29 Kasım 2020 Pazar

Hülagu ve Genç Alim Kadıhan - Başımıza Gelenlerin Nedeni


Hülagu’ya ders veren Kadıhan

Sakalları bile yeni çıkmaya başlamış genç bir âlim, Cengiz Han'ın torunu Hülagu'ye dersini vermiştir. Hem de bugün İslam âleminin perişan halini özetleyecek nitelikte.

Moğol İmparatorluğunun kurucusu Cengiz Han’ın torunu Hülagu 1258 tarihinde Bağdat’a girerek Abbasi Halifesi Mutasım’ı keçeye sarıp Moğol atlarının ayakları altında ezdirerek öldürtür. Şehirde katliamlara başlar ve şehri yağmalar. Kadın, yaşlı, çocuk, hamile demeden bazı kaynaklara göre 200.000, bazılarına göre de 400.000 kişiyi katleder. Cami, hastane, saray ve benzeri ne varsa hepsini yok eder.

Milyonlarca dini ve ilmi eserin büyük bir kısmını Dicle Nehrine attırır. Hülagu’nun zalimliğini anlatmak için Dicle’nin günlerce kan ve mürekkep aktığı söylenir.

Hülagu o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir.

Kimse, Hülagu tarafından öldürülmek korkusuyla bu davete icabet etmek istemez.

Zamanın genç âlimlerinden Kadıhan daveti kabul edeceğini söyler. Kadıhan, ufak tefek tıfıl bir gençtir. Daha sakalı bile çıkmamıştır.

Kadıhan, Hülagu ile görüşmek için kendisine bir deve, bir keçi ve bir de horoz verilmesini ister.

Kadıhan, hayvanlarla birlikte çadıra varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendisini tanıtır.

Hülagu, genci tepeden tırnağa süzer ve “Bana göndermek için bula bula seni mi buldular. Gönderecek başka birini bulamadılar mı?” diye sorar.

Kadıhan gayet sakin bir şekilde; “Görüşmek için iri yarı, boylu poslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim. Üçünü de çadırın önüne bıraktım. Onlarla görüşebilirsin!” der.

Hülagu karşısındakinin sıradan birisi olmadığını anlar ve “şöyle otur bakalım” diyerek ilk sorusunu yöneltir:

“Söyle bakalım, beni buraya getiren sebep nedir?”

Kadıhan gayet sakin bir şekilde;

“Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah’ın bize verdiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal, mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hakk da bize verdiği nimetleri almak üzere seni gönderdi” der.

Hülagu bu sefer ikinci sorusunu sorar: “Peki, beni buradan kim gönderebilir?”

Kadıhan: “O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.”
....

Yorumu okuyuculara bırakıyoruz....

11. Peron - Gökhan Duman - 12 işçi Köln’de bir pansiyonda kalıyorduk


“Eşim Almanya’ya gidiyorum dediğinde hiç ses etmedim. Adını ilk defa duyuyordum. Yolculuk trenle üç gün sürüyor dediği o an anladım. Demek benden bu kadar uzağa gidiyordu.”

“Eşimden bant gelmiş, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta ‘iyisiniz inşallah’ diyor bütün ev ‘iyiyiz iyiyiz’ diyor, ‘köye kar inmiştir’ diyor, herkes ‘indi indi’ diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim.”

“Bazı aileler vardı hani, çok önemsenmezdi. Ama her bayram kapınızı çalar, az oturup giderdi. Biz işte o aileydik.”

“18 yıl Essen'de çalıştık ama adres sormadan bir yeri bulamıyorduk. Biz hep şehrin altını gördük, üstünü görmedik ki bilelim."

"O zamanlar tek firma vardı, o götürüyordu cenazemizi memlekete. Ama hafta sonu kapalıydı. Biz de ne yapalım, inşallah hafta içi ölürüz diyorduk."

Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden)

12 işçi Köln’de bir pansiyonda kalıyorduk.

Bizim pansiyonun en yaşlısı Muharrem abinin okuma yazması yoktu.

Bir gün elinde mektupla geldi, ‘Yengen yollamıştır belki şunu bana okur musun Bayram?’ dedi.

Bir kıyıya geçtik, mektubunu tane tane okudum.

Yenge yollamıştı...

Hem dinledi, hem ağladı.

Birkaç gün sonra ‘Bir de cevap yazalım Bayram’ dedi.

Oturduk iki sayfa yazdık.

Gel zaman git zaman bu iş benim üstüme kaldı.

İki haftada bir mektup okuyup cevap yazıyorduk.

Artık aileden biri sayılırdım, her şeylerini biliyordum.

Son mektupta Muharrem abinin hanımı ‘Sağ olsun bizim komşunun kızı Gülizar ne zaman istesem sana mektup yazıyor’ diye not düşmüş.

Meğer yengenin de okuma yazması yokmuş, o da tanıdık birine yazdırıyormuş. Muharrem abi cevabi mektubunda şöyle yazdırdı:

‘Allah razı olsun bizim Bayram da beni kırmıyor, hem okuyor hem yazıyor.’

İşte her şey o günden sonra başladı.

Ben Muharrem abiden habersiz mektubun sonuna ‘Gülizar Hanım yazınız pek güzelmiş, okunması çok kolay’ minvalinde bir not düşünce o da bana bir şeyler yazdı.

O notlar zamanla çeyrek sayfa, hatta yarım sayfayı bulmaya başladı.

Tabi ne Muharrem abi, ne de yenge hanım bu durumdan haberdar.

Öyle öyle biz işi büyüttük. Gülizar ailesinden çekindiği için kendi ismine mektup yazamıyordum.

Muharrem abinin mektubunun bir kısmını kendime ayırıp öyle haberleşebiliyordum.

O da aynısını bana yapıyordu. Yani onların 'gurbet mektupları' bizim de 'aşk mektuplarımız' olmuştu aynı zamanda.

Çok vakit geçmeden konuyu Muharrem abiye açtım.

‘Ulan Bayram ben bir söylüyorum sen üç yazıyordun meğer ondanmış’ dedi, gülüştük.

Gülizar’ı istemeye gittik, dört ay içinde evlendik çok şükür. Ama o mektupları bize vermediler.

Aşk mektuplarımız onlarda kaldı.?

Kafka'nın Bebeği - Parkta Bebeğini Kaybeden Küçük Kız ve Franz Kafka'nın Yazdığı Mektuplar - Gerd Schneider



1923. Berlin'de bir park. Küçük bir kız çocuğu kaybolan bebeğinin arkasından ağlarken, parkta karşılaştığı siyah giyimli, ince yapılı, kibar bir adam onu avutmaya çalışır. Herhangi biri değildir bu adam, Franz Kafka'dır. Ağır hasta olan ünlü yazar küçük kızı çektiği üzüntüden kurtarmak için çok özel bir çözüm üretir. Her gün parka gelir, kendi yazdığı bir mektubu getirir ve bunu kaybolan bebeğin gönderdiğini söyler. Günlerce buluşur bu iki sıra dışı kişi ve aralarında tuhaf bir arkadaşlık gelişir. Bu özel mektupların yalnızca küçük kıza değil, Franz Kafka'ya da yardımı olacak, sayılı günleri kalan yazar kısa süreliğine de olsa hayata sarılacaktır; ancak günün birinde beklenmedik bir olay bu arkadaşlığın sürmesini zora sokar.

Büyük yazarın hayatının son haftalarını, gerçek bir olaydan yola çıkarak ve biyografik bilgilerle donatarak anlatan bu roman Kafka okuru için gerçek bir sürpriz.
(Tanıtım Bülteninden)

Hiç evlenmemiş ve çocuğu olmayan Franz Kafka günün birinde Berlin'de rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş. Çünkü oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu çok üzmüş. 

Kafka, bebeği onunla birlikte aramayı önermiş. Beraber uzun süre bebeği aramışlar ama başarısız olmuşlar. Aramanın sonunda ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler. Ağır hasta olan ünlü yazar küçük kızı çektiği üzüntüden kurtarmak için çok özel bir çözüm üretmiş.

Sonra Kafka vakit yitirmeden eve koşup bir mektup yazmaya başlamış. Bebek tekdüzelikten, hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmış, artık dünyayı gezmek, yeni arkadaşlar edinmek için seyahate çıktığını yazmış. 

Parkta küçük kızla tekrar buluştuklarında bebeği aralar ve yine bulamamışlar. Kafka mektubunu küçük kızın kendisine okumuş; “Lütfen benim için kederlenme, dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım.” diye de eklemiş mektubun sonuna. Bu birçok mektubun ilkiymiş. 

Kafka, küçük kızla her buluştuğunda kızın oyuncak bebeğinin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş. Derken gün gelmiş, görüşmelerin artık sonu gelmiş. 

Kafka, son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız, aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş: “Yolculuğum beni çok değiştirdi.” 

Uzun yıllar sonra, artık bir yetişkin olmuş olan küçük kızımız, gözü gibi baktığı bebeğinin, gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine sıkıştırılmış bir mektup bulmuş. Kısaca şöyle yazmaktadır : “Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek.” 

Kafka hakkında bu hikayeyi daha önce okudunuz mu bilmiyorum ama okuduysanız bile dahası var bu hikaye hakkında. Peki ya Kafka'nın son eserini bu küçük kızın yüzünü güldürmek için yazdığını söylesem. 

Oyuncak bebeğini kaybettiği için hıçkıra hıçkıra ağlayan bir küçük kızın yüzünü güldürmek, onu yeniden hayata bağlamak için bir eser yazar mıydınız? Franz Kafka yazmış. 

Gert Schneider’ın Kafka’nın Bebeği adlı romanında bunları daha ayrıntılı olarak bulabilirsiniz. 

"Hayatının son yıllarını Berlin’de geçiren büyük yazar Franz Kafka hergün yaptığı gibi parkta yürüyüşüne çıkmış. Tabi onca işine gücüne, onu hızla tüketen hastalığına rağmen Kafka'nın bu mektup yazma işine girmesi garibime gitmedi de değil hani. Son günlerini birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant “Sadece küçük bir kızı kandırmak için değil, eserlerini yazarkenki ciddiyetle, adeta yazınsal bir tutkuyla yazıyordu” diye anlatıyor bu durumu."  

Yani Kafka son büyük eserini, 1923’te, küçük bir kızın gözyaşlarını dindirmek için yazmış aslında. 

Dora Diamant’ın röportajlarında ve yazılarında anlattıklarına göre, Kafka aksatmadan her gün parka gidip kıza yeni mektuplar okuyor, bebeğin büyüyüp okula gitmesini, yeni insanlarla tanışmasını anlatıyormuş. Amacı küçük kızı, bebeğin hayatından tamamen çıkacağı âna hazırlamakmış. Sonuncu mektupta bebeği evlendirmiş, hatta ona gayet şenlikli bir düğün merasimi tasarlamış. 

Kafka'nın bu küçük kızla birkaç ay süren ve rivayet olabilir şüphesi hala bulunan hikayesi Gerd Scheneider tarafından "Kafka'nın Bebeği" adıyla romanlaştırıldı. Bu romanda Kafka'nın kayıp el yazmalarını, mektuplarını ve eserlerini gün ışığına çıkarmayı, hayatının gölgede kalmış noktalarını aydınlatmayı amaçlayan "Kafka Projesi" kapsamında yazıldı. 

Bilindiği üzere Kafka'nın eserlerinin çok azı elimizde. Eserlerinin bir kısmını kendisi yakmış, bir kısmı da ailesinden geri kalanların Nazi kamplarında öldürülmesinden dolayı ulaşılamamıştır. Şimdilerde Kafka uzmanları ve okurları, yazarın son aylarını birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant tarafından aktarılan bu hikayenin somut kanıtlarını, yani bebeğin ağzından küçük kıza yazılan mektupları bulmanın peşinde… 

O zamana dek, Gert Schneider’ın kısmen belgeleri tarayarak, kısmen de hayal gücünü kullanarak yazdığı romanı okuyun derim. Edebiyatın kimi zaman hayat kurtaracak kadar güçlü olabildiğini görmek için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Tabi araştırdığınızda göreceksiniz ki bu hikayeyi ilk yazan Gert Schneider değilmiş. 

Evet, bu hikayeye Paul Auster "Brooklyn Çılgınlıkları" adlı romanında da yer vermiştir. Paul Auster bu olaya: “Küçük kız, yazı sayesinde sayesinde bebeğini özlemekten, aramaktan vazgeçmişti. Kafka, bebeğin yerine başka bir şey vermişti ona. Bir hikâyesi vardı artık. İnsan bir hayal âleminde, bir hikâyenin içinde yaşayabilecek kadar şanslıysa eğer, gerçek dünyanın acıları sona erer. Hikâye devam ettiği sürece gerçek yoktur.” diyerek yer vermiştir. 

Bu olayı aslında Kafka açısından da değerlendirmek gerekiyor ki bu arkadaşlık ve mektuplar sayesinde tekrar yazma tutkusuna sarılmıştır. Ölümün pençesinde olan bir yazar için hayatına daha bir şevkle bağlanmasını sağladığı görüşündeyim. Yani bu mektup yazma hem küçük kız hem de Kafka için hayatlarına devam etmeyi sağlayan yararlı bir olaydır. 

Sonuç olarak bu hikaye gerçek de olsa, sadece iyi niyetli bir rivayetten ibaret de deseler, gerçekten güzel. Bizde uyandırdığı duyguların gerçekliğini biliyoruz. 

Kitaptan alıntı; 

Yere düşen bir çocuk, ortamdakileri kahkaya boğmuşken Franz, alçak ama kararlı bir sesle “Ne kadar da ustalıkla düşüp ve ne kadar da ustalıkla ayağa kalktın sen öyle!” der. Sessizleşir herkes."

7 Kasım 2020 Cumartesi

Uzay Mekiği Yakıt Tankının Genişliği Neden 1,5 metredir? Neden Neden Analizi Tarih Neden Önemlidir?


TARİH OKUMAK NEDEN ÖNEMLİDİR?

Uzay mekiği yakıt tankının genişliğinin neden 1,5 metredir? olduğunu anlatan bir elektronik posta bir zamanlar çok modadır. Bu e-posta bu konuya çok güzel ışık tutmaktadır.

Uzay mekiğinin yakıt tankının genişliği neden 1,5 metredir?

ABD’nin uzaya gönderdiği uzay mekiğinin yakıt tanklarının genişliği 4 feet, 8.5 inçtir.  8,5 inç yaklaşık 1,5 metredir. Uzay mühendisleri bu tankları genişletmek istemişler, ancak başarılı olamamışlardır.
Çünkü, bu tanklar fırlatma rampasına trenle gönderilmek zorundadır ve söz konusu tren yolu tünellerden geçmektedir. Tünellerin genişliği ise tren raylarının arasındaki genişlik olan 4 feet 8,5 inçten yaklaşık 1,5 metreden biraz fazladır.

Neden 4 feet, 8,5 inç, yaklaşık 1,5 metre? 

Çünkü vaktiyle tren rayları İngiltere’de böyle yapılmıştır ve ABD demiryolları İngiliz göçmenler tarafından inşa edilmiştir.

Peki, neden İngilizler bu genişliği kullanmışlar? 

Çünkü ilk tren raylarını yapanlar eski tramvay yolu yapımcılarıdır ve tramvay yolunun genişliği tam olarak budur. 

Tramvay rayları neden daha geniş değildir? 

Çünkü bu ölçü vaktiyle at arabalarını yaparken kullanılan genişliktir.

At arabalarındaki tekerlekler arasında neden bu ölçü dikkate alınmış? 

Çünkü çok eskiden beri İngiliz topraklarından gelip geçen araçlar bu ölçüyü ortaya çıkarmıştır. Arabalar için başka bir ölçü kullanıldığında tekerlekler engebeli arazi üzerinde kalmakta ve kısa sürede bozulmaktadır.

Bu eski yol izleri nasıl ortaya çıkmış derseniz? 

İngiltere’deki ilk uzun mesafeli yollar Roma İmparatorluğu tarafından kendi savaşçıları için açılmıştır.

Peki, Romalıların yol izleri neden bu ölçüdeymiş?

Çünkü Roma İmparatorluğu’nun ilk savaşçılarının arabaları yan yana getirilmiş iki atın çektiği araçlardır ve iki atın kalçalarının genişliği 4 feet, 8,5 inçtir (yaklaşık 1,5 metre).

Sonuç olarak; dünyadaki en gelişmiş ulaşım sisteminin füzelerinin tasarımı iki bin yıl önce yan yana getirilen iki atın kalça genişliği toplamı ile belirlenmiştir. Bu kuralı değiştirmek ise Ay’a giden, Mars’a gitme ve uzaya açılma planları yapan Amerikalı uzay aracı mühendislerinin bile harcı değildir.

Dünyada her şey değişiyor gelişiyor gibi görünüyor, aslında dünyada pek çok şey fazla değişmiyor.

Dünyada olan her şey geçmişte olmuş olayların neden ve sonuçları üzerine oluşmaktadır.

Bu günü almak için ve geleceği tahmin edebilmek için TARİH okumak Arkeolojiye ilgi duymak bu nedenle çok önemlidir.

Prof. B. İplikçioğlu

1 Kasım 2020 Pazar

Lata Şiba - İki Kent Arasında (İrem Uşar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı : LataŞiba

Kitabın Yazarı : İrem Uşar

Kitap Hakkında Bilgi:

Çocuk edebiyatının dikkati çeken genç yazarlarından İrem Uşar, birbirine zıt kentlerde yaşayan ve yasak olanı keşfetmek için benzer duygularla yola çıkan iki çocuğun, tehlikeli olduğu kadar eğlenceli hikâyesini anlatıyor. Herkesin zayıf, her yerin dapdar ve eğlenceli her şeyin yasak olduğu Şiba'da yaşayan Dara da; hayatın yemek, eğlence ve tembellik üzerine kurulu olduğu Lata'da yaşayan Şlopgen de, günün birinde kentlerini çevreleyen yüksek duvarların ardında ne olduğunu merak ederler. Katı kurallarla tektipleştirilmiş toplumlarda birbirinden habersiz büyüyen iki kahramanın yıllar önce bir belediye başkanının kaprisi sonucu ikiye bölünen Lataşiba'yı bir araya getirme girişimlerini etkileyici bir kurguyla aktaran roman, Bilge Yarasa ve Ressamlar adlı ressam gibi renkli karakterlerle bezeli. Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği (ÇGYD) Yılın En İyi Çocuk Öyküleri Kitabı 2011 Jüri Özel Ödülü sahibi yazarın, yalın bir dille kaleme aldığı kitaba, Sadi Güran'ın özgün desenleri hayat katıyor. Hem çocukları hem de yetişkinleri tektipleştiren ve ötekileştiren kurallar üzerine düşünmeye davet eden modern bir masal.

Bir yanda Genişler'in kenti Lata'da yaşayan Şlopgen; diğer yanda Darlar'ın kenti Şiba'da yaşayan Dara. Birbirinden habersiz iki çocuk. Genişler'in Lata'sında hayat yirmi top dondurma gibi; Darlar'ın Şiba'sındaysa her şey solucan gibi ince ve uzun. Eski bir kitap ve festivalde kendini gösteren bir gölge, Şlopgen'le Dara'nın dikkatini çekince olan olur! Yaşamlarının ve kentlerinin sınırını belirleyen yüksek duvarın ardında ne vardır acaba?...
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Özeti:

İnsan, dilediği her şeye sahip olabillir. Derde, tasaya yabancı olarak sonsuz bir keyif diyarında yaşayabilir. Geniş soluklar alabilir, ağız dolusu gülebilir. Ya da istediklerini bulamayabilir yamacında. Tükenmez kurallar arasında sıkışıp soluksuz kalabilir; kocaman gölgeler altında bunalıp gülümsemeyi unutabilir. İnsan hep aynı kalabilir ya da her an değişebilir. Bambaşka yerlerde, bambaşka şartlarda yaşayan insanları bulutların üzerine çıkarabilen tek birşey vardır: Hayallerinin peşinden gidip, maceraya atılmaktan çekinmemek.

Darlar Kenti Şiba’da insanlar, göğe yaklaşan ince uzun binaların daracık pencerelerinden izliyorlar dünyayı. Nehri fanustan akıtıyorlar, sokak hayvanları bu şehrin kaldırımlarına yabancı. Şiba Kenti, kurallar ve tükenmez yasaklardan inşa edilmiş upuzun bir anıt sanki. Herkes incecik burada; yemek yiyip kilo almak yasak, bağırarak şarkı söylemek de. Gülmeye pek ihtiyaç duymuyorlar, ağaçlara da öyle… Öylesine ezbere ve ağır bir hayat ki bu; saatlerde yelkovan yok. Bu kentte yaşayan herkes gibi incecik olan kahramanımız Dara’nın okulu da şehrine uygun; sınıflar, kağıtlar herşey ince ve uzun. Öğrenciler okuldan sonra topluca kütüphaneye gidip, yaşadıkları yer dışında fazlasını bilmeye ihtiyaç duymamaları salık veren kitaplar okuyorlar. Dara, kütüphanenin beş yüzüncü katına çıkmayı seviyor en çok, çünkü yasaklardan bir nebze olsun uzaklaşabildiği tek yer burası. Hayalleri, merakları, kalbi küt küt atsa da yasakları çiğnemenin verdiği mutlulukla Dara “geniş” diyebiliyor burada. Geniş kelimesini kullanmak, bu kentteki, en büyük yasak. Halkın belki de başka türlüsünü bilmediğinden huzurla devindiği bu düzen; ilginç, gülümseten şeylerin ancak rüyalarda çıkageldiği bu kent Dara’yı sıkıyor aslında, ardında yeni bir şeyin olmadığı söylenen surların öbür yanını görebilmeyi, rüzgarı hissetmeyi, bu uyuşukluğa son vermeyi istiyor içten içe. Sandığı kadar yalnız olmadığını, ceza almaktan pek de çekinmeyen arkadaşı Darfıl’ın da aynı kata konuk olmasıyla anlıyor. Darfıl’ın elinde daha önce karşılaşmadıkları “yasak kitap”tan bir sayfa, Dara’nın elindeyse surların diğer tarafına ait olduğunu düşündüğü bir baca resmi. Bu iki sıradışı şey muhakkak ki bağlantılı onlara göre. Yasak kitabın sayfasında, çok eskiden yaşamış gezgin bir Şiban’ın kehaneti:

“İki çocuk göbekten bağlanacak

Tırtıllar kelebek olacak,

Gündüz geceyi,

Gece gündüzü tanıyacak

Çilingir göründüğünde

Denge yatıya kalacak”

Bu hayret ve merak kokan ortama bir de fanusla kaplı nehirden nasıl çıktığı anlaşılamayan cam kurbağası konuk olunca maceraya atılmak kaçınılmaz oluyor haliyle. Cezaları göze alıp kurulan tehlikeli planlar mı dersiniz; bilgece yanıtlar alınan ziyaretlerle dizginlenemeyen meraklarını tepeye tırmandırmak mı… Dara ve Darfıl, arkadaşları hayatlarına çizgilere basmadan devam ederken, maceraya doğru koşuyorlar. Ve gözleri o güne dek gördükleri en büyüleyici görüntüyü armağan ediyor onlara: “Ötekiler”in şehrini, surların öte yanını. Geniş çayırlar, sınırsız gülümsemeler, hesapsız uykularla bezenen; Şiba’nın bilgesi Kör Yarasa’nın “Ahhh, güzeller güzeli Lata” diye yad ettiği kenti; Genişler’in kentini yani..Şlopgen, bu güzel kentteki neşeli ve geniş kahramanımız; kocaman sınıfında yüzlerce arkadaşıyla birlikte kahkahalar atarak şarkılar söylüyor. Herkesin hep güldüğü, çok güldüğü, bol bol yemek yediği, amaçsızca gezindiği, dilediğince uyuduğu, yüzdüğü, özgürce keyif çatılan bir kent Lata. Yemyeşil çayırlara yayılan geniş ve kısa evlerde yaşayan Latanlar, ağaçlarda cıvıldayan kuşlarla, kentte dolanan türlü çeşit hayvanla haşır neşir; aceleye getirmeden yaşıyorlar hayatlarını. Hızlı harekete lüzum yok, çalışmak çok da gerekli değil. Kural yok, ceza yok, yasak yok. Her nefeste sanki “İçinden geleni yap, bolca gül; ye, iç genişle,geniş giyin, geniş zamanlarda yaşa” diyor bu kentin sakinleri. Lata’da darlık yasak değil ama makbul da değil elbet. Şiba ne kadar darsa, Lata her açıdan o kadar geniş.

İki kentin belki de benzeşen tek özelliği, zaman kavramının bir hayli karışmış olması. Lata’lılar bu karışıklığın Ay’ın kentlerini uzun zamandır ziyaret etmemesine neden olduğunu düşünüp, onu karşılamak için şenlik düzenliyor ve Şlopgen’e oluyorsa işte o şenlikte oluyor. Kentin bilgesi Ressamlar (çoğul, evet) şenlik için yaptığı harikulade resmin üzerine, surların ardındaki “öteki” kentin ince uzun gölgesinin düşeceğini bilmiyor, elbette. Şlopgen’le onu buluşturan da bu ortak şaşkınlık işte. Gölgenin görülmesinin ardından gelen inkarlar ve kentte o güne dek adı geçmeyen yasakları, ikisi dışında herkesin anında kabullenmesine duydukları kırgınlık bir de. Şaşkınlık, merak ve Ressamlar’ın ağzından dökülen müthiş sırlar Şlopgen’e cesaret kuşandırıyor. Yardım istediği arkadaşı Yumgen; eğlenceden uzaklaşmaya pek yanaşmayınca, gölgenin sırrını çözmeyi kafaya takan kahramanımız ne yasaklardan çekiniyor, ne keyifli hayatının cazibesine kanıyor. Sonrası öyle bir macera ki...

Şiba’nın anlatıldığı bölümde, resmi ideolojinin nasıl kök salıp güçlendiği hikâyeye ustalıkla yerleştirilmiş. Fantastik bir evrende çok tanıdık unsurlarla karşılaşıyoruz. Tabiri caizse, doğru belletilen tüm saçmalıkların mantıklı bir açıklaması yapılmış; kent kütüphanesi ideolojiyi besleyen kitaplarla donatılmış. En önemlisi de Dara’nın bütün bu tuhaflıkları normalleştirmiş olması. Kentini öyle tatlı anlatıyor ki, “Güneş o zararlı ışınlarıyla evlerimizde gezemez,” ya da “Tüm yollara beton döktük, artık kimsenin ayakkabısı yağmurda çamurlanmıyor,” diyor mesela. Elbette hiç şaşırmıyoruz çünkü Dara içine doğduğu doğrulardan başka bir hayatın mümkün olduğunu bilmiyor. Fakat çocuk her yerde çocuk işte. Yasakları delmek hoşuna gidiyor, merak ediyor, bildiğiyle yetinmiyor, öğrenmek istiyor, değişimden korkmuyor.

Lata’nın anlatıldığı bölümde ise başka metaforlar saklı. Orası adeta düşlerden kopmuş bir kent. Her şey tozpembe, her şey çok güzel! Önce Lata’nın bir hayal diyarı olduğunu düşünüyoruz. Derken hikâyenin sonuna doğru oranın da ideal olmadığı anlaşılıyor. Genişler sadece kendilerini sevip kendilerini önemseyen bir halka dönüşmüş, tıpkı Darların yaptığı gibi anlamsız yasaklar koymuş, kendi normlarının dışına çıkan şeyleri yasaklamışlar. İki kent biçimsel olarak farklı ama aslında birbirine çok benzer: İkisi de insanlara kendi dayattığından başka bir yaşam şansı tanımıyor. Onları pek çok anlamda hapsediyor ve kendine benzemeyenlere sırt çeviriyor. 

Son bölümün başlangıcı sayabileceğimiz sayfalarda, iki kentin birbirine sırt çevirmesine neden olan olayları, hikâyenin önemli bir karakterinden, Ressamlar’ın ağzından dinliyoruz.

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :

İrem Uşar, 1975’te İstanbul’da doğdu. Notre Dame de Sion Lisesi’nin ardından Marmara Üniversitesi Radyo, Televizyon, Sinema Bölümü’nden mezun oldu. Muhabirlik, editörlük ve metin yazarlığı yaptı. İlk romanı Ayrıkotu (2008) konusu kadar, genç üslubuyla da ilgi çekti. 2010’da PEN’in davetiyle Belçika’nın Antwerp kentinde katıldığı yazarlık atölyesinde, Günışığı Kitaplığı’nın, Assos yakınlarındaki Sivrice Deniz Feneri için özel projelendirdiği çocuk kitabı Fenerden Taşınan Işık’ı (1. baskı: 2011, 4. baskı: 2013) yazdı. Bu resimli ilk çocuk kitabını, gülümseten aile öykülerini içtenlikle kaleme aldığı Kuuzu ve Lunapark Ailesi (1. baskı: 2011, 2. baskı: 2013) izledi. Bu öykü kitabıyla, Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği (ÇGYD) Yılın En İyi Çocuk Öyküleri Kitabı 2011 Jüri Özel Ödülü’ne değer görülen Uşar, yıllardır tai chi çalışıyor ve İstanbul’da yaşıyor.

Genç Terzi, Yaşlı Adam ve Bülbül - Kişisel Gelişim Hikayesi


Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinası ve küçücük bir dükkanı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış. Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini. 

Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın sokağın köşesindeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itip arabadan inen yaşlı adam; 
“Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer.” diye söylenmiş. 

Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar adam; 
“Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?” diye düşünmeye başlamış.

Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadamı terzinin yanına yaklaşıp; 
“Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim” deyince; 
“Hayır teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaş fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş” diye yanıt vermiş terzi. 

Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş. 
“Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?” diye soran yaşlı adam; 
“Ben terziyim” yanıtını alınca; 
“Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın.” diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi.

Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkan, önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık “ünlü işadamı” diye anılır olmuş.

Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş. Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş.

Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş.

Başlamış anlatmaya; “Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona; “Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki, eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak. Sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın” demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülküde ünlenmişler.

Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş. Arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken de dostluk ipliğini koparmasaydın.”

Öyküyü dinleyince hemen çekip gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş….”

Hepimizin karşısına bir bülbül çıkabilir. 

Bülbülümüzün ölmesine asla müsaade etmemeliyiz.

Veba Geceleri (Orhan Pamuk) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Veba Geceleri Kitabın Yazarı: Orhan Pamuk Kitap Hakkında Bilgi: Orhan Pamuk’un üzerinde 5 yıldır çalıştığı Veba Geceleri, 190...