27 Aralık 2019 Cuma

Deliliğe Övgü (Roterdamlı Desiderius Erasmus) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Deliliğe Övgü

Kitabın Yazarı : Desiderius Erasmus

Kitap Hakkında Bilgi :

Delilik, çoğumuzun aklında sürekli dönüp duran sorgulayıcı bir kavramdır. Hangimiz zaman zaman bir deli olduğumuzu düşünmemişizdir ki yahut bir deli ile birlikte olduğumuzu? Delilik dediğimiz şey tüm duyguları zirvede yaşamak mıdır yoksa zirveden aklı başında insanlığa bakmak mıdır; bunu sorgulamak gerekir. İşte çağlar öncesinden Erasmus, günümüz insanının sorgulayacağı bu kavramın ipine sarılmış. Erasmus (1469-1536), Rönesans hümanizminin en büyük temsilcilerindendir.

İlk olarak 1511’de yayımlanan Deliliğe Övgü, güncelliğini zamanımıza değin koruyabilmiş başyapıtıdır. Erasmus, dostu Thomas More’u eğlendirmek için bir yolculuk sırasında yazdığını söylediği Deliliğe Övgü’de şu soruyu sorar: İnsanoğlunun tüm zincirlerinden kurtulmasını ve salt özgürlüğe ulaşmasını sağlayan delilik değil midir? Gülmece bu çerçevede gelişir ve söz kendisini övmesi için deliliğe bırakır. Delilik, yaratıcısının savunduğu her şeyi eleştirerek gençliği, hayattan zevk ve neşe almayı, baş döndüren cinselliği över. Çocuklukta, yaşlılıkta, dostlukta, aşkta ve evlilikte, savaşta ve barışta, kendisinin insanlara nasıl egemen olduğunu ve onları nasıl mutlu kıldığını gösterir. Deliliğe Övgü, yazılışından günümüze, felsefe ile gülmecenin birleştiği en yetkin eserlerden biri olma özelliğini sürekli koruyabilmiş bir kitaptır.

Desiderius Erasmus (1469-1536): Yeni Ahit'in ilk editörü, ilahiyat edebiyatının önde gelenlerinden ve Kuzey Avrupa Rönesansı'nın en önemli hümanistlerinden olan Erasmus, filolojik yöntemleri kullanarak tarihsel-eleştirel geçmiş araştırmalarının temelini attı. Eğitim alanındaki yazıları klasiklere eski dini müfredat yerine hümanist bir bakış açısıyla yönelinmesine katkıda bulundu. Kilisenin gücünün kötüye kullanılmasını eleştirirken yükselen reform taleplerini teşvik etti. Bu tutumu hem Protestan Reformu'nda hem de Katolik Karşı Reformu'nda ses buldu. Luther'in doktrinini ve papalığın sahip olduğunu iddia ettiği güçleri reddeden bağımsız duruşu nedeniyle her iki tarafın hedefi haline geldi. İngiltere'ye giderken tasarladığı ve Thomas More'un evinde yazdığı Deliliğe Övgü ile dönemin entelektüellerini eleştirdi, öğretmenler, papazlar, ilahiyatçılar, filozoflar, tüccarlar, avukatlar, hükümdarlar, azizler ve kendini zeki sayan herkesi alaycı bir dille yerdi.

Kitabın Özeti :

Rönesans'la birlikte ortaya çıkan Hümanist akımın öncülerinden ve en büyük temsilcilerinden Roterdamlı Erasmus, Deliliğe Övgü'yü 1509'da kaleme almıştır. Bu başyapıtta yaşadığı dönemin portresini çizen Erasmus, çağının tabu sayılan birçok konusuna da eleştiriler getirmiştir. Yazıldığı tarihten bu yana, asırlar geçmesine karşın hâlâ okunuyor olmasıysa, yazarın ele aldığı sorunların birçoğunun günümüzde de aynen devam etmesine bağlanır.

Küçüklüğümüzü hatırlayalım biraz. Top oynadığımız sokaklara geri dönelim bir an için de olsa. Neler hatırlıyoruz o sokaklar hakkında? Kimler gelirdi, kimler geçerdi o sokaklardan? Düşünelim biraz' Bizim mahalleden ayı oynatıcıları, değişik ilahiler söyleyen dilenciler, sabahın kör saatlerinde yollara düşmüş simitçiler, eskiciler, bakkallara sıcak ekmek yetiştirmeye çalışan sokakları delen gürültülü arabalarıyla fırıncılar geçerdi. Bir de delileri vardı bizim mahallenin. Günün her saatinde karşımıza çıkabilirlerdi, her an sokağın bir köşesinden belirme ihtimalleri vardı. Hatırlıyorum da kimileri geçerken tüm sokak derin bir sessizliğe bürünürdü; değişik bakışları, sesleri, halleri korkuturdu insanları. Kimileri geçerken ise tüm mahalleyi bir gülme alırdı. Herkesin suratına bir sırıtma otururdu. Ev işlerini yapan kadınlar, her şeylerini bırakıp pencerelere koşar, onların geçişlerini bir merasim gibi seyrettikten sonra tekrar işlerine dönerlerdi. Ama bir tanesi vardı ki onu hiç unutmam. O sokağın başından göründüğü zaman herkes kendine çeki düzen verip biraz toparlanırdı. Başımıza iş açar korkusu değildi bu toparlanmanın sebebi. Herkes iyi bilirdi ki, o deli kimseye zarar vermezdi. Bir köşede durur, tüm mahalleliye iyisiyle kötüsüyle yaptıklarını haykırıp yoluna devam ederdi. Mahalleli kendine çeki düzen verirdi; çünkü o delinin söylediği her şey doğru olurdu her zaman, içlerinde bir yalan bulunmazdı. O yüzden herkes, bir sırrının ortaya çıkmasından korktuğu için bu deliye karşı, korkuyla karışık bir saygı beslerdi.

Roterdamlı Erasmus'un Deliliğe Övgü'sünü okurken sürekli yukarıda anlattığım deli geldi aklıma. Onun delisi, hatta deliliğin ta kendisi 'Moria' da tıpkı bizim mahalleninki gibi, şehrin ortasında bir kürsüye çıkıyor ve kendini tanıttıktan sonra herkesin suratına doğruları bir bir vurmaya başlıyor. Erasmus, bu başyapıtın adını 'Deliliğe Övgü' koymuş; çünkü Moria, yani Delilik kürsüye çıktığı andan itibaren kendini dinleyenler karşısında yüceltmeye başlıyor. Ne giydiği komik kıyafetler ne de insanların onun yüzüne gülümsemeleri umrundadır. Hatta o insanların yüzlerindeki gülümsemeyi bile kendi 'tanrısal tesirlerine' bağlayarak bundan pay çıkarıyor. Kendini, dinleyenlere anlatırken öyle büyük laflar söylüyor ki, 'Bunları ancak bir deli söyler' dedirtiyor okuyana da. Hayat ışığının kendi olduğundan, dünyadaki tüm iyi şeylerin onun sayesinde gerçekleştiğinden, insanlığın ona muhtaç olduğundan bahsediyor. Bunları anlatırken yandaşlarından, insanlığa hizmetindeki yardımcılarından da bahsetmeyi unutmuyor. Yandaşlarını da 'cariyelerim' olarak tanıtıyor onu dinleyen kalabalığa: Özsaygı, Yüze Gülme, Unutma, Tembellik, Şehvet, Bunaklık, Zevku Sefa, Eski Yunan'daki içki alemlerinin unutulmaz karakteri Komos ve rüyalar tanrısı Morpheus onun bu, insanlığa hizmetindeki vazgeçemediği yardımcılarıdır. Cariyelerinden de kendisi gibi gurur duyuyordur Delilik ve bunu da yine ona has, bir cümleyle duyuruyor kalabalığa. 'Bu sadık hizmetkârlarımın yardımıyladır ki ben evrende ne varsa hepsini devletime tâbi kılar, dünyayı idare edenleri idare ederim.'

Bu nasıl deli?
Kürsüdeki Delilik, kendini tanıtmayı bitirdikten sonra insanlığa sunduğu nimetleri birer birer anlatmaya başlıyor. İlk olarak diline doladığı, özür dilerim, kendi özünden bir parça ikramda bulunduğu insanlar olarak ise çağın bilgelerini gösteriyor. Deliliği ve bilgeliği aynı çizgide gördüğünü söylediği tüm sözlerden anlayabiliyoruz. Bu bilgeler için büyük bir övgü; çünkü onları kendi 'yüksek' seviyesinde gördüğünü herkese duyuruyor; ama bir yandan o kadar iğneleyici cümleler kuruyor ki insanın kafası karışıyor. İlk olarak bir iki güzel sözle gönüllerini alıp ağızlarına bal çalıyor, sonrasında dönemine göre düşünüldüğünde çok ağır eleştiriliyor yöneltiyor. Tam 'Bu deli bizimle dalga mı geçiyor?', 'Ne yapmaya çalışıyor şimdi bu?' dediğimiz noktada ise sahnenin arkasından ona sufle veren Roterdamlı Erasmus canlanıveriyor gözümüzün önünde. Kürsüdeki Delilik'in böylesine ironik bir üslupla halka seslenmesi, en ağır eleştirileri yaparken bile o çok iyi kullandığı mizahi dilinden ödün vermemesi Erasmus'un bunları onun kulağına fısıldamasıyla gerçekleşiyor. Zaten Delilik de bu halka seslenişinde sık sık belirtiyor Erasmus'la çok iyi bir dostluklarının olduğunu. İşte, 1509 yılında Erasmus tarafından sadece birkaç günde yazılıp bugünlere kadar uzanmış olan klasik, Deliliğe Övgü bu iki iyi dostun yardımlaşmasıyla ortaya çıkmış.

Erasmus'un günümüzden çok seneler önce kaleme aldığı bu yapıt, döneminde çok ses getirmiş; çünkü o zamanın tabu olarak görülen birçok kurumuna ve meslek grubuna büyük eleştiriler yöneltilmiş kitapta. Papa, kilise, krallar, şairler, filozoflar, hukukçular ve o dönemde dokunulmaz sayılan pek çok grup Erasmus'un yönelttiği bu eleştirilerden nasibini almış. Erasmus, Deliliğe Övgü'de eleştireceği kişileri önce ironik bir üslupla toplumun gözündeki yerlerini, özelliklerini övmüş. Savaşçıların vahşi içgüdülerini, devlet adamlarının iktidar tutkularını, sanatçıların çılgınlıklarını, bilginlerin kendini beğenmişliklerini, din adamlarının da ellerinde bulundurdukları büyük gücü göklere çıkarmış. Bunların hepsinin Delilik sayesinde olduğunu, hayatın yürümesini sağlayan tüm bu grupların içinde bulunan insanların, kendinden olduğunu söylemiş. Sonrasında da eleştiri oklarını sakladığı yerden çıkarıp biraz önce övdüğü bu insanlara tek tek saplamış. Bu eleştirileri de kişisel çıkarlar veya dünyevi kaygılarla değil, tamamen çağdaşlarına 'ayna tutmak', yaşanılan dönemin bir portresini çizmek amacıyla yapmış. Bu yüzden de dönemin tabularını konu edinen yapıttaki eleştiriler, tepkiden çok Erasmus'a karşı hissedilen bir saygıya yol açmış.

Erasmus'un 'şakacı bir ifadeyle' yüzlerine vurduğu gerçekler, o dönemde eleştirdiği kurumlar ve gruplar tarafından hoşgörüyle karşılanmış. Özellikle kilise ve din adamlarına yönelttiği ağır eleştirilerin hoşgörüyle karşılanması oldukça şaşırtıyor; çünkü yapıtta en fazla konusu geçenler yine onlar. Kilisenin eleştirilere karşı takındığı sert tutum göz önüne alındığında, Erasmus'a döneminde duyulan saygı daha iyi anlaşılıyor. Kendisi de bir din adamı olan Roterdamlı Erasmus'un, çok iyi tanıdığı kurumu, yani kiliseyi tüm ayrıntılarıyla anlatması çok ilgi çekici. Bir din adamının dilinden, dönemin kilisesinin karanlıkta kalan taraflarını, tüm ayrıntılarıyla dinlemek, üstelik bunu bir delinin nutku aracılığıyla duyumsamak, yapıtı okurken ayrı bir zevk unsuruna dönüşüyor. Ayrıca, tüm anlatı boyunca metne hâkim olan bir 'karamizah' da söz konusu.

'Deliliğe' duyulan ihtiyaç
Ahmet Cemal, Deliliğe Övgü'den 'çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri' olarak söz ediyor. Ahmet Cemal'in bu yorumundan yola çıkarak, yapıtın bugüne kadar uzanmasının nedenini, her türlü düşünce bağnazlığına karşı yapılmış bir eleştiri olmasına bağlayabiliriz. Zaten, yapıtı okudukça da 1500'lü yılların başındaki Avrupa'da geçen konu ve sorunların eleştirisi üzerine kurulmuş olmasına karşın, bunların bugün de canlı bir şekilde yaşamın içinde varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Eğitimdeki sorunların, dindeki dogmaların, ellerinde bulundurdukları iktidar gücüyle istedikleri gibi at koşturan siyasetçilerin varlığını yok sayamayız. İşte bu başyapıt bize, insanlığın kendi başat sorunları üzerinde nasıl olduğu yerde saydığını gösteriyor. Ayrıca, kürsüye çıkıp tüm doğruları yüzümüze vuracak bir delinin ihtiyacını da hatırlatıyor.

Dere Tepe Ters (Italo Calvino) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Dere Tepe Ters

Kitabın Yazarı : Italo Calvino

Kitap Hakkında Bilgi :

Tepe Ters, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Italo Calvino'nun çocuklar için yazdığı son masallardan biri.

Savaştan dönen ve nerenin yer nerenin gök olduğunun birbirine karıştığı ormanda kaybolan Kral Clodoveo.
Kalbi hırsla, aklı ihanetle yanıp tutuşan Kraliçe Ferdibunda. Dünyayı değiştirmek isteyen masum Prenses Verbena ve iyi niyetli orman bekçisi Mirtillo.

Kim bilir, belki de bu hangisinin dal, hangisinin kök olduğu belirsiz labirent, doğaya yansıyan kötülüğün ta kendisidir... ve bu labirentten çıkmaya yalnızca masumiyet yardım edecektir.

“Ormanın böylesine geniş, böylesine içinden çıkılmaz olduğu kalmamış aklımda,” diye homurdandı Kral. O uzaklarda olduğu sırada, bitki örtüsünün aşırı derecede büyüdüğü, arapsaçına dönüp patikaları kapladığı söylenmişti.
Yaver Amalberto yerinden sıçradı: “İşte şehir orada!”
“Nerede?”
“Dalların arasından sarayın kubbesini gördüm sanki. Ama şimdi göremiyorum…”
“İyi saatte olsunlar geldi herhalde. Kuru dallardan başka bir şey göründüğü yok.”

Kitabın İtalyanca adı ‘Orman Kök Labirent’, saraya küsmüş bir ormanı, kökleri dallarına karışmış tepetaklak ağaçları ve ilerledikçe geriye yönlendiren bir labirenti işaret eder. Yani her şey ters, aynadaki akis, madalyonun diğer yüzüdür.

Kitabın Özeti :

Kral Clodoveo, şövalye yaveri Amalberto ve ordusuyla savaştan dönmektedir. Kral Clodoveo savaştan dönen ordusunun başında atını sürer, imparatorluğun başşehri Kökkafes’e doğru yol alır. Oysa kent bir türlü görünmez. İçine daldıkları ormanın sık ağaçları yolları kapamıştır. Kral'ın kendi şehrine ulaşmak için ormandan geçmesi gerekir. Ancak orman ülkesinden ayrıldığından beri daha da büyümüş ve geçilmez olmuştur. Kral bir türlü ormandan çıkamaz.

Diğer yandan “Kökkafes” şehrinde Kralın kızı Verbena da babasını beklemektedir. Ama hırslı ve gözü doymayan Kraliçe Ferdibunda, krala ihanet ediyor ve başkasını tahta çıkarmak için plan yapmaktadır. Ancak bu plan da şehrin çevresinde büyüyen ormanda kaybolmalarına yol açar. Kraliçe Feribunda şehri ele geçirme planları yapar. Şehrin içini kötülük, çevresini geçit vermez orman kaplamıştır.

“… Kraliçenin içine kasvet çökmeye başlamıştı bile. Tıpkı kendi ihanetinin yalan dolanı gibi etrafı karman çorman bir bitki örtüsünün kaplamaya başladığını görüyordu, sanki aklından geçirdikleri arapsaçı gibi şehri sarmaya başlamıştı.”

Kötülük, kökler ve dallar tarafından surların çevresine hapsedilmiş ve tabiatın muazzam labirenti karanlık yutan bir hapishaneye dönüşmüştü.

Kral ve kötü Kraliçe ile birlikte çok iyi kalpli bir prenses olan Prenses Verbena ise sadece babasına kavuşmayı arzu ediyor. Şehirden çıkıp babasını karşılamak ister.

“Ah kuş, seninle uçup bu kafesin dışına çıkabilseydim…” diye iç geçirdi Verbena.”

Prenses Verbena, şehirdeki dut ağacının etrafında döneyim derken, kendini dut ağacının köklerinin arasında kaybolmuş bulur. Yan tarafa geçeyim derken, ağacın altına, köklerin arasına girmiştir.

İyi niyetli orman bekçisi Mirtillo Prenses Verbena'ya âşıktır. Masaldaki bütün kişiler gibi o da ormanda kaybolur. Herkes ya birini ya da şehri aramaktadır. Ama orman da çok farklı ve ters bir ormandır. Toprağın üstünde yürüdüğünü zanneden köklerin arasındadır. Ağaçların dallarında olduğunu zanneden de yerdedir. Biri köklerin arasına giriyor ama havada duruyor. Diğeri dallara tırmanıyor ama kendini labirent gibi köklerle kaplı bir yerde buluyor.

Ormanda kaybolan bütün bu masal kahramanlarından ilk buluşan da en saf ve temiz kalpli olan Prenses Verbena ile Mirtillo oluyor. Bu ters dönmüş dünyadan kurtulmak ve diğerlerini de kurtarmak işini ise en saf kalpliler yapabilir.

“Ama başına ne geldiğini bilemediğinden, "Madem dalların üstünde olduğunu söylüyorsun, o halde nasıl oluyor da aşağıda duruyorsun?" demekle yetindi.
Verbena, Mirtillo'yu bir kuyuya düşmüş gibi görüyordu... Ama kuyunun dibinde gökyüzü vardı.

"Peki, sen aşağı inerken nasıl oldu da bu kadar yükseklere çıktın, halbuki ben tırmanıp durmuştum.”

26 Aralık 2019 Perşembe

Orman Kitabı - Orman Çocuğu Mowgli (Rudyard Kipling) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Orman Kitabı - Orman Çocuğu Mowgli

Kitabın Yazarı : Rudyard Kipling

Kitap Hakkında Bilgi :

İnsan ve hayvan arasındaki dostluk üzerine klasik bir hikâye.

Mowgli, Shere Khan adlı kötü bir kaplanın pençelerinden kurtulduktan sonra, bir kurt sürüsü tarafından evlatlık alınır ve kendine yeni bir ev bulur. Fakat orman hakkında hiçbir bilgisi olmayan Mowgli’nin öğrenmesi gereken çok şey vardı. Yardımına ise iyi kalpli Ayı Baloo ve Panter Bhageera yetişecek ve Mowgli’ye ormanın kanunlarını öğretecekti.

Rikki-Tikki-Tavi adlı bir firavun faresinin maceraları, Küçük Toomai ve fillerin gizli dansı ile Beyaz Fok Kotick, Mowgli’nin hayvan arkadaşlarıyla çıkacağı sıradışı yolculuğun birer parçası olacaktı.

Kitabın Özeti :

Kaplan Shere Khan’a yem olmaktan kurtulan bir bebeği kurtlar sahip çıkıp büyütür. Ayı Baloo ve siyah panter Bagheera’ın eğittiği Mowgli’nin büyür. Ormandaki yaşamı, insanlara karışması ve kaplan Shere Khan’dan intikam alması anlatılmaktadır.

Mowgli adında bir çocuk kurt yavrularının olduğu bir ine sığınır. Bu bebek çok cesaretlidir ve yavru kurtlarla oynamaktadır. Shere Khan adlı acımasız bir kaplan Mowgli'nin peşindedir ve onu yemek istemektedir. Fakat anne kurt Akela ona sahip çıkar ve onu kendi yavrusu gibi kabullenir. Akela bu çocuğu evlat edinince kaplan Shere Khan, insan çocuğu Mowgli‘yi yiyemez. Orman kanunlarına göre Mowgli o kurt sürüsünün bir üyesi kabul edilir.

Mowgli büyüdüğünde, kurtlar ve diğer hayvanlar tarafından dışlanmaya başlar. Bunun üzerine Mowgli insanların arasına karışması gerektiğini düşünmeye başlar.

Mowgli bir gün sürüden uzaklaşır ama Shere Khan tarafından saldırıya uğrar. Fakat bunu gören kurtların lideri tarafından kurtarılır.

Hayvanlar hiçbir zaman spor olsun ya da zevk için öldürmezler. Onlara her ne kadar hayvan desek de bazen kendilerini savunmak, çoğu zaman da yaşamlarını devam ettirmek için avlanır ve öldürürler. Bu hikâyede de yazar bir orman kanunundan bahseder.

“Sebepsiz yere hiçbir şey emretmeyen Orman Kanunu, çocuğuna nasıl öldürüleceğini göstermek için öldürmesi dışında, tüm hayvanlara insan yemeyi yasaklar ki o zaman da hayvan, sürü veya kabile avlanma bölgesinin dışında avlanmalıdır. Bunun asıl sebebi de insan öldürmenin, er ya da geç, silahlarıyla fillerin üstünde beyaz adamların ve de okları, patlayıcıları ve meşaleleriyle kahverengi adamların gelişi anlamına gelmesidir. O zaman ormandaki herkes acı çeker. Hayvanların kendi aralarındaki nedenleriyse, yaşayan varlıklar içinde insanın en zayıf ve en savunmasız olmasıdır. Onlara dokunmak sportmenliğe yakışmaz. Aynı zamanda derler ki, ve doğrudur da, insan yiyenler uyuz olur ve dişleri dökülür.”

Zıkkımın Kökü (Muzaffer İzgü) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Zıkkımın Kökü

Kitabın Yazarı : Muzaffer İzgü

Kitap Hakkında Bilgi :

"Yıl 1933, aylardan ekim, günlerden 29; yani onuncu yıl...cumhuriyetin onuncu yıldönümü... İşte o gece annem tutturmuş da tutturmuş, fener alayını izleyeceğim, diye... Babam, yahu avrat ayın günün, sancın mancın tutar, hem bu karınla... demiş. Ama annem hiç öyle coşkulu bir günde evde oturmak ister mi? Komşu kadınlardan biriyle çıkmışlar evden, bir yaşındaki abim de annemin kucağında. Fener alayını eve en yakın izleme yeri, olsa olsa Saathane'nin orası... nasıl kalabalık, iğne atsan yere düşmez!... Az sonra bando öteden gözükmüş. Pıstattararaaaa... demeye başlayınca, uy anam, annemdeki sancı... Breh, kaldırımda adım atacak yer yok, yan yön insan, gerisi dükkân... annemi eve zor yetiştirmişler. Tastamam eve geldikten on dakika sonra beni doğurmuş..." Bundan sonrası kitaptan öğreneceksiniz: Zıkkımın Kökü

Kitabın Özeti :

Muzaffer İzgü, eserinde Adana’da geçen çocukluğunu ve yaşam öyküsünü anlatmaktadır. Mizahi bir dille yazılan ancak buna rağmen Anadolu insanının yoksulluk ve yaşadığı zor koşulları anlatan bir romandır.

Muzaffer İzgü, kitaba doğduğu gün ile başlar. Fakirlik içinde doğar ve fakirlik içinde büyür. Bunun her zaman farkındadır ve diğer çocuklar ile kendisini kıyaslar.

“Oh oh, derdi babam, aynı sizi kömür çualından çıkardığımız günkü gibi oldunuz! Nedense, bizim mahallenin yoksul çocuklarının hepsi kömür çuvalından çıkmıştı da, Yaşar'ı, Nedim'i, Rıfat'ı leylek getirmişti. Belki de, biz kışın dünyaya geldiğimizden leylekler burada değildi. Suç anamın, azıcık dişini sıkıp da bizi marttan sonra dünyaya getirseydi, leyleğe binme mutluluğuna biz de erişirdik...”

Muzo’nun babası bir arsa üzerine bir gecekondu yapmış, ailesine bu gecekonduda bakmaya çalışmaktadır. Baba küçük icatlar yapmaya hevesli bir adamdır. Muzo’nun annesi çilekeş, ağabeyi ise oldukça çelimsiz biridir.

Ailedeki herkes bir şekilde eve katkıda bulunmak derdinde ve zorundadır. Devlette bekçilik yapan babaları işten ayrılınca Muzo ve Sefa da babalarına çalışarak destek vermeye başlar. Muzo ilkokula giderken yaz tatillerinde çalışmaya başlamıştır.

Muzo, sinemalarda gazoz, sokaklarda mısır, su, şeker satarak ailesine katkıda bulunmaya çalışır. Yaptığı işler arasında karpuz yüklemek babası ile seyyar satıcılık yapmak, gazoz şişelerini yıkamak, lokantalarda bulaşık yıkamak, kamyonlarda muavinlik yapmak da vardır.

Muzo’nun babası evlerinin kirasını senelik ve toptan vermektedir. Bu yüzden her kira günü geldiğinde ev sahibinin evine bir sepet nar ile ziyarete gidilir. Babası onlara bayramlık kıyafetler giydirip, onları da yanına alır. Ev sahibine giderlerken babaları Sefa ve Muzo'ya "Boynunuzu iyice bükün, baktınız kocakarı illa zam yapacağım diyor o zaman hiç utanmayın ağlamaya başlayın e mi?" diye tembih etmektedir.

Annesi kuru patlıcan dolmaları yapmakta Muzo ise sokak aralarında onları satmaktadır. Babası ile birlikte icat ettikleri sinema filmi oynatma makinesi ile Adana'nın bütün köylerine gezginci sinema olarak gitmeye başlarlar. Şehirdeki sinemacıdan aldığı 10 metrelik 20 metrelik filmleri oynatarak kimi zaman para kimi zaman da yumurta kazanırlar. “Belki de Türkiye'nin ilk gezginci sineması bendim“. Fakat köylüler onu gençlerin ahlakını bozuyor diye karakola şikâyet etmişler ve Muzo bu işi de bırakmak zorunda kalmıştır.

Muzo bir yandan da okumaya devam etmektedir. Okumayı çok sevmektedir ve dersleri de oldukça iyidir. Muzo okuyarak büyük bir adam olmak istemektedir. Bir kış çok yağmur yağmış Seyhan Nehri taşmış ve Muzoların evlerini yıkmıştır. Evleri yıkılınca yeni bir eve yeni bir mahalleye taşınırlar.

Muzo okumak istiyor ancak önünde birçok zaman geçemeyeceği engeller vardır. En başta para, geçim derdi, okul masrafları. Babası her zaman çalışamıyor. Bazen okulu bırakıp ona yardım etmek zorundadır. Okul için gerekli kitap, defter ve kıyafet için de bütün yazı çalışarak para biriktirmesi gerekiyor. En büyük hedefi ise okumaktır.

“Babamın sattığı domateslerin kazancı yetmiyordu eve. Kışın okulumda rahat okuyabileceksem, yazdan birkaç kuruş anneme vermeli, saklatmalıydım. Annem, benim paramı sanırım çok önemsediği için Kuran'ın içinde saklardı. Okul bu, palto ister, takım giysi ister, kravat ister, kitap defter, benzer mi hiç ilkokula?”

Çocukluk yıllarından sonra kahvede çıraklık yapmaya çay, kahve dağıtmaya başlamıştır. Biraz daha büyüyünce bir kıza aşık olmuştur.

Muzo, Raziye ile tanışmış bu aşkı gün gittikçe alevlenip büyümüştür. Yazın pamuk toplamaya giden Raziye'nin hasretine dayanamayan Muzo, Raziye’nin babasına Raziye ile evleneceklerini söyleyerek onlarla pamuk toplamaya başlar. Raziye’nin babası da bu aşkın farkındadır. Adana’ya döndüklerinde Raziye’nin babası kızını istemesini söyler. Lakin Muzo okumak istemektedir ve Raziye’yi bu nedenle istetemez. Babası da rahatsızlanmış artık çalışamamaktadır. Muzo, ilk aşkı ile okuyup büyük adam olmak hedefi arasında bocalar. Bu nedenle Muzo, Raziye ile evlenemez.

Ailesi Raziye'yi uzaktan akrabalarıyla evlendirince iki genç üzüntüden yanıp tutuşur. Evlendikten sonrada bir iki defa buluşup görüşen Raziye ve Muzo'nun aşkları Raziye'nin kocasının şüphelenip memleketi Mardin'e göç etmesiyle son bulur. Abisi Safa terzi yamağı olur.

En sonunda “Adana'da ne uzadık ne kısaldık büyük adam olmak için büyük şehre gitmek lazım“ diye düşünen Muzo İstanbul'a gider.

Therese Raquin (Emile Zola) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Therese Raquin

Kitabın Yazarı : Emile Zola

Kitap Hakkında Bilgi :

Emile Zola, yayımlandığı dönemde büyük tartışmalara yol açan romanı Therese Raquin’de, üç ana karakterin, birbirinden farklı üç kişilik yapısının çatışmasını inceler. Aşk ve ölümün tüm yanlarıyla işlendiği bu roman okurlarını hem şoke etmiş hem de büyülemiştir.

Bayan Raquin, oğlu ve geliniyle taşradan Paris’e taşınır. Bayan Raquin’le Therese küçük bir tuhafiye dükkanını işletirken Camille de demiryolları işletmesinde çalışmaya başlar. Günler Bayan Raquin ve oğlu için huzurlu, Therese içinse sıkıcı bir biçimde geçip gider. Gençliğinin parmaklarının arasından kayıp gittiğini gören Therese’nin tekdüze hayatı, Laurent’ın gelişiyle altüst olacaktır...

Hikaye basittir aslında. Therese kendisine duygusal anlamda heyecan vermeyen halasının oğlu Camille ile evlidir. Bir gün Camille, uzaktan akrabaları Laurent'le karşılaşır ve onu eve davet eder. Parasız bir ressam olan Laurent, kısa bir süre içerisinde Therese’yi baştan çıkartır. Laurent bütünüyle kişisel çıkarlarını düşünerek atılmıştır ilişkiye. Ancak uzun zaman boyunca duyguları bastırılan Therese, kendisini dizginleyemez. Sonuçta, aşıklar daha rahat birlikte olmak düşüncesiyle Camille’yi ortadan kaldırmaya karar verirler. Gezintiye çıktıkları bir gün sandaldan suya atarak boğulmasına neden olurlar.

Therese Raquin, Emile Zola’nın en tanınmış romanı değildir ama bir cinayet çevresinde insan psikolojisini derinlemesine işleyişi, zengin mekan tasvirleri ve orta sınıfın sürüp giden hayat karşısındaki mutsuzluğunu konu edişiyle, belki de yazarın tarzını yansıtan en iyi örneklerden biridir.

Emile François Zola (2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902), Fransa’da natüralizm akımının öncüsü olan ünlü bir yazardır. Emile Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti ise, Dreyfus Davasında takındığı aydın tavrından kaynaklanmaktadır. Emile Zola, 1902 sonbaharında, kaldığı otelin yatak odasında duman zehirlenmesinden öldü.

Kitabın Özeti :

Therese doğduğunda ailesini kaybeder.Onu varlıklı biri olab teyzesinin yanına bırakırlar. Teyzesinin kendi yaşlarında bir oğlu vardır ama bu çocuk hep hastalıklıdır. Bu yüzden de kuzeni Camille pek dışarı çıkamaz. Hep ilaç içen Camille'nin sıska bir görünümü vardır.

Camille'nin görünüşü Therese'nin pek hoşuna gitmez. Buna rağmen beraberce büyür hatta beraber yatarlar. Dışarıyla bağı kopuk olan Therese'nin Camille'den başka da bir arkadaşı yoktur. Teyzesine olan gönül borcunu ödemek istediğinden kuzeniyle evlenir. Bu evlilikte hiç mutlu olmaz ve hep içine atar. Gizliden gizliye kocasından nefret eder. Hayat kendisine zindan olmuştur.

Kocası eve bazen bazı arkadaşlarını getirir. Bir gün Camille, uzaktan akrabaları Laurent'le karşılaşır ve onu eve davet eder. Laurent çapkın biridir ayrıca çalışmayı hiç sevmez. Hep tembel ve hınzır yaşama planları içinde birisidir. Ayrıca güçlü ve yakışıklıdır. Therese ilk görüşte ondan etkilenir ve Laurent’te bunu kullanmak ister. Böylece hem çapkınlığını tatmin edecek hem de Therese ile olan beraberliği yoluyla teyzesinin mirasına konacaktır.

İkili gizli görüşmeler yapar yasak aşk yaşarlar. Ama gizli görüşmeleri zorlaşır. Therese dışarı çıkamaz, Laurent ‘de gündüz işinden ayrılamaz. Kavuşabilmek için en sonunda Camille'yi öldürmeyi kararlaştırırlar. Bir gezinti sırasında Laurent, Therese'nin gözü önünde Camille'yi nehire atıp boğar.

Yas döneminden sonra türlü oyunlar oynayarak evlenirler. Ancak adamı öldürünce aralarındaki şehvetli aşkları da ölmüş olur. Öyle ki birbirlerinden çok uzaklaşıp iki yabancı gibi olurlar. Şehvetli arzuları ölmüştür. Birbirlerine yabancı olmaktan da öte artık düşman olmuşlardır. Suçluluk duyguları onları hiç rahat bırakmaz. Öyle ki yaptıkları şey için birbirlerini suçlarlar. Artık birbirlerine dayanamayacak hale gelirler. Suçluluk duygularını atlatmak için her yolu denerler.

Therese teyzesine yakarışlarda bulunur. En sonunda da başka erkeklerle birlikte olur ama hiçbir şey suçluluk duygusunu söndüremez. Laurent de başka kadınlara gider, Therese’yi döver, kendini resme adar ama aradığı rahatlamayı bulamaz.

En sonunda birbirlerini öldürmeye karar verirler.

Siz Gözlerinizi Kapattığınızda Ben de Gözlerimi Kapattım - Öğretmen ve Çalınan Kol Saati


ÖĞRETECEĞİ TEK HARFE KÖLE OLUNACAK ÖĞRETMEN BU OLSA GEREK

Benim zamanımda kol saati çok önemliydi; öyle herkesin olmazdı.

Arkadaşlarımdan birisine babası kol saati almış. Tam hayalimdeki gibi.

Koluna takmış okula geldi. Hepimiz çok beğendik.

Çocukluk işte, benim asla böyle bir saatim olmayacaktı. Bu saat benim olmalıydı.

Karar verdim. Saati çaldım ve cebime koydum.

Arkadaşım saatin çalındığını anladı ama kimin çaldığını anlayamadı.

 Durumu öğretmenimize anlattı. Öğretmenimiz "Saati kim aldıysa sahibine versin" dedi.

Pişman olmuştum ama utancımdan ben aldım diyemedim.

Bu sefer öğretmen farklı yöntem denedi. Hepimizi tahtaya dizdi ve gözlerimizi kapattırdı.

Bu benim hayatımın en utanç verici sahnesiydi.

Ceplerimizi teker teker arayarak saati buldu ve sahibine verdi.

Hepimiz gözlerimizi açtık, öğretmen bana hiç bakmadan derse devam etti.

Yıllar geçti, öğretmen oldum ve öğretmenim ile karşılaştım. Kendisine o günü hatırlattım ve sordum.

"Hocam" dedim. "Ben o gün saati çaldığım halde tek bir kelime etmediniz, yüzüme bakmadınız, beni incitmediniz. Neden böyle yaptınız?" diye sordum.

Hayatımda unutamayacağım şu cevabı verdi; dedi ki:

"Siz gözlerinizi kapattığınızda ben de gözlerimi kapattım".

24 Aralık 2019 Salı

Transistörlü Tek Buton İle Açma Kapama Devresi

Devrenin Çalışması :

Devrede bulunan butona basıldığında LED yanar ve tekrar butona basıldığında LED söner. Açma kapama işlemi bir buton ve transistörlü birdevre ile gerçekleştirilmiş olur.

Malzeme Listesi : 

2 tane BC338 transistör
3 tane 1Kohm direnç
2 tane 10Kohm direnç
1 tane 100Kohm direnç
1 tane 470nF kondansatör
1 tane 100nF kondansatör
1 tane Buton
1 tane LED

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...