27 Ekim 2022 Perşembe

Türkçenin Matematiği, Bilimsel ve Matematiksel Yönden Türkçe


Türkçenin Matematiği, Bilimsel ve Matematiksel Yönden Türkçe

Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazmıştır.Türkçe’yi en zengin kullanan yazarlardan Yaşar Kemal’in romanları 3.500 kelimeyi geçmez. Bu görüş haklıdır çünkü Türkçe, Fransızca’ya oranla daha az sözcük içermektedir.

Türkçe, İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya göre de daha az sözcük içermektedir. Fakat bu durum Türkçe’nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez. Çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir. Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gerek yoktur.

Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır.

Türkçe’de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Türkçe’nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir.

İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:

3+5=8

12+5=17

38+5=43

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5″ yazdığı halde!

Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak” ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olmaktadır. Türkçe’nin az kelime ile çok iş yapmasının sırrı matematiktedir. 

0′dan 9′a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir.

Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir.

Türkçe’deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliniyor olması demektir. 

Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6″, “y=23″ olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil “boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir.

Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1′leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır.

Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

ev……..ler…….evler

1.0…….0.1……1.1

Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1′dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade

kırmızı

0.1.0

kıp kırmızı

1.1.0

kırmızı msı

0.1.1

kıp kırmızı msı

1.1.1

Türkçe’deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp Kırmızı Tramvaymsı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben

010 = sen

000 = o

111 = biz

110 = siz

100 = onlar

00 = geniş zaman

11 = şimdiki zaman

10 = gelecek zaman

01 = geçmiş zaman

kök kişi matematik ifade

yeterlilik……………..Oku (y)abil dim……………..= 1.1.0.01.0.0.011

olumsuz……………..Oku (y)a ma z mış sın………= 1.1.100.0.1.010

zaman……………… Gel me (y)ecek ti…………….= 1.0.1.10.1.0.000

zaman……………….Git me di k…………………… = 1.0.1.01.0.0.111

hikaye……………….Şaşır abil ecek ti niz ………..= 1.1.0.10.1.0.110

rivayet……………….Bil (i)yor lar…………………. = 1.0.0.11.0.0.100

kişi

tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) Sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.

“dün Ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

Cümle

matematik değer

0001

matematik değer

0011

matematik değer

0111

matematik değer

1111

1 dün Ahmet camı kırdı.

2 dün camı Ahmet kırdı.

3 Ahmet dün camı kırdı.

4 Ahmet camı dün kırdı.

5 camı dün Ahmet kırdı.

6 camı Ahmet dün kırdı.

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:

1. Cümle: dün Ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.

2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).

3. Cümle: Ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).

4. Cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).

5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.

6. Cümle: camı Ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) Sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001′den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir.

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.

Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki kodlar ne kadar “herkesçe bir örnek” algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdanmısınız ?
Çoğunu kullanmadığımız ” saklı bir güç” Türkçe. Kullanıldıkça ortaya çıkan bir define âdeta. Dilimiz, “saklı güç” ünü, “kinetik bir erke”ye dönüştürecek kalemler arıyor. Tarihî derinliğine karşılık “kullanım yoğunluğu”nun sığlığı bir çelişkidir.

Türkçenin gücü, onun doğurgan özelliğidir. Geçenlerde henüz yedi aydır türkçe öğrenmekte olan Tanzanyalı bir öğrencim kara tahtanın başına geldi ve beni şaşırtan şu kelimeyi yazdı:

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdanmısınız ?

Bu ibare tek kelimeden ibaret bir cümledir. Bir yabancı için çok çok şaşırtıcı bir faklılıktır bu. Ben ” İngilizcede böyle bir ifade için birkaç cümle gerekir” deyince Tanzanyalı İsa, “Ne birkaç cümle Hocam birkaç paragraf gerekir” deyiverdi.

İşte cümlenin anlam oluşturucuları, böyle iç içe geçmiş bir “dil evreni” dir. Yukarıdaki bir kelimelik Türkçe cümlenin anlam çözümlemesini basit olarak şöyle yapabiliriz:

1. Bu cümlede Türkiye’nin şehirlerinden biri olan Afyonkarahisar var. Yani cümlenin anlam tabanı birleşik kelime hâlinde biçimlenen bir şehirdir.

2. Birilerini, bu şehirden olmadıkları hâlde bu şehirden birileri hâline getirmek isteyen ama bunu birçok kişide denediği halde başaramayan bir(ler)i var.

3. Afyonkarahisarlı : Nüfus kaydı bu şehre ait insan.

4. Afyonkarahisar+lı+laş-mak: Nüfus kaydı ve yaşadığı yer bu şehir olmadığı hâlde bu şehirden biri hâline gelmek.

5. Afyonkarahisarlılaş+tır+mak : Bunun, birinin kendi kendine dileği değil de başkası tarafından (muhtemelen zorlayarak ya da ikna yoluyla) yapılması.

6. Afyonkarahisarlılaştır-ama-mak : Birini Afyonkarahisarlılaştımak niyetinde olan birinin, buna gücünün yetmemesi (yetersizlik kavramı).

7. Afyonkarahisarlılaştırama+dıklarımız : Böylr bir niyetin başkaları üzerinde denenmesi.

8. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımız+dan: Bunların içinden birini seçerek yargının soruya hazırlanması.

9. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız? bütün bu süreçlerin, birinin şahsında soru hâline getirilip duyurulması.

Türkçe’nin bu doğurganlık özelliğini onun atomik gücü olarak da görülebilir. Türkçede kelime sayısının, az olduğunu söyletip bundan dilimiz aleyhine sonuç çıkarmak isteyenlerin anlamadıkları şey işte bu “atomik” ve ” saklı:potansiyel” güçtür.

Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı ‘Birçok yabancı dil bilirim. Bu diller arasında Türkçe öyle farklı bir dildir ki, yüz yüksek matematik profesörü bir araya gelerek, Türkçe’yi oluşturmuşlar sanki. Bir kökten bir düzine sözcük üretiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor.

Türkçe öyle bir dildir ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir.”

Prof. David Cuthell

24 Ekim 2022 Pazartesi

Hamal ile Genç Kızların Öyküsü 2 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Hamal ile Genç Kızların Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Onuncu Gece Gelince

Dünyazat, ona "Ey kardeşim, öyküyü tamamlasana!"demiş. Şehrazat da, "Dostlukla ve sunmayı görev sayarak" diye yanıt vermiş ve sözünü sürdürmüş

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki hamal, genç kızlara bu vaatte 'bulunduktan sonra, pazardan dönen kız, ayağa kalkıp önlerindeki sofrayı yeniden düzenlemiş ve hepsi zevkle yiyip içmişler. Bundan sonra mumları tutuşturmuşlar ve kokulu buhurlar, ödler yakmışlar, sonra da hepsi birden içmeye, çarşıdan alınan tatlıları yemeye başlamışlar. Özellikle de, aynı zamanda gözlerini kapayarak, başını sallayarak, iyi düzenlenmiş şiirler okuyan hamal... Birdenbire kapıya vurulduğu duyulmuş, fakat zevke dalmışlıkları içinde bu, onları tedirgin etmemiş. Bununla birlikte kapıya bakan genç kız, kalkıp kapıya yönelmiş, sonra geri dönerek onlara, "Bu gece keyfimiz tam olacak, çünkü kapıda sakalları kesilmiş sol gözleri sakat üç Âcam var ve gerçekten şaşırtıcı bir rastlantı bu. Bunların çabucak Diyar-ı Rum'dan gelme yabancılar olduklarını anladım. Her birinin suratı değişik, ama hepsinin yüzleri gülünç olduğu kadar, çok iç açıcı. Onları içeri alırsak, sayelerinde epeyce eğleniriz" demiş. Sonra da arkadaşlarına öylesine kandırıcı sözler söylemiş ki, sonunda, ona "Öyleyse, git söyle onlara, gelsinler! Ama şartımızı da: 'Sizi ilgilendirmeyen şeyden hiç söz etmeyeceksiniz, yoksa hoşlanmayacağınız şeyler işitirsiniz' diyerek onlara açıkla!" demişler. Genç kız da neşe içinde kapıya koşarak üç körü birlikte getirmiş. Gerçekten bunların sakalları traşlı, bıyıkları eğri ve dikmiş; böylece kalender denen dilencilerin de bağlandıkları tarikat elinden oldukları anlatılıyormuş. Bunlar içeri girer girmez, hazır bulunanlara selamet dilemişler, sonra da birbiri ardından geri çekilmişler. Bunları görünce genç kızlar, ayağa kalkıp onlan sofraya davet etmişler. Sofraya oturan üç kalen der, açıkça sarhoş olduğu belli olan hamala bakmışlar ve iyice inceledikten sonra, onun da kendi tarikatlarına bağlı biri olduğunu sanmışlar ve "A! Galiba bu da bizim gibi bir kalender. Öyleyse, ona dostça davranmamız uygundur" demişler. Ama hamal, onların düşüncelerini anlayarak birdenbire ayağa kalkmış, "Tamam, tamam dostlarım! Sakin olun, sizin hakkınızda kötü düşünen yok. Oturun, yiyin için! Ama gidip ilkin kapının üzerinde yazılı kitabeyi okuyun!" demiş. Bu sözleri duyan genç kızlar gülmekten katılmışlar ve birbirlerine,

"Bu kalenderlerle ve bu hamalla epeyce eğleneceğiz" demişler. Sonra da kalenderlere yiyecek vermişler; doğrusu onlar da çok iyi yemişler. Sonra kapıya bakan kız kalenderlere içecek sunmuş. Onlar da genç kızın elinden aldıkları içkiyi elden ele dolaştırarak içmişler. Bardak birkaç kez elden ele dolaşıp içindeki bitince, kız onlara,

"Tamam, tamam kardeşlerim! Şimdi söyleyin bakalım, torbalarınızda bizi eğlendirecek birkaç güzel öykü ya da başınızdan geçen şaşırtıcı serüvenler var mı?" diye sormuş. Bu soruş biçiminden hoşlanan kalenderler, kendilerine müzik aletleri getirilmesini istemişler; bunun üzerine kız onlara zillerle donatılmış bir Musul tefi, bir Irak udu ve İran neyi getirmiş. Üç kalender ayağa kalkmış; biri zilli tefi, diğeri udu, öteki de neyi almış; üçü birden çalmaya başlamışlar. Genç kızlar da şarkı söyleyerek onlara eşlik etmişler. Hamala gelince, zevkten bayılıp, "Ya Allah! Ya Allah!" demiş. Çalgı çalan ve şarkı söyleyenlerin görkemli sesleri onu çok etkilemiş. Tam o sırada, kapının yeniden çalındığı duyulmuş. Kapıya bakan kız ayağa kalkarak kapıda kimin bulunduğunu anlamaya gitmiş. Kapının çalınma nedeni şuymuş: O gece Halife Harun Reşit, ülkenin içinde olup bitenleri kendi gözleriyle görüp kendi kulaklarıyla işitmek üzere kente inmişmiş. Yanında veziri Cafer-ül-Barmaki ve celladı Mesrur kendisine eşlik ediyorlarmış. Zaten tacir kılığına girerek böylesine dolaşmak onun âdeti imiş.

O gece kentin sokaklarında dolaşırken, yolunun üzerine bu ev çıkmış. Çalgı ve şenlik sesleri duymuş. Halife, Cafer'e "Bu seslerin kimlere ait olduğunu anlamak için şu eve girmek istiyorum" demiş. Cafer ise, "Bunlar bir sarhoşlar topluluğu olmalı. Başımıza kötü bir şey gelmesin!" diyerek içeri girmekten kesinlikle sakınmalarının doğru olacağı yanıtını vermiş. Ancak Halife, "Mutlaka içeri girmeliyiz. Onların hangi durumda olduklarını görmek için içeri girmenin bir yolunu bulmalısın!" demiş. Cafer, bu emri alınca, "Emriniz başım üstüne!" demiş ve ilerleyip kapıyı çalmış ve hemen o dakikada kapıya bakan kız, gelip kapıyı açmış. Genç kız kapıyı açınca, Cafer ona "Ey hanımım, biz Taberiyeli tacirleriz. Mallarımızla Bağdat'a geleli on gün oldu ve tacirler hanında kalıyoruz. Bu gece handa buluştuğumuz tacirlerden biri bizi evine çağırmış, yemeğe davet etmişti. Bir saat kadar yiyip içtikten sonra yemek bitince, bizi istediğimizi yapalım diye serbest bıraktı. Evden çıktık ama gece bastırdı, biz de buraların yabancısı olduğumuzdan kaldığımız hanın yolunu yitirdik. Bu yüzden, asaletinize sığınarak size başvuruyoruz. İzin verirseniz içeri girip geceyi burada geçireceğiz. Allah bu iyiliğinizi unutmayacaktır!" demiş. Bunu duyan kız onların yüzlerine bakmış, namuslu tacirler olduğunu ve saygın bir halleri bulunduğunu görmüş. Dönüp iki kardeşinin görüşlerini almış, öteki kızlar ona "Al onları da içeri!'' demişler.

Bunun üzerine bunlara kapıyı açmak üzere dönen kıza, "izninizle,girebilir miyiz?" diye sormuşlar. Kız da "Buyurun!" diyerek yol göstermiş. Halife, Cafer ve Mesrur içeri girince öteki iki kızın ayağa kalkarak kendilerine hizmet etmeye davrandıklarını görmüşler. Kızlar onlara, "Hoş geldiniz! Burada dostça ve ferah gönülle karşılanacaksınız! Lütfen rahatınıza bakın sayın davetliler! Ancak sizi bir şartla kabul edeceğiz: Sizi ilgilendirmeyen konularda asla konıış mayın! Yoksa, hoşunuza gitmeyen şeyler işitirsiniz!" Onlar da yanıt vermişler; "Tabii, doğrusu da bu!" diyerek... Sonra oturmuşlar, içmeye çağrılmışlar, bardak elden ele dolaşmış. Sonra Halife üç kalendere bakmış, hepsinin de sol gözlerinin kör olduğunu görmüş, buna çok şaşırmış. Sonra da genç kızlara bakarak tüm güzelliklerini ve zarafetlerini fark etmiş, bu da onu çok şaşırtmış ve hayrete düşürmüş.

Genç kızlar, konuklarla söyleşiyi sürdürmüşler ve onları kendileriyle içki içmeye davet etmişler. Ssonra Halife'ye nefis bir şarap sunmuşlar, o da, "Ben tövbe etmiş bir hacıyım" diyerek ret etmiş, bunun üzerine kapıya bakan kız, ayağa kalkıp onun önüne ince kakmalı küçük bir masa, onun üzerine de çini bir kâse koymuş. Kâsenin içine de bir parça karla soğutulmuş kaynak suyu koymuş ve hepsini gülsuyu ve şekerle karıştırmış, sonra da bunu Halife'ye sunmuş. Bunu kabul eden Halife kıza pek çok teşekkür etmiş ve kendi kendine, "Yarın onu bu davranışından ve tüm yaptıklarından ötürü ödüllendirmeliyim!" diye düşünmüş. Genç kızlar, misafirlerine karşı görevlerini yerine getirmeyi sürdürmüşler ve içki sunmadan da geri durmamışlar. Ancak, şarap etkisini göstermeye başlayınca, evsahibi olan kız ayağa kalkarak onlara başka emirleri olup olmadığını sormuş, sonra da çarşıdan dönen kardeşinin elini tutarak, ona, "Ey hemşire ayağa kalk da görevlerimizi yapalım." Demişler

Bunun üzerine kapıya bakan kız ayağa kalkarak kalenderlere salonun ortasından ayrılarak kapılara karşı sıralanmalarını söylemiş, sonra da salonda daha önce bulunan her şeyi kaldırmış ve yıkamış. Diğer genç kıza gelince hamalı çağırmışlar ve ona, "Vallahi, senin dostluğun pek işe yaramıyor, haydi bakalım! Sen burada yabancı değilsin, ev halkından sayılırsın!" demişler. Bunu duyan hamal ayağa kalkmış, giysilerinin eteklerini kaldırmış, ucunu sıkıştırmış ve "Emriniz başım üstüne!" demiş. Onlar da, ona "Yerinde bekle!" demişler, Birkaç saniye sonra, çarşıdan gelen kız ona, "Beni izle ve gel yardım et!" demiş. Hamal onu salonun dışına çıkarken izlemiş, orada siyah tüylü iki köpek görmüş, köpekler boyunlarından zincire bağlı imişler. Hamal onları almış salonun ortasına getirmiş. O vakit ev sahibi yaklaşmış, yenlerini kaldırmış, bir kamçı alıp hamala, "Köpeklerden birini buraya getir!" demiş. O da zincirinden çekerek köpeklerden birini sürüklemiş, kıza yaklaştırmış. Köpek ağlamaya başlamış ve başını genç kıza doğru kaldırmış. Ama genç kız, buna hiç aldırmadmış. Sonra kamçıyı elinden fırlatmış, köpeği kollarına alarak göğsüne bastırmış, gözyaşlarını silmiş ve iki ellerinin arasına aldığı başını öpmüş. Sonra da hamala, "Al bunu götür, ötekini getir!" demiş. Hamal da ikinci köpeği getirmiş ve genç kız, ona ilkine yaptıklarını yapmış,

Bunu gören Halife, yüreğinin acımayla dolduğunu ve göğsünün kederden sıkıştığını duymuş ve Cafer'e bu konuda genç kıza sorması anlamında göz kırpmış. Ama Cafer de işaretle, ona susmasının daha doğru olacağı yanıtını vermiş. Bundan sonra konağın sahibi, kızkardeşlerine dönüp onlara, "Haydi! Her zaman yaptıklarımızı yapalım!" demiş. Onlar da "Baş üstüne!" demişler. Bunun üzerine konağın sahibi, altın ve gümüş kakmalı mermer yatağına çıkmış ve kapıya bakan kız ile çarşıdan dönen kıza "Şimdi bildiklerinizi bize gösterin!" demiş. Bunun üzerine kapıya bakan kız ayağa kalkmış, ablasının yanında yer almak üzere yatağa, çarşıdan dönen kız da dışarı çıkmış. Kendi dairesine gidip yeşil ipekten saçakları olan saten bir torba getirmiş, iki genç kızın karşısında durup torbayı açmış, içinden bir ut çıkarmış, kapıya bakan kıza uzatmış, oda akort yaparak mızrap vurmuş ve aşk ve keder üzerine şu dizeleri okumaya başlamış:

Lütfen! Kaçıp giden-uykuyu kirpiklerime geri getir! Sonra da söyle aklım fikrim nereye gitti? Evimde aşkın mekân tutmasına razı olalı beri uyku bana kızdı, beni terk etti. Soruyorlar bana, "Sen ki, güvenli ve doğru yolda yürüdüğünü bilirdik. Ne yaptın sen, dostum! Söyle bize, seni kim şaşırttı? Onlara diyorum ki, sizi ben değil, o sevgili aydınlatacak! Bense size tek bir yanıt vereceğim: kanımın, tüm kanımın ona ait olduğunu söyleyerek,.. Size daima: ben kanımı dökmeyi yeğlerim, onun uğruna, tüm ağırlığıyla içimde kalmasın diyerek yanıt vereceğim. Bir kadın seçmişim, onda tüm düşüncelerimi, onun imgesini bile yansıtan tüm düşüncelerimi üreteyim diye... Ve de, bu imgeyi kovsaydım, içimi ateşe sallardım, o yutucu ateşe... Onu görünce siz beni mazur tutarsınız! Çünkü Tanrı'nın ta kendisi bu mücevheri hayat iksiriyle kuyumlamıştır ve de bu hayat iksirinden kalanlarla narı yoğurdu, inciler döktü. Bana diyorlar ki, "Ey budala! Sen sevgili oyuncağında, gerçekten, sızlanmalar, gözyaşları ve nadir zevklerden başka şeyler bulduğunu mu sanıyorsun? Bilmez misin ki, berrak suda izlerken kendi gölgenden başka bir şey göremezsin, Öylesine bir kaynaktan içmektesin ki, tek başına tat alabilmiş olmanın öncesinde ondan nice doyumlar sağlanmıştır." Onlara, sanmayın ki, diyorum, içerken beni sarhoşluk sarmıştır. Sade bakarken sarhoş olmuşumdur ben. Ve bu sadece gözlerimden uykucu kovmuştur. Ve beni böyle tüketen asla geçmişin olayları değildir. Ama onun hayatımdan geçip gitmesidir. Ayrılmış olduğum güzel şeyler asla beni bu hale düşürmedi; sadece onun benden ayrılmasıdır beni berbat eden. Ve şimdi, başımı başkalarına çevireyim, öyle mi? Bunu nasıl yapabilirim? Ben ki tüm ruhumla onun hoş kokulu bedenine bağlıyım... Bedeninin amber ve misk kokusun a. „

Kız şarkısını bitirince, kızkardeşi ona, "Tanrı tesellini versin, kardeşim!" demiş. Ancak genç kız, öylesine bir üzüntü nöbetine tutulmuş ki, giysilerini yırtmış ve bayılarak yere serilmiş. Ancak düşerken, giysisi açıldığından, Halife, vücudunun kamçı ve değnek darbelerinden izler taşıdığını görmüş ve şaşkınlığın son kertesine dek şaşırmış. Pazarcı kız yaklaşmış ve bayılan kızkardeşinin yüzüne biraz su serpmiş, kız kendine gelmiş. Sonra da yeni bir giysi getirmiş, kız buna bürünmüş. Bunları gören Halife, veziri Cafer'e "Pek heyecanlanmışa benzemiyorsun. Bu kadının bedenindeki darbe izlerini görmedin mi?

Ben artık dilimi tutup oturamayacağım. Bütün olup bitenleri ve iki köpeğin sırrını öğrenmedikçe rahat huzur ne bilmeyeceğim!" demiş. Cafer, ona "Şevketlim" demiş; "Ortaya konan şartı hatırla: seni ilgilendirmeyen şey hakkında konuşma, yoksa hiç hoşlanmayacağın şeyler işitirsin!" Bu arada pazarcı kız ayağa kalkmış ve udu ele almış, onu yuvarlak memesine yaslamış, parmaklarının ucuyla tıngırdatmış ve şarkı söylemeye başlamış:

Biri gelip de bize aşktan yana sızlanırsa, ona ne yanıt verelim? Biz kendimiz aşk yüzünden uçurumu boylamışsak, ne yapabiliriz ki? Yanıt versin diye aracı görevlen dirsek do, bu aracı, gerçekte, tutkulu bir yüreğin tüm sızlanmalarını anlatmasını asla bilmeyecektir. Sevgilinin kaçışına sabredip sessizce katlansak da; ıstırap bizi,hemen, ölümün iki parmağınatakacaktır. Ey ıstırap! Bizim için artık.sadece pişmanlıklar, matem ve yanaklara sel gibi boşatan gözyaşları kalıyor. Ve sen, görünmeyen sevgili! Gözlerimin ufkundan uzaklaştın ve seni yüreğime bağlayan tüm bağlarıkopardın! Söyle! Hiç değilse, geçmişteki aşkımızdan bir iz kaldı mı sende? Zamanın geçmesine karşın silinmeyecek küçük bir iz? Yoksa, gözden ırakulunca, tüm gücünü eriten nedeni unuttun mu? Beni ruh cılızlığına,bu düşkünlüğe iten sen değil misin? Benim payıma düşen böyle sürgünlükse, bir gün Tanrı'ya, Efendimize, tüm çektikleriminhesabını sormaz mıyım?

Bu kederli şarkıyı duyan ev sahibesi kız, tıpkı kardeşi gibi, giysilerini yırtmış, ağlamış ve baygın yere düşmüş ve pazarcı kız ayağa kalkmış, yüzüne biraz su serpip ayırttıktan ve onu kendine getirdikten sonra, ikinci bir giysiyle donatmış. Bunun üzerine ev sahibesi, biraz kendine gelmiş, sedire oturmuş ve pazarcı kıza, "Senden rica edeceğim, bir parça daha şarkı söyle de borçlarımızı ödeyelim! Sadece bir kez daha!" demiş. Bunun üzerine pazarcı kız udu yeniden akort etmiş ve şu dizeleri söylemiş:

Ne zamana kadar sürecek bu uzaklaşma ve bu acı terk ediş? Bilmiyormusun sen, artık gözümde dökülecek yaş kalmadı? Beni yüzüstübıraktın! Böylesine uzun boylu kaçışta, sen hiç değilse, eskidostluğumuzu anımsar mısın hâlâ? Şayet nankör talih, aşka düşenerkekten yana olsaydı, zavallı kadınlar, sadakatsiz sevgililerine, sitemyağdıracak tek gün bile bulamazdı. Ama ben ne yazık ki! Bir parça dertlerimden, elinden çektiklerimden kurtulmak için, ey yüreklerinkatili, kimseye şikâyet edemem! Eyvah, eyvah ki! İnancını ya daödediği borcun yazılı kanıtını yitirmiş olan şikâyetçinin sonu hüsrandeğil midir? Ve de derde düşmüş yüreğimin acısı senin arzununçılgınlığını artırmaktan başka işe yarıyor mu? Seni arzuluyorum! Bana vaat ediyorsun! Ama neredesin sen? Aşkıyla beni derin boşluklara attı! Dilerim ki benim yerime bir başkası, en yücedoyumlara ulaşır, kendi uğruna! Buraya kadar, onun aşkıyla tükenen benim! Ama yarın beni kınayan kişiye ıstırap çekme sırası gelecektir.

Bunun üzerine yeniden kapıyla ilgilenen kız bayıldı, kamçı ve değnek izleri taşıyan bedeni yarı çıplak göründü düşerken... Bunu gören üç kalender, birbirlerine "Bütün geceyi toprağa yatıp uyuyarak geçirseydik de bu eve girmeseydik daha iyi olmaz mıydı? Çünkü gördüklerimiz bel kemiğimizin iliğini eritecek kadar üzücü!" demişler. Bunu duyan Halife onlara doğru eğilmiş ve "Neden?" diye sormuş. "Çünkü gördüklerimizle zihnimiz öylesine derinden alt-üst oldu ki" demişler. O zaman Halife onlara, "Öyleyse, siz bu ev halkından değil misiniz?" diye sormuş. "Tabii değiliz!" diye yanıt vermişler; "Biz evi şu sizin yanınızda oturan kimseye ait sanıyorduk" demişler. Bunu duyan hamal haykırmış: "Ha! Allah için söylemeli! Ben bu eve ilk kez bu gece girdim. Bu evde olacağıma, çöplükte yataydım benim için daha iyi olurdu!

Sonra başbaşa verip, "Biz burada yedi erkeğiz, onlarsa üç kadın, bir tek bile fazlası yok. Onlara bu durumlarının nedenini soralım. Bize kendi rızalarıyla yanıt vermek istemezlerse, zorlarız onlan!" demişler;

"Bunun doğru ve namuslu bir fikir olduğuna inanıyor musunuz? Onların konuğu olduğumuzu unutmayın ve de dürüstlükle susacağımıza dair ileri sürdükleri şartları kabul etmedik mi? Sonra bakın, zaten gece bitmek üzere, sonra her birimiz bahtın bizlere neler hazırladığım bilmeden Tanrı'nın yollarına düşeceğiz" diye karşı çıkan Vezir Cafer'in dışında hepsi düşündüklerine uyum sağlayacak biçimde hareket etmeyi kararlaştırmışlar. Bunun üzerine Cafer, Halife'ye göz kırparak onu bir kenara çekmiş ve ona, "Burada duracak ancak bir saatimiz kaldı. Size söz veriyorum ki, yarın bunların hepsim ben huzurunuza getireceğim, Ö zaman öykülerini öğreniriz" demiş. Ama Halife bu öneriyi reddetmiş ve "Yarına kadar beklemeye sabrım yok!" demiş. Sonra şu şöyle, bu böyle diyerek konuşmalarını sürdürüp sonunda birbirlerine "Peki, aramızda kim onlara öykülerini anlattaracak?" diye sormuşlar. Ve birileri bunun hamal olabileceği fikrini ileri sürmüş. Onların bu durumlarından bir şeyler sezinleyen genç kızlar, onlara "Ey iyi yürekli kişiler! Neden söz ediyorsunuz, acaba?" diye sormuşlar.

Bunun üzerine hamal ayağa kalkmış, ev sahibinin önünde yer almış ve ona, "Ey saygıdeğer hanım! Sizden, burada bulunan misafirler adına, bize bu iki köpeğin öyküsü, onları niye cezalandırdığınız, sonra da oturup ağladığınız ve onları kucakladığınız hakkında Allah rızası için bilgi vermenizi rica ve istirham ediyorum. Ve de bize kızkardeşinin bedenindeki kamçı ve değnek izlerinin nedenini de söylerseniz anlamış oluruz. Bizim dileğimiz budur, vesselam!" demiş. Bunun üzerine evsahibi yöresinde toplananların hepsi birden, "Sizin adınıza hamalın söyledikleri doğru mu?" diye sormuş. Cafer hariç hepsi de, "Evet, doğrudur!" demişler. Cafer'in ağzından tek sözcük çıkmamış. Onların yanıtını alınca, genç kız, "Vallahi! Ey misafirler! işte siz böylece, bizim görüşümüze göre, suçların en kötüsünü, en canicesini işlediniz! Oysa daha önce, size bir şart ileri sürerek, 'İçinizden biri kendini ilgilendirmeyen bir hususta konuşursa, hiç de hoşa gitmeyecek şeyler işitebilir' demiştik. Size evimize girip ikram ettiklerimizi yemiş olmanız yetmedi mi? Ama bu sizin hatanız değil, sizi nezdimize getiren hemşiremizin hatasıdır!" demiş.

Bu sözlerden sonra, yenlerini kıvırmış, ayağını üç kez toprağa vurmuş ve "Hey! Çabuk koşun!" diye haykırmış. Birden bire önüne perde çekilmiş dolaplardan biri açılmış, içinden ellerinde keskin palaları olan yedi iri kıyım zenci çıkmış. Kız onlara, "Dilleri pek uzun olan bu kişilerin ellerini bağlayın! Ve de birbirine ekleyin!" diye emir vermiş. Zenciler verilen emri yerine getirmişler ve, "Ey hanımım, ey erkek bakışından uzaktaki gizli çiçek, başlarını uçurmamız için izin veriyor musunuz?" diye sormuşlar. Kız, "Bir saat kadar bekleyin! Çünkü kim olduklarını öğrenmek istiyorum" yanıtını vermiş. Bunu duyan hamal, "Allah aşkına! Efendim, beni başkalarının işlediği suç uğruna cezalandırmayın! Bunlar hata edip gerçek bir cürüm işlediler, ama ben değil! Oysa, bu uğursuz kalenderleri içeri almasaydık ne kadar mutlu ve hoş bir gece geçiriyorduk. Çünkü bu kötü görünüşlü kalenderler, daha içeri girer girmez, en göz kamaştırıcı bir kenti bile harabeye çevirirler!" demiş ve şu dizeyi okumuş: Kudretli tarafından affedilmek ne kadar iyidir! Hele, savunmasız birine sağlanmışsa! Ve sen, aramızdaki sarsılmaz dostluğa güvenerek sana yalvarıyorum: Suçlu yüzünden suçsuzu öldürme sakın! Hamal sözünü bitirince, genç kız gülmeye başlamış...

Bu anda, Şehrazat sabahın yaklaştığını görmüş ve yavaşça susmuş. ...devamı Birinci Kalenderin Öyküsü

Hamal ile Genç Kızların Öyküsü 1 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Hamal ile Genç Kızların Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Dokuzuncu Gece
Şehrazâd, yeniden anlatmaya başlamış:

İşittim ki, ey bahtı güzel şahım, genç büyücü kadın, gölden eline bir parça su almış ve üzerine gizemli sözler söylemiş. Balıklar kıpırdamaya başlamış ve başlarını kaldırıp o anda yeniden ademoğullarına dönüşmüşler ve kentte oturanların büyüsü çözülmüş. Ve kent, güzel çarşıları ve her biri işinin başına dönmüş esnafıyla hür bir şehir olmuş ve de eskiden olduğu gibi dağlar, adalara dönüşmüş. Bunun üzerine genç kadın, hemen, zenci zannettiği Sultan'ın yanına dönmüş ve ona "Ey sevgilim, bana, cömert elini uzat da öpeyim." demiş. Sultan ona alçak sesle, "Yanıma yaklaş!" demiş. Kadın yaklaşmış. Sultan, birdenbire kılıcını çekip kadına doğru yönelmiş. Bundan sonra, oradan çıkıp onu ayakta bekleyen büyülenmiş genç adamı bulmuş. Kurtulması nedeniyle iltifatlarda bulunmuş, genç adam da onun elini öpmüş, coşkuyla şükranlarını sunmuş. Bunu izleyerek hükümdar, ona "Kentte mi kalmak yoksa benimle ülkeme mi gelmek istersin?" diye sormuş. Genç adam da, ona "Ey zamana hükmeden hükümdarım! Buradan, senin ülkene ne kadar mesafe var, biliyor musun?" diye sormuş; Sultan da "2,5 gün" diyerek yanıtlamış. Bunu duyan genç adam, "Ey hükümdarım, eğer uyuyorsan, uyan! Buradan ülkene dönmek için, Allah'ın izniyle, tam bir 1 yıl gerek sana! Eğer sen buraya 2,5 günde, gelmişsen, kentin büyülenmesindendir. Sonra, ben de, ey şahım, seni, göz açıp kapayasıya kadar bir zaman için bile terk etmeyeceğim!" demiş.

Hükümdar bu sözleri duyunca sevinmiş ve "Tanrı'ya şükürler olsun ki, seni yoluma çıkardı! Sen bundan sonra benim evladımsın! Madem ki Tanrı bana bugüne kadar bir evlat vermedi!" demiş. Bunun üzerine birbirinin boynuna sarılmışlar; sonsuz bir neşeye kapılmışlar,

Bunu izleyerek daha önce büyülenmiş olan şehzadenin sarayına doğru yürümeye başlamışlar. Şehzade, ülkesinin ileri gelenlerine Mekke'ye giderek kutsal hac görevini yerine getireceğini söylemiş, Bunun üzerine gerekli tüm hazırlıklar yapılmış. Sonra şehzadeyle hükümdar yola koyulmuşlar. Hükümdarın yüreği ülkesine olan özlemle tutuşuyormuş, çünkü bir yıldır oradan uzaktaymış. Yanlarında sunulacak armağanlar taşıyan 80 köle varmış. Böylece tam 1 yıl, hükümdarın ülkesine yaklaşıncaya kadar, gece gündüz, yolculuk etmekten geri kalmamışlar. Bunu duyan, vezir bir daha görmekten umut kesmiş bulunduğu hükümdarı karşılamak için askerlerle yola çıkmış. Askerler hükümdarlarını görünce yere kapanmış ve 2 ellerinin arasından yeri öpmüşler. Ona "beyan-ı hoşâmedi." etmişler. Sultan, sarayına girmiş, tahtına oturmuş, sonra veziri yanına çağırtmış ve olup biten her şeyi ona anlatmış. Vezir, genç adamın öyküsünü öğrenince, onu kurtuluşa ve selamete erişi dolayısıyla kutlamış.

Hükümdar, meclis kurup herkese armağanlar dağıttıktan sonra vezirine, "Çabuk bana, buraya evvelce balıkları getiren balıkçıyı bulup getirin!" demiş. Vezir adam gönderip büyülenmiş bir kentte oturanların kurtuluşunu sağlayan balıkçıyı aratmış. Hükümdar, onu yanına çağırmış ve hilatlar giydirmiş, yaşamı üstüne sorular sormuş, çocukları olup olmadığını öğrenmek istemiş. Balıkçı da ona, bir oğlu 2 kızı olduğunu söylemiş. Sultan, 2 kızdan biriyle hemen kendi evlenmiş, genç adam da ikincisini eş edinmiş. Sultan, kızların babasını artık yanından hiç ayırmamış ve onu baş hazinedar yapmış. Sonra veziri, genç adamı Kara Adalar arasındaki kentine yollamış, onu bu adaların hükümdarı yapmış, daha önce kendisine yoldaşlık eden 50 köleyi de maiyetine vermiş ve o ülkenin emirlerine dağıtılmak üzere pek çok hilatlar göndermiş. Bunun üzerine vezir, hükümdarın ellerini öperek yola koyulmuş. Hükümdarla genç adam, birlikte yaşamlarını sürdürmüşler.

Balıkçıya gelince, baş hazinedar olarak, 2 kızı da hükümdar eşi olan zamanın en zengin adamlarından biri olmuş ve ölünceye kadar öyle kalmışlar.

"Fakat," diye sözünü sürdürmüş Şehrazâd, "bu öykünün Hamalın öyküsünden daha çok hayranlık uyandırdığına sakın inanmayın! "

HAMAL İLE GENÇ KIZLARIN ÖYKÜSÜ

Bir zamanlar Bağdat'ta bekâr bir hamal yaşarmış.

Günlerden birgün, çarşıda küfesine kaygısızca yaslanmış otururken, Musul kumaşından, nakışla duble edilmiş ve altın payetler serpiştirilmiş ferah çarşafına bürünmüş bir hanım önünde durmuş. Yüzündeki peçeyi hafifçe kaldırmış ve peçe altından, uzun kirpikli siyah gözleri ve harika göz kapaklan görünmüş. Nitelikleri mükemmel olan vücudu ince, ayakları ufacıkmış. Sonra sesinin tüm tatlılığıyla, ona "Ey hamal, küfeni al ve beni izle!" demiş ve hamal, âdeta büyülenmiş gibi küfesini toparlayıp genç kadının peşine düşmüş. Bir süre yürüdükten sonra, bir evin kapısında durmuşlar. Kadın, kapıyı çalmış ve hemen Nasrani kapıyı açıp ona 1 dinar karşılığı bir ölçü zeytin vermiş; kadın da hamala, "Al bunu, küfene koy, beni izle!" demiş. Hamal da, "Aman yarabbi! Ne mübârek gün bu böyle!" diye haykırmış; küfesini yüklenip genç kadını izlemiş. Kadın sonra bir manavın önünde durmuş ve Suriye elmaları, Osmanlı ayvaları, Umman şeftalileri, Halep yaseminleri, Şam nilüferleri, Nil hıyarları, Mısır'ın misket limonları, Sultani ağaç kavunları, Mersin yemişleri ve nergisler satın almış. Bütün bunları hamalın küfesine yerleştirmiş ve ona, "Taşı bunları!" demiş. Hamal da taşımış ve bir kasap dükkânına gelinceye kadar kadını izlemiş. Kadın dükkâncıya, "Bana 10 artal et kes!" demiş. Kasap, 10 artal et kesmiş. Kadın bunları muz yapraklarına sarmış ve küfeye koymuş ve ona, "Taşı bakalım, hamal!" demiş. O taşımış ve kadın bir badem satıcısının önüne gelinceye kadar onu izlemiş. Kadın buradan her türden badem almış ve hamala, yeniden, "Taşı bunları ve beni izle!" demiş. Hamal, küfesini yüklemiş ve kadını bir tatlıcı dükkânının önüne gelinceye kadar izlemiş; kadın oradan bir tepsi satın almış ve dükkândaki her türlü tatlıyı buna yerleştirmiş. Açma şekerli kaymaklı tatlı, miskle kokulandırılmış, fıstıklı, nefis kadife gibi bir başka hamur işi, sabun adı verilen bisküviler, küçük pastalar, limonlu turtalar, lezzetli şekerlemeler, muşabak adı verilen bir başka tatlı, kadı lokması, sufle halindeki küçük tatlılar; ve yine Zeynep'in Tarağı denen, tereyağı, bal ve sütle yapılmış bir başka tatlı satın almış. Sonra tüm bu tatlı çeşitlerini bir tepsiye dizmiş ve tepsiyi de küfeye yerleştirmiş. Bunu gören hamal, "Bana daha Önce haber verseydin, bütün bu yiyecekleri taşısın diye eşekle gelirdim." demiş. Kadın, bu sözlere gülmüş; sonra da bir kokucunun dükkânına girmiş; oradan on tür koku almış: gülsuyu, portakal çiçeği suyu ve diğerlerini... ve de bir ölçü mest edici amber; aynı zamanda miskle karışmış gül kokusu serpen bir gülabdan; erkek kokusu saçan tohumlar, sarısabır ödü, misk; en sonunda da İskenderiye kökenli mumlar satın almış; ve tüm bunları küfeye koyarak hamala "Küfeyi yüklen ve beni izle!" demiş. Hamal, küfeyi sırtına vurup genç kadını arka bahçesinde geniş bir avlunun bulunduğu şahane bir konağa ulaşıncaya kadar izlemiş. Bu avlu kare şeklinde, yüksekte ve yöreyi tepeden gören bir mevkide imiş. Avluya açılan kapı 2 kanatlı olup abanozdan yapılmış; üstünde kırmızı altından kakmalar varmış.

Genç bir kız, kapının önünde durup kibar bir tavırla kapıyı çalmış. Kapı 2 kanadıyla açılmış. Hamal, bu sırada kapıyı açan kişiye bakmış; bu, endamı güzel ve zarif; yuvarlak ve belirgin göğüsleri, gençliği, güzelliği ve görünüşü ve davranışındaki mükemmellikle örnek oluşturacak bir genç kızmış. Alnı, yeni doğan ayın ilk ışıkları kadar beyaz; gözleri bir gazelinkine benzer; kaşları Ramazan ayının hilali gibi, yanakları lale, ağzı Süleyman'ın mührü, yüzü yükselen bir dolunay, 2 göğsü bir çift nar gibiymiş; yumuşak karnı, giysilerinin altında, göbek deliğini, mahfazası içinde değerli bir harf gibi saklıyormuş.

Onu gören hamal, aklını yitirmiş ve küfesini başından aşağı düşürecek gibi olmuş; "Yarabbi! Ömründe bundan daha mübârek birgün görmedim." demiş.

Bu genç kız, kapının ardından, alışverişi yapan kız kardeşi ve hamala, "Giriniz! Gelişiniz hayırlı olsun!" demiş.

Bunun üzerine içeri girmişler ve orta avluya açılan geniş bir salona ulaşmışlar. Salon altın ve ipekle işlenmiş örtülerle ve altın kakmalı mobilyalarla, vazolar ve oymalı iskemleler, itinayla kapatılmış perdeler ve gardıroplarla süslenmiş imiş. Salonun ortasında, göz kamaştıran inciler ve değerli taşlar kakılmış mermer bir yatak varmış; bu yatağın üstüne kırmızı satenden bir örtü örtülmüş imiş; yatağın üstünde de, gözleri Babil melikelerininki kadar güzel, boyu elif gibi uzun ve ince, yüzü doğan günü utandıracak kadar parlak, harika bir genç kız oturuyor imiş. Sanki gökte parlayan yıldızlardan biri gibi, şairin belirlediğine benzer, Arabistan'ın gerçek soylu kadınlarından biriymiş bu:

"Ey güzel kız, boyunu gören, eğilip bükülen daim zarafetiyle kıyaslarsa da: Tüm gerçeği söylemiş olmaz; marifetini göstereyim derken hata işler. Çünkü boyunun da, vücudunun da benzeri yoktur. Çünkü, dal, ağaçta ve çıplakken güzeldir. Oysa sen! Her halinle güzelsin! Seni saran giysiler bile fazladan bir zevk katarlar."

Onları gören genç kız, yataktan kalkmış, 2 kız kardeşinin yanında yerini almak üzere salonun ortasına gelmek için birkaç adım atmış ve onlara, "Niye böyle kıpırdamadan duruyorsunuz? Hamalın sırtındaki yükü indirsenize!" demiş. Bunun üzerine alışveriş yapan kız, hamalın önüne, kapıyı açan kız da arkasına gelmiş; 3. kız, kardeşlerinin de yardımıyla hamalı yükünden kurtarmışlar. Sonra küfenin içinde ne varsa taşımışlar, her eşyayı yerli yerine koymuşlar; hamala 2 dinar verip ona: "Ey hamal, hadi sen de yoluna git!" demişler. Fakat hamal, genç kızlara bakıp güzelliklerine ve kusursuzluklarına hayran olmuş; böylesine eşsiz varlıkları hiç görmediğini düşünmüş. Bir de, bu evde hiçbir erkek bulunmadığına dikkat etmiş, Sonra da, ortalıktaki içecekleri, meyveleri, kokulu çiçekleri ve diğer güzel şeyleri görüp şaşkınlığın sınırlarına dayanan bir şaşkınlık duymuş ve içinden ayrılıp gitme arzusu gelmemiş.

O zaman genç kızların büyüğü ona, "Neden böyle kıpırdamadan duruyorsun? Yoksa ücretini az mı buldun?" diye sormuş. Sonra çarşıya giden kız kardeşine dönerek, "Ona bir dinar daha ver" demiş. Ama, hamal, "Yok vallahi, benim her zamanki ücretim sadece 2 dinardır! Ücretimi az gördüğüm falan yok. Fakat gönlüm ve tüm benliğim sizin için kaygılanıyor. Kendi kendime, yapayalnız yaşadığınıza ve burada erkek olarak size arkadaşlık edecek biri olmadığına göre, yaşantınızın ne anlamı var? diyorum. Bilmez misiniz ki, bir minare, caminin 4 minaresinden biri olmadıkça, bir işe yaramaz. Oysa, siz hanımlarım sadece 3 kişisiniz ve 4.ye ihtiyacınız var. Ve yine bilirsiniz ki, kadınların mutluluğu, ancak erkeklerle birlikte olduklarında tam olur. Şairin dediği gibi, 'Bir uyumlu ses, en az 4 saz birden: Bir ut, bir ney, bir kanun ve bir cenk çalmadıkça sağlanamaz!' Hele bu erkek aklı başında, gönül adamı ve fikri ince, bir de sır saklamasını bilirse!" demiş.

Genç kızlar ona, "Ama, ey hamal, sen bizim bakire olduğumuzu bilmiyor musun? Sonra kendimizi ağzı gevşek birine bağlamaktan da korkarız. Hani şair ne demiş: 'Sırrınızı başkasına açmaktan sakınınız! Çünkü açıklanan bir sır artık sır olmaktan çıkar'" demişler,

Bu sözleri duyan hamal, haykırmış: "Ey hanımlarım, sizin yaşamınız üstüne yemin ederim ki, ben kitaplar okumuş, salnameleri incelemiş, aklı başında, güvenilir ve sadık bir adamım. Sadece hoş olan şeylerden söz ederim ve hiç sözünü etmeden, kederli şeyleri özenle gizlerim. Her durumda şairin dediği gibi davranırım:"

"Sadece efendi adam sır saklamayı bilir. Sadece, insanoğlunun mükemmeli bir vaadi tutar. Sır benim içimde, iyice kilitlenmiş, anahtarı yitmiş ve kapısı mühürlenmiş bir evde hapsedilmiş gibidir."

Hamalın okuduğu bu dizeleri dinleyen ve kendilerine okunan dörtlükleri ve ölçekli ve uyaklı sözleri duyan kızlar çok yumuşamışlar. Fakat, sadece nazlanmak için, ona "Biliyorsun ki, ey hamal, bu konak için pek çok para harcadık. Üzerinde bizim zararımızı karşılayacak para var mı? Çünkü, seni ancak para harcaman koşuluyla meclisimize kabul ederiz. Senin niyetin bize misafir olup içki arkadaşlığı yapmak ve özellikle bütün gece şafak sökünceye kadar bizi uyanık tutmak değil mi?" diye sormuşlar. Sonra evin sahibesi olan genç kızların en büyüğü eklemiş: "Karşılığı parayla ödenmeyen bir aşk, terazinin dengelenmesinde, gerekli karşı-ağırlığı sağlayamaz," Hamal da, buna yanıt vermiş: "Hiçbir şeyin yoksa, hiçbir şey olmaksızın çeker gidersin." Fakat tam bu sırada, pazardan dönen kız araya girmiş, "Kardeşlerim, şakayı bir yana bırakalım! Allah için! Bu çocuk günümüzü tatsızlaştırmadı. Başkası olsaydı, doğrusu bize bu kadar sabır göstermezdi. Ben onun yerine gerekli parayı öderim." demiş.

Buna hamal çok sevinmiş ve pazardan birlikte geldikleri kıza, "Vallahi! Günün ilk kazancını ben sana borçluyum" demiş. Kızların üçü de, "Öyleyse ey yiğit hamal, burada kal, başımız üzerine, gözümüz üzerine gelmiş olursun!" demişler. Bunun üzerine pazardan hamalla birlikte gelmiş olan kız, ayağa kalkıp üstünü başım düzeltmiş; sonra sürahileri sıralayıp şarap doldurmuş ve salonun oltasında bulunan bir havuzun kenarına sofra kurmuş ve gerekli her şeyi buraya taşımış. Sonra hepsi birden oturmuşlar; şarap o ortaya konmuş; hamal, kendini bu güzel kızların arasında, rüyadaymış gibi görmüş.

Çarşıya giden kız, sürahiden büyücek bir bardağa şarap doldurmuş. Aynı bardaktan hepsi içmiş; sonra ikinci, sonra da 3. kez içmişler. Sonra kız, bardağı yeniden doldurmuş, bunu da kardeşlerine ve hamala sunmuş. Hamal, şu dizeleri okumaya başlamış:

"İç bu şarabı! Tüm neşelerin nedenidir o! İçine kuvvet verir, sağlık verir. Tüm hastalıkları iyi eden tek ilaçtır o! Hiç kimse, tüm neşelerin nedeni olan şarabı. Hoşça duygulanmadan içmez. Sadece sarhoşluk, şehveti doyurmayı sağlar!"

Sonra 3 genç kızın da ellerini öpmüş ve bardağı dikmiş. Sonra ev sahibinin yanına gitmiş ve ona, "Ey hanımım, ben senin kölenim. Senin eşyan, senin malınım." demiş; sonra da onun onuruna şairin şu dizesini okumuş:

"Kapında, gözlerinin kölesi ayakta durmaktadır. Belki de, kölelerin en aşağılığı! Fakat hanımını bilir o! Cömertliğinin farkındadır ve iyiliklerinin! Ve özellikle ona olan şükranının!"

Bunu duyan kız da, "İç, ey dostum! Bu içki sana sağlık versin, rahatlık versin! Ve de gerçek dirliğin getirdiği kudret sağlasın!" demiş.

Hamal da bardağı alıp genç kadının elini öpmüş ve tatlı bir uyumla, yavaşça, şairin şu dizelerini okumuş:

"Dostuma yanakları gibi parlak şarap sundum, Yanakları öylesine parlaktır ki, ancak bir alev ona bu parlaklığı yansıtmıştır sanırsın! Onu alır gibi yaptı, fakat gülerek dedi ki sonra: 'Nasıl benden kendi yanaklarımı içmemi istersin?' Ben de ona, 'Ey kalbimin alevi, al bu şarabı İç! Benim gözyaşlarımdır bu ve de kızıllığı kanımdan gelir... Bu ikisinin kadehteki karışımı tüm ruhumdur.' dedim."

Genç kız, hamaldan bardağı almış, dudaklarına götürmüş, sonra gidip kız kardeşlerinden birinin yanına oturmuş. Ve sonra hepsi birden raksetmeye, şarkı söylemeye ve birbirine çiçekler atmaya başlamışlar. Bütün bunlar olurken, hamal onları kollarına alıyor ve öpüyormuş; biri ona açık saçık şakalar yaparken, öbürü hamalı kendine çekiyor ve üçüncüsü de çiçeklerle yüzüne vuruyormuş. Böylece içki zihinlerini bulandırasıya kadar içmeyi sürdürmüşler. Sonra yine akşam oluncaya kadar aynı bardaktan sırayla içmeye başlamışlar. Sonrada hamala, "Şimdi başını çevir ve omuzlarının genişliğini göstererek bas git!" demişler. Hamal böyle yapacağına, "Vallahi! Ey hanımlar, sizin evi terk etmektense, ruhumun bedenimden çekip gitmesi daha kolaydır. Bu geceyi, gelecek sabaha birlikte ekleyelim. Yarın herkes kendi bahtının çizdiği yola gider." Bunun üzerine çarşıya giden kız, araya girerek, "Kardeşlerim, bırakalım geceyi bizimle geçirsin: Bizi epeyce eğlendirecek, güldürecektir, çünkü çok utanmaz olduğu halde, çok da nazik olan bir genç bu!" demiş. Bunun üzerine kızlar, hamala, "Pekâlâ! Bu gece bizimle kalabilirsin. Fakat bir şartımız var: Kendini tamamen bizim yönetimimize bırakacaksın, gördüğün herhangi bir şeyin açıklanmasını istemeyecek ve nedenler üstünde durmayacaksın, oldu mu?" demişler. Bunu duyan hamal, "Evet, kabul ediyorum, hanımlar!" demiş. Kızlar hamala, "Kalk öyleyse, kapının üstünde yazılı olanı oku!" demişler. Hamal kalkıp kapının üstünde altın yaldızlı harflerle yazılı olan şu ibareyi okumuş:

"Hoşuna gitmeyen şeyler işitmek istemiyorsan, seni ilgilendirmeyen konularda konuşma!"

Sonra da hamal, "Hanımlarım, sizi tanık tutarım ki, beni ilgilendirmeyen konularda hiç konuşmayacağım!" demiş.

O anda, Şehrazâd, şafağın söktüğünü görmüş ve yavaşça susmuş. ....devamı Hamal ile Genç Kızların Öyküsü 2

Limon Kütüphanesi (Jo Cotterill) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı: Limon Kütüphanesi

Kitabın Yazarı: Jo Cotterill

Kitap Hakkında Bilgi:

"Kitaplar size kaybettiğiniz insanları geri verir."

Calypso 10 yaşında bir kız çocuğu. Kitaplar tüm dünyası. Annesini kanserden kaybetmiş ve babası ile yaşıyor. Babası içsel bir güce ve güçlü olmaya kafayı takmıştır. Olayları soğukkanlı karşılar, eşinin ölümünde bile ağlamamıştır. Calypso’ya da durmadan içsel olarak güçlü olmayı ve yalnızken mutlu olmayı telkin eder.

Bir gün Calypso’nun okuluna yeni bir kız gelir. Bu kız onun rutin hayatını değiştirmeye başlayacak kişidir. Calypso, kendisi kadar kelimelere ilgi duyan bir arkadaş bulduğu için çok mutludur. Mae’nin en az onun kadar okuması ise bir başka sürpriz olur.

Bu arkadaşlık limonlar gibi bir gün çürüyecek mi yoksa sonsuza dek sürecek midir?

"Bir uçurumun kenarında duruyormuşum gibi hissediyordum, düşmemek için elimden tutan bir şey yoktu.

Keşke o limonları hiç bulmasaydım."   (Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Konusu:

Kitap, annesi vefat ettikten sonra babasıyla beraber yaşayan küçük bir kızın yaşadığı zorlukları anlatmaktadır.

Kitabın Özeti:

Calypso 10 yaşında, küçük bir kız çocuğudur. Calypso yakın bir zamanda annesi ölmüştür. Calypso'nun kardeşi yoktur ve babasıyla beraber yaşamaktadır. 

Annesi yaşadğı zamanlarda Calypso, çok mutlu bir çocuktur. Annesi resim yapmayı ve kitap okumayı çok severdi. Bir gün annesi rahim kanseri olduğunu öğrenir. Hastalığı çok ilerlemiştir ve davi olması mümkün değildir. Calypsu'nun annesi bir sabah aniden vefat eder. Bu acı Calypso ve babasına çok ağır gelir. 

Babası sürekli kitaplarla uğraşmaktadır. Kızını çok güçlü yetiştirmek istemektedir. Babası Calypso'nun çocuk olduğunu unutmuştur. Calypso'nun sevgiye ve ilgiye ihtitacı olduğunun farkında değildir. Calypso mutlu olmayı, arkadaşlarının olmasını, ağlamanın normal olduğunu unutmuştur. Babası bu şekilde kendisini ve kızını koruduğunu düşünmektedir.

Calypso, sessiz sakin bir kızdır, kitap okumaya ve yazmaya meraklıdır. Annesinin evdeki resim yapma atölyesini Calypso için bir kütüphaneye dönüştürmüşlerdir. Calypso ileride yazar olmak istemektedir.

Maddi durumları da çok iyi değildir. Mutfakta buzdolapları da bomboştur. Babası Limonlarla ilgili bir kitap yazmaya çalışmaktadır. Limondan yapılacak ilaçlar, yemekler, içecekler, nasıl üretildiği gibi birçok bilgiyi anlatan bir kitap olacaktır.

Babası sürekli çalıştığı için Calypso okuldan geldiğinde akşam yemeğini, evin durumunu ve babasını düşünmektedir. Okuldaki arkadaşlarının ise tüm ihtiyaçlarını anneleri karşılamaktadır. Calypso'ya artık bu durum zor gelmeye başlamıştır.  

Calypso'nun hiç arkadaşı yoktur. Sadece kitaptaki karakterler ile arkadaşlık yapmaktadır. Bir gün okula Mae adında yeni bir kız gelir. Mae, güler yüzlü, sevecen bir kızdır. Sınıfta Mae kelime dersinde Calypso'nun yanına oturur. Görevleri kelimeleri eşleştirmektir. Bunu en iyi yapan Calypso olduğu için öğretmeni onlara en zor kelime eşleştirmesini vermiştir. Bunun sayede Calypso, Mae'nin de kelimelerle arasının çok iyi olduğunu görmüş olur. Aralarında bir yakınlık oluşmaya başlar. Kitaplar hakkında konuşmaya başlarlar. Birkaç gün sonra ise Mae, Calypso'yu evlerine davet eder.

Mae ve ailesi çok iyi insanlardır, annesi çok anlayışlı ve sevgi doludur. Mae'nin annesi Calypso'yu babası kızmayacaksa akşam yemeğine kalmasını ister. Calypso eve gidip akşam yemeği hazırlama derdiyle uğraşmak istememektedir. Babasının zaten yokluğunu fark bile etmeyeceğini düşünmektedir. Mae'nin evinde yemeğe kalır. Eve döndüğünde tam da tahmin ettiği gibi babası yokluğunun farkında değildir. 

Bir süre sonra Calypso, Mae'yi kendi evlerine davet eder. Mae'ye kütüphanesini göstermek istemektedir. Mae, geldiğinde evde babası yoktur. Önce kendi kütüphanesini gezdirir, ardından annesinden kendisine kalan diğer kitapları göstermek üzere babasının kütüphanesine girerler. Ancak annesinin kitaplarının yerinde limonlar vardır. Calypso annesinden kalan son şeyler olan kitapların yokluğuna çok üzülür. Kitaplar annesiyle arasındaki son bağdır. Babası kitapları nasıl atabilir? Bu bağı nasıl yok sayardı? Babası için limonlar annesinden ve kitaplardan değerli midir? Mae, Calypso'nun verdiği tepkilerden korkarak annesini arar. Mae'nin annesi gelerek Calypso'yu kendi evlerine götürür ve devlet desteği verilmesi için başvuru yapar.

Ertesi gün okula sosyal hizmetlerden görevliler gelir. Calypso'nun babası, annesinin ölümünü atlatamamıştır. Görevliler Calypso ile konuşup ona yardım edeceklerini söylerler. Babası psikoloğa gitmeye başlar. Yaptığı hataların farkına yeni yeni varmaktadır. Her geçen gün daha iyiye gitmektedir. Bu arada babasının yazdığı kitap 4 defa retedilir. Bunun etkisiyle Calypso'nun babası yeniden depresyona girer. Calypso babasının bunu da atlatacağını düşünmektedir. 

Calypso'nun Mae ile arkadaşlığı artık bir yılını doldurmuştur. Mae ve ailesi, Calypso ve babasına çok iyi gelmiştir. Bir süre sonra babası tamamiyle iyileşir. Calypso artık çok mutludur.

19 Ekim 2022 Çarşamba

Gururlu Peri (Mehmet Seyda) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Gururlu Peri

Kitabın Yazarı: Mehmet Seyda

Kitap Hakkında Bilgi:

Anadolu'nun küçük bir ilçesinde sınıf öğretmenliği yapar Salim Öğretmen, çok sevilir sayılır; kendine has eğitimciliği dilden dile dolaşır. Salim Öğretmen havanın ayaza kestiği bir gece vakti evine dönerken bir dükkânın önünde büzülmüş duran küçük bir kıza rastlar. Gecenin bir vakti çengelli iğne, kibrit satmaya çalışan bu küçük kız pek bir bilmiş, pek bir uyanıktır; verdiği yanıtlarla Salim Öğretmen'i iyiden iyiye meraklandırır.Kimin nesidir, nereden gelmiştir, kimsesi yok mudur? Salim Öğretmen sorar da sorar ama doğru düzgün bir yanıt alamaz küçük kızın ağzından. O da kızı kolundan tuttuğu gibi ak saçlı, nur yüzlü anasına götürür. Valide hanım da hiç yadırgamadan bağrına basar onu. Ve kir pas içindeki bu kara kız bir güzel yıkanıp temizlenince ipek saçlı, boncuk gözlü bir peri kızına dönüşür; hassas kalbinde fırtınalar kopan, hüzünlü, gururlu bir periye… (Tanıtım Sayfasından)

Kitabın Konusu:

Kitap, bir öğretmenin soğuk bir gecede bulduğu küçük bir kız üzerinden insan sevgisini konu edinmiştir.

Kitabın Özeti:

Öğretmen Salim, Anadolu’nun küçük bir kasabasında annesiyle beraber yaşamaktadır. Salim, kasaba halkı tarafından çok sevilen ve sayılan bir öğretmendir. Öğretmenlikteki becerileri ve etkili öğretimi herkes tarafından bilinmekte ve takdir edilmektedir. 

Kasabanın kahvesinde, ilçenin ileri gelenleri sıradan sohbet etmektedirler. Tartışılan konulardan biri de insanlar için sevgi ve merhametin ne anlama geldiğidir. Sohbet uzayıp giderken Öğretmen Salim, kahveden ayrılarak evine doğru yol alır. Salim Öğretmen, havanın çok soğuk olduğu gece yolda yürürken küçük bir kız görür. Bu kız gecenin ilerleyen saatinde kibrit, çengelli iğne satmaya çalışmaktadır. Küçük kızla konuşmaya başlayan Salim, kızın verdiği cevaplar karşısında oldukça şaşırır. Kız kendisinden beklenmeyecek şekilde akıllıca konuşmaktadır. Salim kızın çok zeki ve akıllı olduğunu anlar. Kızın kim olduğunu, nereden geldiğini, ailesini soran Salim, bu konuda kızdan doyurucu bir cevap alamaz. Kız bu konuda pek bir şey konuşmaz.

Salim, gecenin soğuğunda dışarıda bir şeyler satmaya çalışan kızı annesinin yanına götürür. Öğretmen Salim, beraber yaşadığı annesine kıza sahip çıkması için tembihte bulunur. Annesi bu duruma hiç kızmaz ve kir pas içinde kalan kızı yıkar. Kız banyodan sonra bir periye dönüşür. Kız, annesinin de babasının da öldüğünü söyler. 

Adını da söylemeyen kıza Salim öğretmen, Peri adını verir. Salim, kızın ailesini araştırır. Sonunda kızın babasının öldüğünü, hasta bir annesinin olduğunu öğrenir. Kızın hasta annesine ilaç almak için bir şeyler satmaya çalıştığını öğrenir. 

Bir süre sonra Salim kızın annesini bulur. Annesi, kızına bakacak gücü olmadığını söyler. Öğretmen Salim, kıza bakabileceğini, sahip çıkacağını söyler. Ancak Peri oldukça gururlu olduğundan kimsenin yanında kalmak istemez ve kaçar gider. Uzun aramaların sonunda bulunarak geri getirilir.

Gururlu Peri, Öğretmen Salim'in öğrencileriyle de tanışarak dost olur. Oldukça sevecen biridir.

Bir gün Gururlu Peri, annesine ilaç götürürken birkaç kötü çocuk yolunu keser ve kendisini çamurun içine iteleyerek çantasını alıp kaçarlar. Gururlu Peri, annesine ilaç götüremediğine çok üzülür ve ilaç götüremediği için annesinin öleceğini sanır. Bundan dolayı kendini ilçenin yakınından akan nehre atar. Ancak çevreden koşan insanlar onu boğulmaktan kurtarırlar. Fakat Gururlu Peri, ağır bir şekilde hastalanır.

Gururlu Perinin hastalanması herkesi çok üzer. Bir yandan da onun kendini niçin nehre attığını araştırırlar. Sonunda gerçeği öğrenirler. Gururlu Periyi nehre atan çocuklar da yaptıkları işin kötülüğünü anlayarak büyük pişmanlık duyarlar.

Gurulu Peri iyileşerek herkesi mutlu eder. Ona kötülük yapan çocuklar ise jandarma komutanına gelerek pişman olduklarını söyleyip bir daha böyle kötü işler yapmayacaklarına dair söz verirler. 

18 Ekim 2022 Salı

Sista Patina Labirenti (Asuman Portakal) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Sista Patina Labirenti

Kitabın Yazarı: Asuman Portakal

Kitap Hakkında Bilgi:

Zor olsa bile dene!

Resim ve edebiyat alanındaki çalışmalarıyla tanınan Asuman Portakal’ın kaleme aldığı Sista Patina Labirenti, ilkgençlik çağının ruhsal gelgitlerinde var olma savaşı veren iki kızın kendini bulma hikâyesini anlatıyor.

Sosyal medya mecralarından Emo kültürüne, gençliği etkisi altına alan pek çok akıma, eğilime ve yaşam tarzına değinen bu sürükleyici roman, aralarında arkadaşlığın a’sı bile olmamasına rağmen sıkı bir rekabet yaşayan Eylül ve Ziba’nın acı, öfke ve intikamla sınanan ilişkisini konu ediniyor.

Sarsıcı bir kimlik arayışı mücadelesini, heyecan verici bir “kaçış evi” deneyimiyle harmanlayan Sista Patina Labirenti, önyargıların ve rekabetin arkadaşlık ve kardeşlik bağlarını ne denli zayıflatabileceğini gözler önüne seriyor.

Öyle yaralar vardır ki karanlık bir labirente hapseder insanı. Çıkışı bulmak için sessiz çığlıklar atan Ziba, namı diğer Sista Patina da, işte o yaralılardan biridir. Çocukluğundan miras kalan acılar Ziba’yı yalnız, sevgisiz ve biraz da acımasız bir gence dönüştürür zamanla. Hayata onu bağlı tutan tek şey rekabet tutkusudur. Her daim balıklama daldığı yarış parkurundaki en dişli rakibi ise hırslı karakteriyle dikkat çeken Eylül’dür. Ne var ki o bile duymakta güçlük çeker Ziba’nın sessiz çığlıklarını. Ve en kötüsü, öyle bir hata yapar ki Eylül de yuvarlanır Ziba’nın labirentine…

Resim sanatına yön veren klasik yapıtları özgün bir roman kurgusunda buluşturarak okurlarının ufkunu genişleten Asuman Portakal, bu kitabıyla, tepkisizlik, yalnızlık, tükenmişlik gibi duygulardan nasibini alan gençlerin dünyasına dikkat çekiyor.

Sıradışı kahramanlarıyla, kendi çıkmazında var olma mücadelesi veren ruhların sesi, ümidi olan Sista Patina Labirenti; kavga yerine barışı, düşmanlık yerine kardeşliği, nefret yerine sevgiyi koymayı önererek, "zor olsa bile dene" diyor!..

#zorolsabiledene

(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Konusu:

Kitap, duyarsızlık, yalnızlaşma ve rekabet duygusuyla beraber sevgi, güven ve arkadaşlık kavramlarını sıkı bir rekabet yaşayan Eylül ve Ziba’nın acı, öfke ve intikamla sınanan ilişkisi üzerinden konu ediniyor.

Kitabın Özeti:

Eylül, bilgisayar kodlama konularına çok meraklıdır. En büyük hedefi iyi bir yazılımcı olmaktır. Yaklaşan seçme sınavlarının stresini yaşamaktadır. Annesi hemşire babası vardiya amiri olarak çalışmaktadır. 

Eylül çalışma tempolarından dolayı anne ve babasının yokluğunu hisseder. Üst katlarında oturan ve kendisi gibi tek çocuk olan Can’la arkadaşlık yapar. Aslında abla kardeş gibi büyümektedirler. Can ileri zekalı olan ama dikkat sorunu yaşayan bir çocuktur.

Eylül’ün asıl adı Gizem olan voleybolcu Gizmo ve resimle edebiyata meraklı Müge sınıfındaki yakın arkadaşlarıdır.

Bir gün Eylül’ün sınıfına Ziba adında yeni biri gelir. Ziba, nam-ı diğer Sista Patina. Ziba, kimseyle arkadaşlık etmeyen biridir. Sınıftaki arkadaşları tarafından dışlanan içe dönük bir kızdır. Ziba da tıpkı Eylül gibi zeki ve derslerinde başarılı bir öğrencidir. Eylül ve Ziba arasında bir rekabet oluşur. 

Ziba, çalışkan, hırslı ama saldırgan bir kızdır. Eylül’le yaptığı bir kaç kavga yaparlar. Öfkeli mizacından dolayı Eylül de zamanla Ziba'dan uzaklaşır. Sonunda Ziba, Eylül'ün instagram, e-mail gibi mecralardan rahatsız etmeye başlar. Eylül de Ziba'nın şifrelerini kırarak intikam almaya soyunur.

İkilinin arasında gelişen tatsız rekabet Eylül’ün, Ziba’nın geçmiş travmalarıyla yüzleşmesine yol açar. 

14 Ekim 2022 Cuma

Fare ile Dağ (Antonio Gramsci) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Fare ile Dağ

Kitabın Yazarı: Antonio Gramsci

Kitap Hakkında Bilgi:

Naif öyküsü, stilize resimleri ve farklı tasarımıyla dikkat çeken Fare ile Dağ, 20. yüzyılın en önemli entelektüellerinden Antonio Gramsci’nin, eşine yazdığı 1 Haziran 1931 tarihli mektuptan yola çıkılarak uyarlanmış özel bir kitap.

Türkçedeki “Komşu komşu!” tekerlemesini andıran Fare ile Dağ, savaş nedeniyle doğası tahrip olmuş bir köyün dayanışmasını ve elbirliğiyle yeniden eski bereketli günlerine dönme mücadelesini konu ediniyor.

Desen tarafından ilk kez Türkçede yayımlanan Fare ile Dağ, alışılmışın dışındaki ölçüleri, yukarıdan açılan kapağı ve dikey resimleriyle her yaştan kitapsever için sıradışı bir okuma deneyimi sunuyor.

Antonio Gramsci’nin, çocuklarına anlatması için karısı Gulia’ya yazdığı mektuplardan birinde söz ettiği bir halk masalına dayanan Fare ile Dağ’da, bir çocuk uyumaktadır. Yanında, hemen uyandığında içmesi için büyük bir bardak süt vardır. Fakat çocuk uyurken, sütü fare içer. Çocuk uyanıp da sütü bulamayınca ağlar; buna üzülen fare süt bulabilmek için keçiye gider. Keçi de ona yiyecek ot bulabilirse süt verebileceğini söyler. Fare bu sefer ot bulabilmek için kırlara doğru yola koyulur, ancak ne yazık ki kuraklıktan kavrulmuş otlak suya muhtaçtır. Bunu gören fare soluğu çeşmede alır. Savaşta viran olmuş çeşmedeki su ise günlerdir boşa akmaktadır… Acaba fare, tüm bu olumsuzluklara rağmen küçük çocuğa süt bulabilecek midir?

Savaşın tahripkâr etkilerinin doğaya yansımalarını çarpıcı bir üslupla betimleyen Fare ile Dağ, tabiat döngüsüne ve dayanışmanın önemine dikkat çekiyor.

Antonio Gramsci, doğaya duyarlı herkesi bu kitabı okumaya ve çocuklara anlatmaya davet ediyor…

(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Konusu:

Kitap, savaş yüzünden doğası harap edilmiş bir köyün dayanışma ve el birliği ile yeniden kalkınmasını anlatmaktadır.

Kitabın Özeti:

Fare, uyuyan bir çocuğun yanı başında duran bir bardak sütü içer. Çocuk uyandığında sütünü içemeyince ağlamaya başlar. Fare bu duruma çok üzülür. Sütünü içtiği çocuğa yeniden süt bulmak için keçiye gider. Keçi yiyecek ot bulabilirse süt verebileceğini söyler. Fare ot bulabilmek için kırlara doğru gider. Ancak kuraklıktan dolayı kırlarda ot kalmamıştır. Ot yetişmesi için suya ihtiyaç vardır. Bunun üzerine fare çeşmenin yanına gider. Savaşta viran olmuş çeşmedeki su ise boşa akmaktadır. Çeşmeyi onarmak için de taş gereklidir. Taş dağdan bulunabilir ama ormanları yok edilmiş dağ, insanlara küsmüştür. Bu durumda fare düşünür ve dağa bir teklifte bulunur. Kendisine taş verirse, çocuk da büyüdüğünde her yere yine ağaç dikecektir.

Fare, küçük çocuğun büyüdüğünde, dağın yamaçlarına çam ağaçları, meşeler ve kestane ağaçları dikeceğine söz verir. Ağaçlar dikilince yağmur geri gelecek, vadiyi sulayacak ve toprak yeniden işlenecektir. Kırlarda otlar büyüyecektir.

Dağ ikna olur ve taş verir. Duvarcı gelen taş ile çeşmeyi tamir eder. Su boşa akmaz otlağa ve kırlara hayat verir. Toprak bereketlenir, otlak yeşil otlarla dolar. Keçiler ve inekler ota doyar, ağaçlar yeniden boy verir. Ağaçların yeniden boy vermesiyle yağışlar düzene girer. Toprak kayması son bulur. Keçilerin, ineklerin  süt vermesi ve bereketli topraklar ile çocukların yetersiz beslenme tehditi ortadan kalkar. Kasabanın çehresi bütünüyle değişir.

13 Ekim 2022 Perşembe

Aşk ve Öbür Cinler (Gabriel Garcia Marquez) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Aşk ve Öbür Cinler

Kitabın Yazarı: Gabriel Garcia Marquez

Kitap Hakkında Bilgi:

"Mezar yazıtı ilk kazma darbesiyle parça parça yerinden fırlamış, bakır renginde canlı bir saç yığını mezardan dışarı taşmıştı. Ustabaşı, işçilerinin de yardımıyla bunları tümüyle dışarı çıkarmak istedi, ama saçları ne kadar çok çekerlerse o kadar uzun ve gür görünüyorlardı; sonunda hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık son saç telleri de dışarı çıktı... Yere yayılan o harikulade saçlar yirmi iki metre on bir santim uzunluğundaydı..."

Gabriel García Márquez, yıllar önce tanık olduğu bu ürkünç olayın izini sürerek, gizemli bir aşk öyküsü çıkarıyor ortaya, bahtsız bir genç kızla bir rahibin olağandışı aşklarının öyküsünü. Büyülü gerçekliğin büyük ustası, Aşk ve Öbür Cinler’de, yaşama ve ölüme meydan okumakla kalmayan, aklın ve inancın sınırlarını da zorlayan bir aşk hikâyesi sunuyor okurlarına. Gerçekle söylencenin ustalıkla harmanlandığı çağdaş bir novella.

(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Konusu:

Kitapta, oniki yaşındaki bir kızın bir köpek tarafından ısırıldıktan sonra başından geçenler anlatılmaktadır.

Kitabın Özeti:

Kitap, Santa Clara Manastırı’ndaki mahzenlerin boşaltılması raporuyla başlar. Bu manastırda büyük miktarda bakır renkli saç olan on iki yaşındaki bir kızın kafatası bulunmaktadır. Yazar, iki yüz yıl önce kuduzdan ölen New Grenada, şimdiki Kolombiya’da yaşamış on iki yaşındaki kızın efsanesini hatırlar. 

Sierva on iki yaşında bir kızdır. Sierva, babası Marki’nin evindeki köle mahallesinin kadınları tarafından büyütülmektedir. Doğum gününde pazara gitmeye karar verir. Pazarda bir köpek tarafından ayak bileğinden hafifçe ısırılır. Daha sonra kçpeğin kuduz olduğu anlaşılır. 

Köpek tarafında ısırılan başka insanlarda olmuştur. Isırılan insanların hepsinin kuduzdan öldüğü haberleri yavaş yavaş etrafa yayılır. Sierva’nın babası, Dr. Abrenuncio’ya kızının durumunu danışır. Doktor Sierva'nın sadece bacağından hafifçe ısırıldığı için kuduz olmayabileceğini söyler. Sierva iyi görünmektedir. Babası kızının durumunu yakından takip eder. 

Bir süre sonra Sierva hafifçe ateşlenir. Babası Marki paniğe kapılır. Sierva'yı şarlatan bir şifacısıya götürür. Şifacı kıza acı veren ve işkence eden tedaviler yapacaktır. Yerel Piskopos budurumu duyar ve Marki’yi çağırır. Piskopos, kızın şeytan çıkarma ayini için Santa Clara manastırına getirilmesini ister. Çünkü Piskopos'a göre bazen iblisler bir hastalık örtüsü altında insanları ele geçirmektedirler. Marki, uyuşturucu kullanan eşi Bernarda’ya danışmadan bu karara uyar. 

Babası, Sierva’yı manastıra teslim eder. Manastır köleleriyle şarkı söyledikten sonra Sierva tutuklanır. Kız manastır hapishanesine atılır. Başrahibe, Sierva’nın iblisler tarafından ele geçirildiğini ilan eder. Sierva çığlıklar atar, etrafına saldırır ve kavga eder. Bu, Sierva’nın iblisler tarafından ele geçirildiğinin kanıtı olarak kullanılır.

Piskopos, sırdaşı Peder Cayetano Delaura’yı kızın şeytan kovucusu olarak atar. Peder Cayetano, Piskopos’un kütüphanecisi olan otuz altı yaşında bir rahiptir. Cayetano, Sierva adlı kıza hayran kalır ve sonra ona aşık olur. Peder Cayetano, Sierva ile dost olur. Kızı serbest bırakmaya çalışır. Ancak Piskopos bunu reddeder. Bir sabah rahibeler Sierva'yı hücresinden çıkarıp saçlarını kökünden keserler. Sierva'yı Piskoposa şeytan kovma ayini için teslim ederler.

Peder Cayetano, babası Marki ve Dr. Abrenuncio, Sierva’yı manastırdan nasıl kurtaracağı konusunda konuşurlar. Peder Cayetano bir süre sonra kızın yanına gider. Sierva tarafından saldırıya uğrar. Peder Cayetano korku içinde kaçar. Peder Cayetano, Piskopos’a başına gelenleri anlatır. Peder Cayetano’nun ayrıcalıkları elinden alınır ve cüzzamlı hastanesinde çalışmaya gönderilir.

Peder Cayetano, Sierva’yı görmek için geceleri bir tünelden manastıra gizlice girmenin bir yolunu bulurBirçok gece kızı ziyaret eder. Gizlice öpüşürler, aşık olurlar ve evlenmeyi planlarlar. Bir süre sonra Sierva’nın şeytan çıkarma ayini başlar. 

Sierva iple bağlanır ve Piskopos’un ellerinde işkenceye maruz kalır. Sierva çığlık atar ve adeta kendisi için biçilen rolü oynar. Ertesi gün, dost canlısı bir yarı Afrikalı rahip şeytan kovmak için görevlendirilir. Rahip bir süre sonra gizemli bir şekilde ölür. 

Başka bir mahkum Martina Laborde, Peder Cayetano’nun tünelden girip çıktığını görür. Martina Laborde, bu yolu kaçmak için kullanır. Manastır yetkilileri tüneli keşfeder ve kapatırlar. Sierva acımasız bir şeytan çıkarma ayinine maruz kalır. Artık onu teselli edecek kimse yoktur. Sierva ölür ve mucizevi bir şekilde saçları traş edilmiş kafasından yeniden çıkmaya başlar.

11 Ekim 2022 Salı

Çöplük (Andy Mulligan) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı: Çöplük

Kitabın Yazarı: Andy Mulligan

Kitap Hakkında Bilgi:

"Bu kitap hem macera hem de bir toplumsal adalet hikâyesi. Okurlar, kitabın sinemasal sonuyla ve kahramanların aldıkları zor kararlarla büyülenecek."
-Publishers Weekly dergisi-

"Çöplük muhteşem bir kitap. Enerji dolu, heyecan verici ve çok iyi kaleme alınmış."
-John Boyne, Çizgili Pijamalı Çocuk kitabının yazarı-

Evsiz bir oğlan olan Raphael günlerini çöpten dağların arasında geçiriyor. Çöpleri ayırıyor, taşıyor, soluyor ve geceleri çöplerden yastık yapıyor. Bir gün talihini tersine çevirecek bir çanta geçiyor eline. Bu çanta her şeyi değiştirecek, ama önce hayatını kurtarmak için kaçması gerek...

Üç sokak çocuğunun cesaret ve kurnazlıklarını kullanarak dünyaya karşı verdiği mücadeleyi anlatan roman, ödüllü bir yazarın kaleminden çıkma unutulmaz bir yoksulluk, umut ve rastlantı hikâyesi. Duyguları altüst edecek bu güçlü roman yirmi beş dile çevrildi ve beyazperdeye uyarlanıyor.
(Tanıtım Bülteninden)

Evsiz bir oğlan olan Raphael günlerini çöpten dağların arasında geçiriyor. Çöpleri ayırıyor, taşıyor, soluyor ve geceleri çöplerden yastık yapıyor. Bir gün talihini tersine çevirecek bir çanta geçiyor eline. Bu çanta her şeyi değiştirecek, ama önce hayatını kurtarmak için kaçması gerek... Üç sokak çocuğunun cesaret ve kurnazlıklarını kullanarak dünyaya karşı verdiği mücadeleyi anlatan roman, ödüllü bir yazarın kaleminden çıkma unutulmaz bir yoksulluk, umut ve rastlantı hikâyesi. 

Duyguları altüst edecek bu güçlü roman yirmi beş dile çevrildi ve beyazperdeye uyarlanıyor. 

Çöplük öğretmenlerin öğrencileriyle tartışabilecekleri olağanüstü bir kitap. Hızlı tempolu macera kurgusu, sinematografik bir çözümlemeyle tamamlanırken; bölümlerin farklı karakterlerce anlatılması hikâyenin inandırıcılığını artırıyor. Edebiyat derslerinde öğrencilerle verimli çalışmalar yapılabilecek ve toplumsal meselelerin tartışmasına kaynak olacak bir roman.

Kitabın Konusu:

Kitap, üç tane sokak çocuğunun cesaret ve kurnazlıklarını kullanarak dünyaya karşı verdiği mücadeleyi anlatmaktadır.

Kitabın Özeti:

Raphael, Gardo ve Sıçan ismindeki çocuklar çoğu insanın yaptığı gibi, satabilecekleri bir şey bulmayı umarak çöplüklerde çöp toplayarak yaşamaktadırlar. Çöplükleri, Behala adlı bir şehrin yakınında bulunmaktadır.

Raphael adındaki çöp toplayıcı çocuk bir gün en iyi arkadaşı Gardo ile çöpleri ayırırken gizemli bir çanta bulur. Çantanın içinde bir deri cüzdan, bir harita, okul üniformalı bir kızın resimleri, bir anahtar ve 1100 peso vardır. Cüzdandan çıkan 1100 pesoyu Gardo ve Raphael aralarında bölüşürler.

Aynı anda o gün polisler çöplüğe gelerek çantayı aramaya başlarlar. Raphael’in teyzesi ve kalabalık ailesiyle birlikte kaldığı kampı polisler ziyaret ederler. Çantayı bulana para vereceklerini de söyleyen polisler tüm mahalleyi seferber eder. Ancak çocuklar çantayı vermemeye karar verirler. Çantayı daha fazla bekletirlerse belki de polisin vereceği parayı artıracağını düşünürler. 

Çantayı saklaması için kemirgen farelerle dolu bir yerde yaşayan Sıçan lakaplı bir sokak çocuğuna giderler. Onun yaşadığı delik öylesine pistir ki, kimse çantayı orada aramaya gitmeyecektir. 

Ancak Sıçan çantadan çıkan anahtarı gördüğünde, Sıçan'dan tahmin etmedikleri kadar konu ile ilgili bilgi sahibi olduğu ortaya çıkar. Sıçan, çantadaki anahtarın tren istasyonundaki bir dolaba ait olduğunu söyler. Sıçan çocukların oraya gitmesine ve dolabı açmasına yardım eder. Dolabın içinde Jose Angelico adında bir adam tarafından Colva Hapishanesinde tutuklu olan Gabriel Olondriz adlı başka bir adama yazılmış bir mektup bulurlar. Ayrıca üzerine kodlanmış sayı dizilerinin basıldığı bir de kağıt vardır.

Çocuklar, Gabriel Olondriz ile konuşmak için Colva Hapishanesini ziyaret etmeye giderler. Gardo Olondriz ile tanıştıklarında, ülkenin başkan yardımcısı Senatör Zapanta’ya yolsuzluk suçlamaları yaptığı için hapise atıldığını öğrenirler. Jose Angelico, Senatör Zapanta’nın kıdemli uşağıdır ve ondan 6 milyon dolar çalmayı başarmıştır. Zapanta o parayı uluslararası yardım için ayrılmış fonlardan çalmıştır. Jose Angelico da Senatör Zapanta’da bu parayı çalar. Soygun, Senatör Zapanta’yı büyük bir alay konusu haline getirir. Bu nedenle polis parayı geri almak için uğraşmaktadır. Olondriz, Jose’den gelen mektubu duyunca heyecanlanır ve İncil’ini alabilirse şifreyi çözebileceğini söyler. Marco adındaki bir gardiyan onlara ziyaretin bittiğini ancak onlara İncil’i daha sonra getirebileceğini söyler.

Gardiyan Marco çocuklara İncil’i 20.000 pesoya verebileceğini söyler. Sıçan, Peder Juilliard’ın okuldaki kasasından bu parayı çalar. Gardo ile bir çayevinde değiş tokuş yaparlar. Ama Gardiyan Marco parayı alır ve ihanet eder. Gardo’yu polise teslim etmeye çalışır. 

Çocuklar kaçmayı, saklanmayı ve incildeki şifreyi çözmeyi sonunda başarırlar. Paranın yerinin bir mezarlıkta olduğunu anlarlar. Ölüler Günü’nde mezarı ve ayrıca öldüğünü sandıkları Jose Angelico’nun kızı Pia Dante’yi bulurlar.

Çocuklar paranın bir kısmını kendilerine ayırırlar. Paranın geri kalanını çöplükte yaşayanlara dağıtırlar. Böylece çalınan parayı Behala halkına geri verirler. Paralarını, Pia Dante ile birlikte Sıçan’ın asıl evi olan Sampalo adasına seyahat etmek için kullanırlar. Tekne satın alırlar ve hayatlarının geri kalanını balıkçı olarak geçirme planı yaparlar.

Kitap Soruları ve Cevap Anahtarı için aşağıdaki linklere tıklayınız.


Farklı (Andreas Steinhöfel) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı: Farklı

Kitabın Yazarı: Andreas Steinhöfel

Kitap Hakkında Bilgi:

"Kafamda sürekli bir ton düşünce dolaşıyor, buna bir de şu renkler, sesler ve tüm diğer şeyler ekleniyor. Bir şey yapmak beni rahatlatıyor."

Felix Winter, 11. doğum günü kutlaması hazırlıklarının yapıldığı gün geçirdiği bir kaza nedeniyle komaya girer. Felix'in girdiği koma, tıpkı on bir yıl önce ona gebe kalan annesinin hamileliği gibi tam 263 gün sürer. Kazadan sonra zaman ve dünya bir süreliğine dengesini yitirmiştir. Felix artık tamamen "farklı" bir çocuk olmuştur.

Ailesinin kendisine verdiği ismi dâhi reddeden Felix, bundan böyle "Farklı" olarak adlandırılmak ister. Yeni adıyla Farklı "Kırmızı müziğin tadını düşünüyorum." diye bir cümle kurabilen bir çocuktur artık. Tüm çevresi için tekinsiz bir yolculuk başlamak üzeredir. Unutmak ve hatırlamak kavramları, sadece Farklı için değil; çevresindeki herkes için bir hesaplaşma ve değişim sürecinin de tetikleyicisi olacaktır. Farklı'nın belleği adeta sıfırlanmıştır. Ancak Farklı'nın anılarına kavuşmaması için her şeyi yapmaya hazır olan biri vardır…

Edebiyatseverlerin ruhlarının bir köşesinde pusuya yatan "Farklı"yı uyandırmayı amaçlayan Steinhöfel, mucizelere hak ettiği değeri vermekten çekinmeyen her yaştan okurun kendinden bir şeyler bulabileceği, sorgulamalarla dolu bir gerçekle yüzleşme randevusuna çağırıyor kitapseverleri.

"Rico ve Oskar" kitaplarıyla tanıdığımız, Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü, Erich Kästner Edebiyat Ödülü gibi sayısız ödülle onurlandırılan sıra dışı yazar Andreas Steinhöfel'den, benlik, kimlik, kişilik mücadelesi, özgürlükler ve iç hesaplaşmalar üzerine, fantazya unsurlarının gerçekçi bir kurguyla harmanlandığı başyapıt değeri taşıyan çarpıcı bir roman!
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Konusu:

Kitap, aile ilişkileri, iç hesaplaşmalar, özgürlük kavramı ve bireysel dönüşümü anlatan, zor süreçlerin kişiyi olumlu yönde de değiştirebildiğini vurgulayan bir konuya sahiptir.

Aile içi ilişkilerin, arkadaşlıkların, farklı olmanın bedellerinin, özgürleşmenin, sorumluluk ve hakların, yarı-polisiye bir kurgu çerçevesinde anlatıldığı, çok katmanlı okumalara olanak sağlayan, her yaştan okuru etkileyecek bir kitap.

Kitabın Özeti:

Andre ve Melanie Winter çiftinin tam 263 gün süren bir hamilelik sürecinin sonunda 11 Ekimde oğulları Felix dünyaya gelir. Felix’in annesi ‘mutlu insan’ anlamına gelen Felix ismini en popüler erkek isimleri listesinin on birinci sırasında bulur. Felix, adı gibi mutlu bir çocuktur. Her şey tam da annesi Melanie'nin planladığı gibi gider. Fakat sadece 11 yıl. Aslında Felix sıradan, içine kapanık bir çocuktur. Annesi baskıcı, babası ise ilgisiz biridir. Felix, 11. yaşını doldurmak üzeredir. 

Felix, on birinci doğum gününde okulda öğretmenine kendini iyi hissetmediğini söyler. Eve erken gitmek için öğretmeninden izin alır. Felix, okuldan çıktıktan sonra her zaman kullandığı yol yerine evine uzun yoldan gider. Eve geldiği sırada, babası Felix’in doğum günü için evin çatısına ‘11’ yazısını asmaya çalışıyordur.

Felix yeni yaşına gireceği gün tuhaf bir kaza geçirir. Babasının astığı 1 rakamlarından biri Felix’in başına çarparak onu yaralar. Bu da yetmezmiş gibi annesi arabayla Felix’e çarpar. Felix evin duvarına doğru fırlar. Bu kaza sonucu Felix komaya girer. Felix, tıpkı annesinin kendisine hamilelik süresi gibi, tam 263 gün boyunca komada kalır. Felix bu süre sonunda hayata geri döner. Komadan çıktığında artık hiçbir şey hatırlamamaktadır.

Felix’in annesi ve babası ise bu kazanın yaşanmasına neden oldukları için içten içe vicdan azabı çekmektedirler. Komadan çıktıktan sonra Felix artık farklı bir çocuk olmuştur. İsminin Felix değil, “Farklı” olmasını istediğini söyler. 

Komadan çıktıktan sonra Felix’in en yakın dostu eskiden de özel matematik dersi aldığı Eckhard Stack olur. Stack karısını kaybetmiş emekli bir mühendistir. Şüpheli bir yangında kümesi ve kümesin içinde karısından kalan tavukları da yanmıştır. Stack yangından yaralı kurtulan tavuğu Romy ile yaşamaktadır. Stack sevecen ve yüz güldüren bir kişidir.

Felix, hayatı ve insanları değişik gözlerle görmeye başlar. Bu arada kendisini de yeni baştan keşfetmeye çalışır. Geçmişe dair hiçbir anısı kalmayan Felix için hayat sanki yeniden başlamaktadır. 

Veba Geceleri (Orhan Pamuk) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Veba Geceleri Kitabın Yazarı: Orhan Pamuk Kitap Hakkında Bilgi: Orhan Pamuk’un üzerinde 5 yıldır çalıştığı Veba Geceleri, 190...