıl oluyor da, burada yabancı erkekler varken, beni huzurunuza çağırıyorsunuz?" diye sordu. Hükümdar, ona, "Kızım, burada, benden, gördüğün şu genç köleden ve seni çağıran harem ağasından, bir de şu maymundan başka kimse yok ki! Öyleyse kimden yüzünü gizliyorsun?" diye sordu.

Bunun üzerine genç kız, "Bil ki, babacığım, bu maymun bir şahın oğludur. Babası Aymarus adlı bir şahtır. Uzaktaki bir kara ülkesinin sahibidir, bu şah... Bu maymun onun oğlunun büyülenmiş halidir. İblis'in soyundan gelme ifrit Cerceris, Abanoz Adaları'nın şahı Aknamus'un kızı olan kendi eşini öldürdükten sonra, onu bu hale sokmuş. Senin gerçek bir maymun sandığın bu yaratık aslında bir erkektir hem de bilgili, iyi eğitilmiş ve çok akıllı bir erkek!" dedi. Bu sözleri duyunca, hükümdar çok şaşırdı ve bana, "Kızının söyledikleri doğru mu?" diye sordu. Bunun üzerine başımla, "Evet! Doğrudur!" işareti verdim ve ağlamaya başladım. Bunun üzerine hükümdar kızına, "Fakat sen onun büyülendiğini nasıl anladın?" diye sordu. Kız, "Babacığım, ben küçükken, annemin hizmetinde bulunan yaşlı hanım birçok hileler bilen ve büyü konusunda çok bilgili biriydi. Bana büyücülüğü o öğretti.

O zamandan bu yana, bu konuda, daha da derinleştim. Kendimi yetiştirdim ve hemen hemen yüz yetmiş türlü büyü öğrendim. Bu büyülerin en önemlilerinden biri olarak bende, senin sarayını bütün taşlarıyla ve kentle birlikte oldu­ğu gibi Kaf Dağı'nın ardına taşıma ve de bu ülkeyi ayna gibi bir deniz, içinde yaşayanları da balık haline sokma kabiliyeti de var!" dedi. Bunu duyan babası, "Öyleyse, kızım, Allah'ın inayetiyle bu genç adamı kurtar da ben onu vezirim yapayım! Sen böylesine yeteneklere sahip olasın da, ben bilmeyeyim ha! Kurtar onu kızım, kurtar da vezir yapayım! Herhalde kibar ve zeki bir genç olmalı bu!" dedi. Ve genç kız, "Tüm dost ve cömert yüreğimle ve gerekli saygıyla" diye yanıt verdi. Öyküsünün tam burasında, Şehrazat, sabah olduğunu görmüş ve yavaşça susmuş. .....devamı İkinci Kalenderin Öyküsü 2

İkinci Kalenderin Öyküsü 2 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : İkinci Kalenderin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

On Dördüncü Gece Olunca

Demiş ki: İşittim ki ey bahtı güzel şahım, ikinci kalender evin sahibesine demiş ki: Ey hanımım, genç kız bu sözleri duyunca, üzerinde İbranice sözler yazılı bir bıçak alarak bununla sarayın ortasına bir daire, bu dairenin de ortasına has isimler ve tılsımlı çizgiler çizdi sonra kendisi bu dairenin ortasında durarak sihirli sözcükler mırıldandı ve çok eski bir kitaptan kimsenin anlamadığı şeyler okudu ve böylece birkaç saniye geçti. Birdenbire sarayın bizim bulunduğumuz yanı, karanlık içinde kaldı. Karanlık öylesine koyu idi ki, dünya yıkılmış da, yıkıntılar altında kalmışız gibi bir hisse kapıldık. Ve birdenbire ifrit Çerceris, en korkunç ve iğrenç haliyle elleri çapa, ayakları direk, gözleri de alevli iki meşale gibi, önümüzde belirdi. Bunu görünce, hepimiz dehşet içinde kaldık. Fakat hükümdarın kızı ona, "Sana hoş geldin demeyeceğim! Yürekten bir karşılama da yapmayaca­ğım, ey ifrit!" dedi.

Bunu duyan ifrit de ona, "Ey haine! Yeminine nasıl ihanet edersin? Bana yemin etmedin mi ve hiçbirimiz diğerinin işine karışmayacak ve karşı çıkmayacak diye anlaşma yapmadık mı? Öyleyse, ey haine! Seni bekleyen felaketi hak ettin! Al bakalım!" dedi ve ifrit, birdenbire korkunç bir arslana dönüştü ve tüm genişliğiyle ağzını açarak kızın üzerine atıldı. Bunu gören kız, çabucacık, saçlarından bir tel kopardı ve ağzına yaklaştırıp sihirli sözcükler mırıldandı, saç birdenbire keskin bir kılıca dönüştü. Kız kılıcı eline aldı, şiddetle arslana saldırdı, onu ikiye böldü. Ama arslanın yuvarlanan başı birdenbire bir akrebe dönüştü ve sokmak için kızın topuklarına doğru ilerledi ama genç kız birdenbire dev bir yılana dö­nüştü ve kötü akrebin üzerine saldırdı ikisi birden çekişmeli bir dövüşe giriştiler. Ama akrep birdenbire bir akbabaya dönüştü, yılan da akbabanın üzerine çullanan bir kartala... Kartal ile akbabanın dövüşü bir saat kadar sürmüştü ki, akbaba birdenbire siyah bir kediye dönüştü genç kız da hemen bir kurda,..

Sarayın orta yerinde kedi ile kurt dövüşüp müthiş bir savaşa giriştiler. Ve kedi yenilece­ğini anlayınca yeniden değişti ve kocaman bir nar oldu, kırmızı ve koskocaman ve avludaki çeşmenin yalağına düştü. Kurt da yalağa saldırdı, tam onu yakalayacakken, nar havaya doğru fırladı. Fakat, çok büyük olduğundan, olanca ağırlığıyla mermerin üstüne düşüp yarıldı o vakit tüm taneler oraya buraya saçıldı. Kurt da bir horoza dönüşerek gagasıyla taneleri toplayıp birer birer yutmaya başladı. Ortada bir tek tane kalmış, horoz da onu yutmak üzere iken, bu tane birdenbire horozun gagasından düşüverdi, çünkü talih ve kader böyle olmasını istiyordu ve havuzun yanındaki yarığa sokuldu, horoz onun nereye sokulduğunu göremiyordu.

O zaman kanat çırparak ötmeye başladı ve de gagasıyla bize işaret veriyordu; fakat biz onun ne dilini ne de bize demek istediklerini anlayabiliyorduk. O zaman onu anlamayan bize öyle bir ötüşle haykırdı ki, saray üzerimize yıkılıyor sandık. Sonra horoz avlunun yöresinde dört dönerek taneyi aramaya koyuldu, tam yalağın yarığında onu görüp gagasıyla tutacağı sırada, tane suya atıldı ve bir balık olarak suyun içine daldı. O zaman horoz korkunç bir balinaya dönüşerek balığı avlamak üzere suya daldı. Gözümüzden bir saat kadar kayboldu.

Bu sürenin sonunda yüksek haykırışlar duyduk ve korkudan tir tir titredik ve birdenbire ifritin o korkunç ifrit haliyle, ama tutuşmuş bir karbon kö­mürü gibi ateş halinde ve gözlerinden ve burnundan ateşler ve dumanlar fırlayarak ortaya çıktığını gördük. Onun ardından da genç kız, hükümdarın kızı olarak, fakat o da ateşler içinde, eriyen bir maden halinde görüldü ve hemen hemen yanımıza kadar gelmiş olan ifriti izlemeye başladı. Hepimiz diri diri yanmak korkuları geçirdik ve de suya atılmak üzere idik ki, ifrit ansızın korkunç bir sesle haykırarak bizi durdurdu, avluya bakan salonun oltasında bize saldırdı ve yüzümüze doğru ateşten bir nefes üfledi! Ama genç kız da ona erişti ve o da onun yüzüne ateşten bir nefesle soludu. Ama bütün bu solumalar bize de ulaşıyordu; kızın soluğu etkilemiyordu ama, ifritin soluğu etkiliyordu. Böylece benim gözüme de bir kıvılcım değdi, maymun halindeki sol gözüme ve düzelmez şekilde kör etti.

Bir kı­vılcım da hükümdarın yüzünün alt kısmına değerek sakalı ve ağzı dahil yüzünün yansını yaktı ve tüm alt dişlerini döktü. Bir kıvılcım da haremağasının göğsüne düştü, her yanı ateş aldı ve oracıkta yanarak öldü, o anda ve o saatte! Bu sırada, genç kız boyna ifriti izliyor ve ona ateş püskürüyordu. Ama birdenbire bir ses duyduk: "Tek Yüce olan Tanrı'dır. Tek kudretli olan Tanrıdır! İnsanların en şereflisi Muhammet'e iman etmeyen dönmelerden o da yüz çevirir!" diyordu.

Bu ses, hükümdarın kızının sesiydi. Bize eliyle işaret ederek tüm olarak yanmış bulunan ve kül kesilen ifriti gösterdi. Sonra yanımıza geldi ve "Çabuk! Bana bir tas su getirin!" dedi. İstediği yapıldı. Suyun üzerine anlaşılmaz sözler telaffuz etti. Sonra üzerime bu suyu serpti ve bana, "Tek ger­çek olanın adına bu kılıktan kurtul! Ve Kadiri mutlak olan Tanrı'nın inayetiyle önceki haline dön!" dedi, Bunun üzerine ben yeniden geçmişteki gibi, insan kılığına döndüm. Ama bir gözüm kor kalmıştı. Bunu gören genç kız teselli olsun diye, bana, 'Ateş yeniden ateş olmuştur, benim zavallı çocuğum" dedi. Sonra sakalı yanmış ve dişleri dökülmüş olan babasına da aynı sözleri tekrarladı. Sonra da, "Bana gelince, babacığım, ben de ölece­ğim çünkü bu ölüm bahtımızda yazılıydı.

İfrite gelince, bir insan olsaydı, onu öldürmem hiç zor olmayacaktı, ilk darbede onu öldürürdüm. Ama beni yoran ye bana acı veren, narın tanelere bölünmesi oldu; çünkü gagalamak fırsatını bulamadığım tane, esas taneydi ve ecinninin ruhu onda gizliydi. Bu taneyi zamanında gagalayabilseydim, ifrit o anda mahvolmuştu. Yazık ki, onu göremedim. Bu yüzden ifritlet karada, havada ve suda dövüşmeye zorlandım ve bir selamet kapısı açtığı her seferinde ben ona bir kaybetme kapısı açtım, sonunda da o müthiş ateşle baş etme çabasına girdim. Bir kez ateşle kavgaya girilince, ölümü göze almak gerek!

Ama talih bana, kendim yanmadan önce ifriti yakmayı nasip etti. Ancak, onu öldürmeden önce onu, yüce İslam dininin temeli olan imanımıza davet etmeye niyet ettim. Ama reddetti, ben de onu yakıp tükettim. Ama, sı­ram geldi, ben de ölüyorum. Allah yardımcınız olsun!" dedi. Bu sözlerden sonra, içini yakan ateşle mücadele etmeye başladı sonunda siyah kıvılcımlar saçılıp göğsünü ve yüzünü tutuşturdu. Ateş yüzüne ulaşınca, ağladı ve "Tanrı'dan başka Tanrı bulunmadığına ve Muhammet'in onun resulü olduğuna tanıklık ederim" dedi.

Ağzından bu sözler çıkar çıkmaz, onun, İfritin yanı başında kül yığını haline geldiğini gördük. Bunu görünce onun derdine düştük ben, eski haliyle parlak bir varlık olan ve bana pek çok iyilikleri dokunan bu kızın böyle bir " kül yığınına döndüğünü görmektense, onun yerine ölmeyi dilemekteydim. Ama Tanrı'nın iradesine kim karşı çıkabilir ki! Hükümdar, kızının bir kül yığınına dönüştüğünü görünce, sakaldan yana kendisinde ne kaldıysa yoldu, yanaklarını tokatladı ve giysilerini yırttı. Ben de aynı şeyleri yaptım.

İkimiz birlikte kızın anısına ağladık durduk. Bunun izleyerek saray mabeyincileri ve nazırlar geldi. Sultanlarını iki kül yığınının başına çökmüş, ağlamaktan bitkin bir halde buldular. Buna çok şaştılar ve hükümdarın yöresinde hiçbir şey konuşmaya cesaret edemeden, bir saat kadar dolandılar. Sonra hükümdar biraz kendine gelir gibi oldu ve onlara kızı ile ifritin arasındaki olup biteni anlattı. Hepsi birden, "Allah! Allah! Ne büyük felaket, ne uğursuzluk!" diye haykırdılar. Sonra yanlarında kadın köleleri olduğu halde, tüm saray kadınları geldiler ve tam yedi gün boyunca, başsağlığı ve matemle ilgili merasimler yapıldı. Bu sürenin sonunda hükümdar, kızının külleri konmak üzere büyük bir türbe yapılmasını emretti. Büyük bir aceleyle inşaat tamamlandı, türbenin içi gece gündüz yanan kandiller ve fenerlerle donatıldı.

İfritin küllerine gelince, bunları da Tanrı'nın lanetini dileyerek göğe savurdular. Ancak Sultan, tüm bu acıları tattıktan sonra, onu neredeyse ölecek hale getiren bir hastalığa tutuldu. Bu hastalık bir ay kadar sürdü. Ve, sonra biraz kendini toparlayınca, beni çağırttı ve "Ey genç adam! Sen buraya gelmeden önce, biz, burada, hepimiz bahtın kötü­lüklerinden uzak, tam bir mutluluk içinde yaşıyorduk. Başımıza bu dertlerin gelmesi, senin ortaya çıkmanla başladı.

Keşke seni de bizi bu felaketlere uğratan uğursuz yüzünü de hiç görmeseydik. Çünkü, ilkin, yüz erkeğe bedel değerde olduğu kesin kızımın kaybına neden oldun, sonra da senin yüzünden, bu yanmalardan ötürü dişlerim döküldü ve de benim zavallı haremağam, kızımı yetiştiren bu iyi yürekli hizmetkar bildiğin şekilde öldü. Ama bunlarda senin hiç suçun yok. Çare de sen değilsin. Bütün bunlar sana ve bize Tanrı'nın takdiriyle ulaştı. Yine de, kızımın seni, kendini ölüme atma bahasına kurtarmasına vesile olduğu için Tanrı'ya şükür ediyorum. Bahtımız buymuş! Ama artık, bu ülkeden uzaklaş evladım! Çünkü senin yüzünden başımıza gelenler artık yeter olsun! Ama tüm bunlar Tanrı'nın takdiridir. Git artık! Allah selamet versin!" dedi.

Bunu duyunca, hanımım, hükümdarın nezdinden, selamete ulaşacağıma pek inanmayarak ayrıldım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Ta yüreğimde, baştan sona kadar felaketleri hatırlıyordum: çöl haydutlarının beni nasıl sağ salim bıraktıkları, bir ay kadar süren yolculuğum, yorgunluklarım, bir yabancı olarak girdiğim kent ve terzi ile karşılaşmam, yeraltında yaşayan genç kadına rastlamam ve tatlı bir özdenlikle birlikte geçen güzel saatler, ilkin beni öldürmeye niyetli olan ifritin elinden kurtulmam ve de kaptanın hizmetine girmeden önce maymuna dönüşmemden, yazdığım hüsnü hattan ötürü oldukça yüksek bir fiyatla hükümdara satılmama ve kurtuluşuma kadar geçirdiklerim başından sonuna kadar gözlerimin önünden geçti. Ve de özellikle, ne yazık ki, gözümü yitirmeme neden olan son olay. Ama 'Hayatımı yitirmektense gözümü yitirmem yeğdir!" diyerek Tanrı'ya şükür ediyordum.

Bundan sonra, kenti terk etmeden önce, yıkanmak üzere bir hamama girdim. Orada sakalımı kazıdım, hanımım, bu kalender kılığında güvenle yolculuk edeyim diye... O günden beri her gün ağlamaktan kendimi alamıyor ve başıma gelen felaketleri, özellikle sol gözümü yitirişimi dü­şünüp duruyordum ve bunları her düşündüğümde sağ gözümü yaş buruyor ve görmemi engelliyor, ama şairin şu dizelerini düşünmeme engel olmuyor: Bahtın darbelerini yedikten yok sonra, acılarını duydum. Tüm dünya, sabrın kendinden de acı bir şeye katlandığımı bilsin diye, katlanılmaz dertlere katlandım yine de. Çünkü sabrın, solu kişilerin deneyimle tanıdığı, kendine özgü bir güzelliği vardır. Ne olursa olsun, Tanrı'dır ancak karar veren kullarının başına geleceklere! Benim esrarlı sevgilim, yatağımın tüm gizemlerini bilir. Hiçbir sır, sırların en gizemlisi bile, ondan gizli kalamaz. Bu dünyada zevkler olduğunu söyleyenlere gelince, acı günleri yakında tadacaklarını söyle onlara.

Bu kenti bırakıp yola çıktım, birçok ülkelerden geçtim, birçok başkentler gördüm; sonra da, barış kenti Bağdat'a yöneldim.

Burada Emir-ül Müminin'e ulaşıp ona tüm başıma gelenleri anlatmak umudundaydım. Uzun günlerden sonra sonunda bu gece Bağdat'a ulaştım. Burada bu kardeşi, ilk kalenderi buldum çok perişandı, ona selam verdim; selamımı aldı ve "Tanrı seni esirgesin ve kutsasın!" dileğinde bulundu. Bunun üzerine onunla konuşmaya koyuldum, sonra da bu üçüncü kardeşimizin yaklaştığım gördük. Selam verip aldıktan sonra, onun da burada bir garip olduğunu öğrendik. "Bizler de burada iki garibiz. Bu kutsal kente bu gece geldik!" dedik. Sonra üçümüz birden, birlikte yürüdük. Hiçbirimiz diğerlerinin öyküsünü bilmiyorduk. Baht ve talih bizi bu kapıya yöneltti ve yanınıza geldik! Ey hanımım, işte benim de kesik sakallarımın ve yitirdiğim gö­ zümün nedenleri bunlardır, dedi. Bunun üzerine evin genç hanımı, bu ikinci kalendere, "Senin öykün gerçekten çok şaşırtıcıymış. Sen öyleyse temennanı verip Tanrı'nın sana açacağı yola koyul!" dedi. Ancak kalender, "Gerçekten üçüncü arkadaşımın Öyküsünü işitmeden gitmek istemem!" dedi. Bunun üzerine üçüncü kalender ilerledi ve dedi ki... devamı Üçüncü Kalenderin Öyküsü

Birinci Kalenderin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Birinci Kalenderin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

On Birinci Gece gelince sözünü sürdürmüş:

Ey bahtı güzel şahım! İşittim ki, genç kız hiddete kapıldıktan sonra gülmeye başlayınca, erkek grubuna yaklaşmış ve "Ne anlatılması gerekiyorsa, bana anlatın! Çünkü bir saatlik ömrünüz kaldı. Zaten, böyle sabır gösteriyorsam, sizlerin fakir kimseler olmanızdandır, zira siz kabilenizin en saygınları ya da en zenginleri arasında bulunsaydınız ya da yöneticilerden olsaydınız, sîzi cezalandırmak için çok daha acele davranırdım" demiş. Bunu duyan Halife, Cafer'e "Vay başımıza gelenlere Cafer! Kim olduğumuzu ona açıkla, yoksa bizi öldürtecek!" demiş. Cafer, 'Layık olduğumuzdan başka şey gelmedi başımıza!" diye yanıt vermiş. Ancak Halife, "Ciddi olunması gereken bir sırada zevzeklikler yapmaya gerek yok, her şeyin bir sırası var" demiş. Bunun üzerine genç kız, kalenderleri çağırmış ve onlara, "Sizler kardeş misiniz?" diye sormuş. "Hayır, bizler sadece fakirlerin en fakirleriyiz. Mesleğimizi vantuz çekerek ve hacamat yaparak kazanırız diye yanıt vermişler. Bunun üzerine kız içlerinden birine sormuş; "Tek gözlü olarak mı doğdun?" diye. O da, "Yok vallahi! Ama gözümü yitirişimin öyküsü, öylesine şaşkınlık vericidir ki, gözün bir köşesine yazılsaydı, onu saygıyla okuyanlara bir ders oluşturdu" demiş. İkincisi, üçüncüsü de aynı yanıtı vermişler. Sonra da hepsi birden, "Her birimiz ayrı bir ülkedeniz ve öykülerimiz şaşırtıcı, serüvenlerimiz olağanüstü gariptir" demişler. Bunu duyan genç kız onlara dönüp "Her biriniz öyküsünü ve evimize geliş nedenini anlatsın! Sonra da teşekkür için elini alnına götürüp kendi bahtına yürüsün!" demiş. İlerleyip öyküsünü ilk anlatan hamal olmuş: "Ey efendim, ben erkek halimle bir hamaldan başka bir şey değilim. Alış verişe çıkan hemşireniz beni tuttu ve pazar yapıp benimle buraya geldi. Burada, sizin de çok iyi bildiğiniz şeyler başıma geldi. Onları tekrarlamak istemiyorum, nedenini bilirsiniz. Benim tüm öyküm bu işte... Zira buna tek bir söz eklemeyeceğim. Size selamet dilerim!" demiş.

Bunun üzerine genç kız ona, "Haydi öyleyse! Yerinde olup olmadığını anlamak için, elinle başını yokla! Saçını sıva ve çek git!" demiş. Ama hamal, "Yok vallahi! Buradan arkadaşlarımın öykülerini dinlemeden gitmek istemiyorum" demiş. Bunun üzerine kalenderlerden biri öyküsünü anlatmak için ilerlemiş ve demiş ki:

Ey hanımım! Beni sakalını kesmeye zorlayan ve gözümü yitirmeme neden olan olayı size bildireceğim. Bilin ki benim babam bir şahtı. Onun da, bir başka ülkede şah olan bir kardeşi vardı. Doğumumla ilgili olarak, annemin beni dünyaya getirdiği gün, bir tesadüf eseri, amcamın da bir erkek çocuğu olmuştu. Yıllar geçti; ben ve amca oğlum büyüyüp delikanlılık çağına girdik. Size söylemem gerekir ki, birkaç yılda bir, amcamı ziyaret ederek orada birkaç ay kalmayı âdet edinmiştim. Onu son ziyaretimde, amcamın oğlu beni, her zamankinden daha eli açık ve daha cömertçe karşıladı, koyunlar, kestirdi onuruma, ender şaraplar damıttı. Sonra içmeye başladık, o kadar çok içtik ki, şarap bize egemen oldu.

Bunun üzerine amcamın oğlu, bana "Ey amcamın oğlu! Bambaşka bir sevgiyle sevdiğim senden, önemli bir şey yapmanı istiyorum; dilerim ki, bunu reddetmeye ya da yapmayı kararlaştırdığım şeyden beni vazgeçirmeye kalkışma!' dedi. Ona, "Kuşkusuz ve de tüm dostça ve cömertçe bir yürekle!" diye yanıt verdim. Bunun üzerine, tam güven sağlamak için, bana kutsal dinimiz üzerine yemin verdirerek bu en kutsal güvenceyi aldı. Sonra birden ayağa kalktı ve birkaç anlık bir ayrılmadan sonra, ardında, süslü harika kokular sürünmüş ve de hatırı sayılır bir bedelle sağlandığı anlaşılan gösterişli giysilere bürünmüş bir kadınla geri döndü ve bana, "Bu kadının elinden tut ve sana göstereceğim yere kadar önümden git!" dedi ve iyice anlamamı sağlayacak biçimde açıklamalar yaparak bana bir yer belirledi. "Orada başka mezarlar arasında bir türbe bulacaksın, beni orada bekle!" dedi. Bunu reddedemezdim. Zaten sağ elimi kaldırarak ettiğim yemin karşısında sözümden de dönemezdim. Kadının elinden tuttum, yola çıktım ve onunla türbenin kubbesinin altına ulaştım. Orada oturup amcamın oğlunu beklemeye başladık. Biraz sonra onun, elinde dolu bir tasla bir torba alçı ve bir küçük baltayla içeri girdiğini gördük. Doğruca kubbe altındaki mezara yöneldi ve mezarın üzerindeki taşlan birer birer kaldırdı, bir yana yığdı. Sonra da elindeki baltayla mezarın topraklarını, küçük bir kaya büyüklüğünde demir bir kapak meydana çıkasıya kadar kazdı, kapağı açtı, altından aşağıya doğru inen kemerli bir merdiven görüldü. Bunun üzerine kadına doğru döndü ve işaret ederek ona, "Haydi bakalım! Seçimini yap!" dedi. Kadın merdivenden indi ve gözden kayboldu. Bunun üzerine yeğenim bana döndü ve "Amcamın oğlu! Bana sağladığın hizmeti tamamlamanı diliyorum senden. Ben de inip şuraya girince, kapağı yeniden kapatacak ve toprağı eskisi gibi üzerime yığacaksın!

Böylece yüklendiğin hizmeti tamamlamış olacaksın. Torbada bulunan bu alçıyla tasta bulunan suya gelince bunlan iyice karıştır. Sonra da mezarın taşlarını önceki gibi iyice yan yana getirerek, birleşme yerlerini bu karışımla eskisi gibi sıva! Bunu öylesine yap ki, kimse anlayıp, 'İşte alçısı yeni, ama taşları eski bir mezar demesin!' Çünkü ey amcamın oğlu! Bu, pekâlâ mümkündür. Çünkü ben bir yıldır burada çalıştım ve bunu Tanrımdan başkası bilmiyordu. Senden dileğim budur" dedi. Sonra da ekledi: "Ey amcamın oğlu, Tanrı beni, senden ayrılmanın hüznüyle kahretsin inşallah!" dedi. Sonra da merdivenden inip mezara gömüldü. Gözlerimden hayali silinince ayağa kalktım, benden yapmasını istediklerini yaptım, öylesine ki, mezar eskisi gibi oldu. Sonra amcamın sarayına döndüm. Ama amcam sürek avında idi, ben de yatmaya gittim. Ertesi gün sabah olunca, bir gece önce olup bitenleri düşünmeye başladım, özellikle kendim ile amcamın oğlu arasında geçenleri.,, ve yaptığım işten dolayı pişmanlık duydum. Ama pişmanlık bir şeye yaramıyor. Bu yüzden mezarlığa döndüm ve söz konusu mezarı aramaya başladım ama bir türlü bulamadım. Akşama kadar araştırmamı sürdürdüm, bir sonuç alamadım. Bunun üzerine saraya döndüm. Ne bir şey içebildim ne bir şey yiyebildim, tüm düşüncem, amca oğlumun anısına takılıyordu, ne olup bittiğini bir türlü kavrayamıyordum. Bu yüzden sonsuz bir kedere düştüm ve sabahlara kadar üzüntüyle kahroldum. Amca oğlumun yaptıklarını düşünerek ertesi sabah yeniden mezarlığa gittim, onu dinlemekle ne denli hata ettiğime pişmanlar olmuştum ama bulma olanağını sağlamaksızın bütün mezarlar arasında onu yeniden aradım.

Bu araştırmalarımı yedi gün sürdürdüm, bir türlü mezarın gerçek yolunu bulamadım. Bunun üzerine kaygılarım ve kötü yorumlarım o dereceyi buldu ki, çıldırıyorum sandım. Dertlerime bir çare ve bir huzur bulmak üzere bir gezi düşledim ve babamın yanına dönmek üzere yola çıktım. Babamın ülkesinin kapısına vardığım anda, bir grup adam ortaya çıktı, üzerime atılıp kollarımı bağladılar. Bu davranışa son kertede şaşırdım çünkü ben ülkenin sultanının oğluydum, bunlarsa babamın hizmetçileri ve benim genç kölelerimdi. Birdenbire çok korktum ve kendi kendime, "Kim bilir babamın başına neler geldi!" dedim. Bunun üzerine kollarımı bağlayanlara bu konuda sorular sordum ve hiçbir yanıt alamadım. Ama bir süre sonra benim genç kölelerimden olan birisi, bana, "Zamanın koşulları, baban için kötüye dönüştü. Askerler ona ihanet etti, onu öldürdüler. Bize gelince, seni ele geçirmek için pusuda beklemekteydik" dedi. Bunun üzerine, beni alıp götürdüler ve ben sanki artık bu dünyaya ait değilmişim gibi buluyordum kendimi. İşittiğim haberler beni öylesine üzmüş, babamın ölümü beni öylesine acıya boğmuştu. Beni, babamı öldürtmüş olan vezirin huzuruna götürdüler. Bu vezir ile benim aramda eski bir düşmanlık vardı. Bu düşmanlığın nedeni, benim kundaklı yay kullanma merakımdı. Günlerden bir gün öyle bir rastlantı oldu ki, babamın terasındayken, büyük bir kuş vezirin sarayının terasına kondu o sırada vezir de orada bulunuyordu. Okumla kuşu vurmak istiyordum, ama ok kuşu ıskaladı ve vezirin gözüne değdi. Allah'ın takdiri ve yazılı hükmüyle gözünün içine gömüldü.

Şairin dediği gibi:

Bırak baht hükmünü yürütsün, dünya yargıçlarının evlenmelerine çare aramaktan vazgeç!Olup bitenler önünde asla sevinme ve de yerinme!Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürüp gitmez. Bahtımızın çizgisine uyduk, Baht'in bize yazdığı mısranın tüm harflerine baş eğdik Çünkü Baht'in yazgısını saptadığı kimse, onu izlemekten öte bir şey yapamaz.

Kalender sözlerini şöyle sürdürdü:

Kollarım bağlı, huzuruna çıkarıldığımda, vezir boynumun vurulmasını emretti. Bunun üzerine kendisine dedim ki, "Hiçbir suçum olmadığı halde beni öldürecek misin?" Bana, gözünü göstererek, "Bundan daha önemli bir suç olabilir mi?" diye sordu. Kendisine, "Bunu dikkatsizlikten yaptım" dedim. Bana, "Sen bunu dikkatsizlikle yapmışsan, ben de bilerek yapıyorum" dedi; sonra da haykırdı: "Onu bana teslim edin!" diye... Beni ellerine teslim ettiler. Bunun üzerine elini uzattı, parmağını sol gözüme soktu ve beni tamamen kör etti.

İşte o zamandan beri, hepinizin gördüğü gibi, körüm. Bundan sonra vezir beni bağlattı ve bir sandığa koydu. Sonra da cellada, "Bunu sana emanet ediyorum. Kılıcını kınına sok ve onu buradan al götür, kentin dışına çıkar ve orada öldür, bedenini orada bırak, vahşi hayvanlar yiyip bitirsin!" Bunun üzerine cellat beni alıp götürdü, şehrin dışına çıkıncaya kadar yürüdük. Orada beni sandıktan çıkardı, kollarım bağlı, ayaklarım zincirli idi, öldürmeden önce gözlerimi de bağlamak istedi, O zaman ağlamaya ve şu dizeleri okumaya başladım: Düşman mızraklarından beni sakınman için her deneyden geçmiş sağlam bir zırh olarak üstlenmiştim seni; sen bir mızrağın delip geçen sivri uçlu sert demirin ta kendisi idin. Kudret benim elimde iken, cezalandırılması gereken sağ kolum, silahı güçsüz sol koluma aktarırdı. Ben, böyle davranırdım. Sen de beni, lütfen bağışla: Bırak sadece düşmanlarım, ıstırap oklarıyla beni delsinler! Düşmanca işkencelere uğramış zavallı ruhuma, sessizliği armağan et! Sözcüklerin sertliği ve ağırlığıyla onu sıkıştırma! Bana sağlam zırhlarla hizmet etsinler diye dost edindim. Zırhlara büründüler, ama bana karşı, düşmanlarımla birlikte oldular! Öldürücü oklarıyla beni savunsunlar istedim! Okları donandılar! Ama kalbimde yara açtılar. Ateşli bir ruhla yürekler ürettim, onları sadık kılmak istedim, sadık oldular evet! Ama başka aşklar içim,. Sebatlı olsunlar diye tüm gayretimle emek verdim onlara! Sebatlı oldular evet: Ama ihanette. Cellat okuduğum bu dizeleri duyunca, bir zamanlar babamın celladı olduğunu hatırladı ve de ona bizzat yaptığım iyilikleri... ve bana: "Ben seni nasıl öldürürüm? Ben ki senin itaatkâr kölenim" dedi. Sonra da, "Haydi kaç! Hayatını kurtarıyorum. Ama bu ülkeye bir daha gelme, yoksa mahvolursun ve beni de seninle birlikte mahvedersin!" demiş.

Hani şair ne demiş:

Git! Kurtar kendini dostum! Kurtar canını tüm bağların zulmünden! Ve bırak evleri, onları inşa edenlere mezar olsunlar! Git! Seninkinden başka topraklar bul! Kendi ülkenden başka ülkeler! Ama asla, kendi canından başka can bulamazsın! Düşün! Tanrının toprakları sonsuz genişlikteyken, seni alçaltan bir ülkede yaşamanın ne kadar anlamsız, ne kadar şaşırtıcı bir şey olduğunu!

Yine de! Tanrı bir kimsenin yazgısını belli bir yerde öleceği üzre yazmışsa; bahtının çizdiği ülkede ölmekten başka elinden ne gelir? Ve özellikle, unutma ki: bir arslanın boynu, o arslanın ruhu tüm özgürlük içinde gelişip büyümedikçe, gelişip büyümez!

Cellat bu dizeleri okuyup bitirince, ellerine sarılıp öptüm. Ben de gerçekten kurtuluşu uzaklara kaçıp gitmekte buldum. Oradan uzaklaşırken, ölümden kurtulduğumu düşünerek gözümü yitirmenin acıyısını unuttum. Gezimi sürdürerek amcamın ülkesine ulaştım. Onun huzuruna çıktım ve ona, babam ile başıma gelenleri ve gözümü nasıl yitirdiğimi anlattım. Bunu duyunca gözyaşlarınan boğuldu ve haykırarak "Ey kardeşimin oğlu! Sen gelip dertlerime dert kattın. Ben de sana zavallı amcanın oğlunun günlerden beri ortalıktan yittiğini, başına ne geldiğini bilmediğimi ve hiç kimsenin de onun nerede olduğunu bana söyleyemediğini bildirmeliyim!" dedi. Yanı sıra öylesine ağlamaya başladı ki, sonunda dayanamayıp bayıldı. Kendine geldiğinde bana "Çocuğum, amcanın oğlu için ne denli üzüldüğünü gördün. Sen de gelip, babanın ve kendinin başına gelenleri anlatarak beni kahrettin! Ama, senin yaşamını yitirmektense gözünü yitirmiş olmayı yeğ tutmanı dilerim!" dedi. Bu sözleri üzerine, amcamın oğlunun başına gelenleri ondan saklayamadım. Ona tüm gerçeği açıkladım. Sözlerimi duyunca amcam sonsuz bir sevince kapıldı, gerçekten oğlu için verdiğim bilgi onu çok sevindirmişti: "Bana bu mezarı çabuk göster!" dedi. Ben de, "Vallahi amca yerini bilemiyorum. Orayı bulmak için çok mezarlığa gittim, bir türlü yerini bulamadım" dedim.

Bunun üzerine, ben ve amcam, mezarlığa gittik ve bu kez, sağa sola bakınırken, sonunda mezarı tanıdım. İkimiz de çok sevindik ve türbenin içine girdik. Toprağı ve kapağı bulduk, ben ve amcam elli ayak merdiven indik. Merdivenin sonuna ulaşınca, bize doğru bir dumanın yükseldiğini gördük, âdeta bizi kör edercesine... Ancak amcam, söyleyenin tüm korkularını dağıtan bir duaya başladı, "Yüce ve Kudretli Tanrı'dan daha yüce ve daha kudretli varlık yoktur" diyerek. Bunun üzerine ilerledik; un, her türlü hububat, her çeşitten yiyecek ve de başka şeyler dolu bir salona ulaştık. Salonun ortasında örtüyle çevrelenmiş bir yatak vardı. Amcam, perdeyi çekip yatağa baktı, orada oğlunu, kendisiyle birlikte mezara inen kadının kollarında buldu. Ama ikisi de kömür gibi simsiyah olmuşlardı, sanki ateş dolu bir çukura atılıp yanmışlar gibi. Bunu gören amcam, oğlunun yüzüne tükürdü ve 'Bunu hakketmişsin sen, alçak! Kötü dünyanın cezası bu ama öbür dünyada görülecek hesap var ki, daha müthiş ve daha acımasızdır" diye haykırdı. Bunu söyleyerek, yeniden suratına tükürüp ayağından pabucunu çıkarıp oğlunun suratına fırlattı. Pabucun tabanı oğlanın suratına rastladı. Öyküsünün tam burasında, Şehrazat, sabahın yaklaştığını gördü, verilen izinden daha fazla yararlanmayı istemediğinden, sustu.

Fakat On ikinci Gece Gelince Demiş ki:

Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki, Halife ve Cafer'in de dahil olduğu tüm topluluğu önünde kalender genç kıza, öyküsünü anlatmaya şöyle devam etmiş: Amcam, pabucunun tabanıyla oğlunun yüzüne vurduktan sonra, orada kömür kesilmiş yatan bir ölüye karşı yapılan bu hareketi şaşkınlıkla karşıladım. Ve amcamın oğlu adına çok üzüldüm, özellikle genç kadınla birlikte onları böyle kara kömüre dönmüş görünce... Sonra şöyle dedim: "Aman Allah! Amcacığım, bir parça gönlünün kederini yatıştır. Ben, tüm benliğim ve yüreğimle çocuğunun başına gelenden üzüntü duyuyorum. Özellikle bu hale düşmelerine... Genç kadınla birlikte kara kömüre dönüşmelerine... Ve de sana, bir baba olarak bununla yetinmeyip pabucunun tabanıyla oğlunun yüzüne vurmana.' Amcam bunu duyunca şu öyküyü anlattı: "Ey kardeşimin oğlu! Bil ki, şu benim oğlum, çocukluğundan beri kendi öz kızkardeşinin aşkıyla tutuşmuştur. Ben, onu hep kızdan uzak tuttum kendi kendime de, 'Sakin ol! Bunlar daha çok genç! diyordum. Ama hiç de öyle değilmiş! Ergenlik yaşlarına ulaşır ulaşmaz, aralarında o kötü hareket oluverdi. Bunu öğrenince, ilkin inanmadım doğrusu... Yine de onu müthiş azarladım ve dedim ki, 'Bu alçakça hareketlerden sakın! Ne senden önce ne de senden sonra kimse bunu yapmamıştır ve yapmayacaktır. Yoksa, hükümdarlar arasında, ölünceye kadar, utanç ve iğrençlik içinde kalacağız. Ve atlı tatarlar, tüm dünyaya öykümüzü aktaracaklar! Bundan dolayı hareketlerine çok dikkat et, yoksa seni lanetler ve öldürürüm!' dedim. Sonra kızdan onu ayırmak için gayret gösterdim, kızı da ondan. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu alçak kız, onu dayanamayacak kadar seviyormuş! Sanki şeytan kötülüğünü onlarda denemiş. Oğlum, onu kızkardeşinden ayırdığımı görünce, kimseye belli etmeden, yeraltında bu yeri yaptırtmak zorunda kalmış. Ve gördüğün gibi, buraya yiyecekler getirmiş ve de her şeyler. Benim yokluğumdan yararlanarak, sürgün avında bulunduğum sırada, kız kardeşiyle gelip buraya yerleşmiş. Yüce ve övülesi Tanrı'nın adaleti, insanı nasıl etkiliyor! Burada ikisini de yakıp kömüre döndürmüş. Ama öbür dünyadaki cezalan daha da müthiş ve katı olacaktır!" dedi. Ve oracıkta amcam ağlamaya başladı, ben de onunla birlikte ağladım. Sonra bana, "Bundan böyle, onun yerine sen benim oğlum olacaksın!" dedi.

Ben, bir saat kadar, bu dünyanın işleri üzerine düşünceye daldım. Bu arada, vezirin emriyle babamın öldürülüşünü, tahtının hileyle ele geçirilişini, hepinizin bildiği denli gözümün çıkarılışını ve oldukça garip bir tarzda amcamın oğlunun başına gelenleri... Ve kendimi tutamayıp ağladım. Bundan sonra mezardan çıktık, kapağı yeniden kapadık, sonra da toprakla örttük, mezarı tamamen eski haline soktuk. Sonra da saraya döndük. Oraya henüz ulaşmış ve oturmuştuk ki, silahların çatışma seslerini duyduk, ardından da borazan ve davul seslerini... Sonra da savaşçıların koşuşturduklarını gördük, tüm kent, uğultularla, gürültülerle ve atların nallarından çıkan tozlarla dolmuştu ve ruhumuz olup biteni anlayamamaktan gelen şaşkınlık içindeydi. Sonunda, amcam şah, bütün bunların nedenini sordu, ona "Kardeşin vezir tarafından öldürülmüş, sonra da aynı vezir tüm asker ve birlikleri toplayarak acele buraya sevketmiş, kenti baskınla elde etmek için... kentte oturanlar karşı duramayacaklarını anlamışlar; böylece kenti kolayca elde etti" diye yanıt verdiler. Bu sözleri duyunca, ben kendi kendime "Hiç kuşku yok ki, eline düşersem, beni kesinlikle öldürtür" diye düşündüm ve yeniden dert ve kaygılar ruhumda birikmeye başladı, yeniden annem ve babamın başlarına gelen felaketi düşünerek hüzünlendim. Artık ne yapacağımı bilemiyordum. Öte yandan ortaya çıkarsam, kentte oturanlar ve babamın askerleri beni tanıyacaklar ve beni öldürmek ve ortadan yok etmek için arayacaklardı! Bu yüzden sakalımı kazımaktan başka çare bulamadım ve sakalımı kazıdım, başka giysiler giyerek kılığımı değiştirdim ve kenti terk ettim ve bu Bağdat şehrine doğru yol aldım. Burada güvenli olacak ve beni Emir-ül Müminin Harun Reşit'in sarayına götürecek birini bulacaktım. Ona bütün öykümü ve serüvenlerimi anlatacaktım. Başıma herhangi bir dert gelmeden, bu gece Bağdat'a ulaştım. Nereye gideceğimi, ne yandan geldiğimi hiç bilmiyordum, şaşkınlık içindeydim. Birdenbire kendimi bu kalenderle karşı karşıya buldum; ona selam verdim ve "Ben bir yabancıyım" dedim. O da, "Ben de yabancıyım" dedi. Dostça konuşurken bir de baktık, üçüncü arkadaşımız olan şu kalender bize doğru yaklaştı; selam verdi; bize, "Ben burada yabancıyım" dedi. Biz de selam alıp, "Biz de yabancıyız" diye yanıt verdik. Böylece karanlık bizi ansızın bastırıncaya kadar birlikte yürüdük. Bahtımız bizi, bir arada, sizin yanınıza mutlulukla sürükledi, ey efendilerim! Ve benim kesik sakalımın ve oyulmuş gözümün öyküsü böyledir,demiş.

Birinci kalenderin anlattığı öykü üzerine genç kız, ona "Pekâlâ! Haydi bakalım! Şimdi, bir parça başım okşa ve çabuk uzaklaş buradan!" demiş. Ama birinci kalender ona, "Ey hanımım, buradaki bütün arkadaşların öykülerini işitmedikçe gitmek istemiyorum" demiş. Bütün bu zaman sürecinde, orada bulunanlar bu şaşırtıcı öyküye hayran kalmışlar. Halife de Cafer'e, "Gerçekten, ben de ömrümde şu kalenderin anlattığına benzer serüven işitmemiştim" demiş. Bunun üzerine birinci kalender, bağdaş kurarak bir yana oturmuş, ikinci kalender ilerlemiş ve evin genç hanımının önünde elleri arasında yeri öpüp şu öyküyü anlatmış. ....devamı İkinci Kalenderin Öyküsü

Kapı Otomatiği Nedir? Çalışma Prensibi Nasıldır? Bağlantı ve Montajı Nasıl Yapılır? Zincirsiz Kapı Otomatiği

Kapı Otomatiği Nedir? :

Kapı otomatiği çok katlı konutlarda ana giriş kapısını otomatik olarak açmada kullanılan devre elemanıdır.

Apartman veya diğer binaların ana giriş (cümle kapı) kapılarının, ısı kaybı ve güvenlik açısından kapalı tutulması gerekir. Bu amaçla kapı, genelde hidrolik bir kol düzeneği ile sürekli kapalı tutulur. Dışarıdan gelen kişiye kapının otomatik olarak açılmasını sağlayan elektrikli elemana kapı otomatiği denir.

Kapı Otomatiği Çeşitleri :

1- Elektromekanik zincirli kapı otomatiği
2- Zincirsiz akıllı kapı otomatiği

Kapı otomatiği üzerinde gergi zincirleri vardır. Bu gergi zinciri ayarlanarak iyi bir açılma sağlanmaktadır. Yeni yapılan kapı otomatiklerinde bu zincir düzeneği kaldırılmıştır. Kapı otomatiğine enerji geldiğinde direk kapı açılmaktadır.  

Kapı Otomatiğinin Yapısı :

Yapı olarak bobin, nüve, palet, yay, kurma kolu gibi parçaların birleşiminden oluşur. Kapı otomatiğinin bobinine AA 8-12 Volt uygulandığında bu eleman elektromıknatıs haline gelerek paleti çeker. Paletin hareket etmesi tırnak düzeneğini çalıştırarak sert yaylı açma düzeneğiyle kapıyı açar.

Bazı kapı otomatikleri üzerinde bulunan kırmızı buton ile tek dokunuşla kapı kilidini açabilirsiniz.

Zincirsiz akıllı kapı otomatiği : 


Çalışma voltajı: 12V-15V AC
Üç fonksiyon: Kapı otomatiği, kapı kilidi ve kapı topuzu
Zincir gerektirmez.
Açma butonuna basıldığında kapı kilidini açar,
Bir süre sonra kilidi kendiliğinden kapatır.
Kilidin, zincir, dil vs. ile kurulmasına gerek yoktur.
Aktif olduğunu belirten ikaz ışığı vardır.
Tutma topuzu ile kapıyı ve kilidi rahatça açabilirsiniz.

Kapı Otomatiği Montaj ve Bağlantılarının Yapılması :

1- Kapı otomatiğinin kapağını tornavida ile sökünüz.
2- Kapı otomatiğini elinizle kapının üzerinde tutarak duvara bağlayacağınız gerdirme zincirinin uzunluğuna göre kapı otomatiğinin delikleri için ölçü alınız.
3- Uygun matkap ucunu seçerek kapı üzerine aldığınız işaretleri deliniz.
4- Uygun sac vidaları kullanarak kapı otomatiğinin montajını yapınız.
5- Gerdirme zincirini takacağınız sac parçasının montajını duvara yapınız.
6- Zinciri çekerek bir tarafını duvadaki sac parçasına, diğer tarafını kilide takınız.
7- Zincirleri kontrol ederek çok gergin veya çok gevşek ise zincir ayarlarını tekrar yapınız.
8- Kapı otomatiği için daha önce çekmiş olduğunuz kablonun uçlarını uygun şekilde açınız.
9- Kapı otomatiğinin üzerindeki klemensin vidalarını gevşeterek uçlarını açtığınız kabloları klemense yerleştiriniz ve vidaları sıkınız.
10- Kapı otomatiğinin kapağını kapatınız.
11- Katlardaki herhangi bir kapı otomatiği butonuna basarak kapı otomatiğinin çalışıp çalışmadığını kontrol ediniz.

Bir Kat Bir Daireli Kapı Otomatiği ve Zil Tesisatı Açık ve Kapalı Şeması Konu Anlatımı için tıklayınız....

Çağırma ve Bildirim Tesasatlarında Kullanılan Zil Tanımı, Çeşitleri ve Çalışma Prensibi Nasıldır?


Zil Tanımı :

Elektrikli haberleşmenin çağırma ve bildirim devrelerinde genellikle zil kullanılır. Ziller yapı bakımından mekanik ve elektronik olarak ikiye ayrılır. Mekanik zilde elektromıknatısın çekip bıraktığı tokmak çana vurarak ses çıkarır. Elektronik zillerde ise zilden çıkması istenen sese göre bir elektronik devre yapılır ve hoparlörden ses alınır.

Zil Çeşitleri :

1-) Mekanik zil
2-) Elektronik zil
3-) Radyo frekanslı fişli zil

1-) Mekanik Zil : 


Bobin, nüve, palet, tokmak, çan gibi elemanların birleşmesinden oluşmuş devre elemanıdır. Zilin bobin uçlarına 4-8-12 voltluk gerilim uygulandığında bobin etrafında bir manyetik alan oluşarak nüveyi mıknatıslar. Mıknatıslanan demir nüve, paleti çeker ve tokmak çana vurur. Palet çekildiği anda şemada görülen zilin kontağı açıldığından bobinin enerjisi kesilir. Bu durumda demir nüve mıknatıslığını kaybederek paleti bırakır. Palet normal konumuna döndüğünde ise kontak tekrar kapanarak bobine yeniden akım verir. Bobine kesik kesik uygulanan akım sayesinde çanda ses oluşur.

2-) Elektronik Devreli Zil :


Direnç, kondansatör, transistör, entegre, hoparlör gibi elemanlar kullanılarak yapılan zile elektronik devreli zil denir. Melodili zil, kanarya sesi, ding dong, bim bam, müzik, insan sesi gibi sinyaller üreten modelleri vardır. Çok yaygın olarak kullanılan kanarya sesli ziller sönümlü osilatör devresinden meydana gelmiştir. Şemada kanarya sesli zil devresi görülmektedir.

3-) Radyo Frekanslı Fişli Zil :
 

Radyo frekansı ile çalışan bu zil kablosuz olarak üretilmektedir. Zil ile buton arasında kablo bağlantısı yoktur. Zilin iç yapısında bir elektronik devre vardır. Zil evin içerisinde istediğiniz bir prize takabilirsiniz. Zilin üzerinde işitme engelliler için kırmızı renkte flaşör vardır.

Zil Trafosunun Tanımı, Yapısı ve Çalışma Prensibi Nasıldır?

Zil Trafosunun Tanımı :

Transformatör sargılarından birine uygulanan alternatif gerilimi elektromanyetik indüksiyon yolu ile diğer sargılarında aynı frekansta fakat değişik gerilime dönüştüren ve hareketli parçası olmayan elektrik makinesidir.

Zil Trafosunun Yapısı :
 
Küçük güçlü transformatörlere zil transformatörü denilmektedir.

220/3-5-8 volt, 220/4-8-12 volt ve 220/24 voltluk standart gerilimlerde üretilmektedir. Güçleri ise 10-20-50 watt olarak değişmektedir.

Zayıf akım trafosu, demir nüve ve sargılar olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir. Demir nüve, 0,35 -0,5 mm kalınlığındaki birer yüzeyleri yalıtılmış ince silisli sacların paketlenmesi ile yapılmıştır. Sargılar primer ve sekonder sargı olmak üzere iki adettir. Primer ve sekonder sargı birbiriyle elektriki bağlantısı olmayan bu iki sargıdır. İnce kesitli iletkenle çok sipirli olarak sarılan birinci sargıya primer sargı, kalın kesitli iletkenle az sipirli olarak sarılan ikinci sargıya ise sekonder sargı denir.

Primer sargıya 220 volt gerilim uygulanır. Sekonder sargıdan alınan düşük gerilim zil, kapı otomatiği, refkontak ve numaratör kapı otomatiği gibi zayıf akım devre elemanlarını çalıştırmak için kullanılır.

Mantel tipi nüvede zil trafosunun primer ve sekonder sargısı aynı makaraya sarılmıştır.

Çekirdek tipi nüvede zil trafosunun primer ve sekonder sargısı iki ayrı makaraya sarılmıştır. 


Zil Trafosunun Çalışma Prensibi :

Transformatör prensip şemasında, primer sargıya alternatif gerilim uygulandığında, bobinden alternatif akım geçer. Bu akım, demir nüve üzerinde zamana göre yönü ve şiddeti değişen bir manyetik alan meydana getirir. Manyetik alan kuvvet çizgileri, sekonder sargı iletkenlerini keserek bir emk (elektro motor kuvvet) endükler. Bu şekilde aralarında hiç bir elektriki bağ olmadığı halde, primer sargıya uygulanan alternatif gerilimin etkisi ile sekonder sargıdan aynı frekanslı, düşük gerilim elde edilir. Transformatörün, sekonder sargısından düşük değerli alternatif gerilim uygularsak bu defa diğer sargısında aynı frekanslı yüksek gerilim alırız. Fakat fazla akım çekilemez. Transformatörler doğru akımda çalışmazlar.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...