9 Eylül 2019 Pazartesi

Tutsak Güneş (Ayşe Kulin) Kitabının Özeti, Konusu Tahlili


Kitabın Adı : Tutsak Güneş

Kitabın Yazarı : Ayşe Kulin

Kitap Hakkında Bilgi :

Ayşe Kulin’in Tutsak Güneş romanında son zamanlarda sık sık karşılaşabildiğimiz erkek üstünlüğü distopya kurgusu üzerinden ele alınmaktadır.

"Güneşimizle aramızda kara kedi gibi duran o Gökcisim, bir gün çekip gidecekti elbette. Belki çok yakındı çözüm. Kapıdaydı. O an gelene kadar bize düşen, sanki güneş gökte parlıyormuşçasına yaşamayı sürdürmekti. Hayata tutunmaktı."

Yakın gelecekte, yeryüzünde bir ülke… Tiran ölmüş ve oğlu başa geçmiştir. Ülke, din ulemaları ve polisler ordusundan oluşan bir demir yumrukla yönetilmektedir. Katı yasalarla sınıflara ayrılan halksa, yoğun denetim ve gözetim altında yaşamaktadır. Güneşse, kimselerin nasıl, neden olduğunu hatırlamadığı bir dönemden bu yana, "Gökcisim" denilen dev bir kütlenin ardındadır. Her yer buz tutmuş, yaşam sevinci tüm canlılardan el ayak çekmiştir. Gelgelelim yıpratıcı uykusuzluğuna çare arayan bilim kadını Yuna, geçmişine, kaderine ve en önemlisi de, bir kadın olarak tutkularına sahip çıkarak, beklenmedik bir şekilde gerçekleri sorgulamaya başlar. Topluma dayatılan kuralların, değişmez varsayılan yasaların, sonu gelmez sansürün mutlak olmadığını fark eden Yuna, sorumluluğunu üstlenip, deyim yerindeyse, güneşe açılan kapıyı aralamayı göze alacaktır.

Geçmişle hesaplaşmalar, düzenle çatışan tutkular ve insanı dönüştüren aşklar… Ayşe Kulin, okurlarını sarsıcı bir gelecek hayal etmeye davet ettiği Tutsak Güneş'te, genç bir kadının unutulmaz uyanış hikâyesini anlatıyor.

Kitabın Özeti :

"Düşünce saksıda büyüyen bitki gibidir, kökleri hiçbir zaman saksının elverdiğinden fazla gelişmez."

Erkeklerin sorgusuz sualsiz egemen oldukları yakın gelecekteki bir toplumda kadınların yeri yeteri kadar çocuk doğurabilmek ve evinin kadını olabilmektir. Bu toplum tek bir genel merkez üzerinden yönetilmektedir.

Uzaydaki bir gök cisminin yaşadıkları ülkenin tam önünde bulunması ve bunun da güneşsiz bir yaşam anlamına geldiği bu ülke Uluhan tarafından yönetilen, polis devlet yapısının olduğu bir ülkedir. Yuna Otis de bu ülkede yaşayan üst düzey bir profesördür.

Bu yönetim merkezi bir ailenin yönetimi altında. Babadan oğula geçen bir yönetim şekli ile el değiştirmektedir. Boyunlarındaki atkılardan toplum içindeki yerlerinin belli olduğu, erkeklerin her zaman kadınlardan daha üstün olduğu ve yaptıklarının genellikle sorgulanmadığı, kadınlar eğer doğuramıyorlarsa ve en az 3 çocuk yapmıyorlarsa kusurlu sayıldıkları hatta bunun bir boşanma sebebi olduğu bu ülkede her şey Merkez denilen yerden yönetilmekte. Yöneten kişi Uluhan ve onun ölümünden sonra yerine geçen Oğulhan yönetimi devralmış durumda. Görünüşte herkesin çok mutlu bir düzen içinde yaşadığı Merkez'de insanların hayatlarını kolaylaştırmak için her şey düşünülmüş. Robotlar, telefon yerine geçen ev bileklikleri, hava araçları, görüntülü iletişim ağı, toz haline gelmiş organik yiyecekler ve dahası. Bunların dışında bir de yasaklar var tabii. Merkez'in izin vermediği bilgilere ulaşmak yasak, belirtilen kitaplar dışında kitap okumak yasak, kılık kıyafette başlık ve kapalı giysiler giymek zorunlu, aile reisi sadece erkek olabiliyor, kız çocukları en iyi okullara alınamıyor çünkü öncelik erkeklerde. Kadının bu toplumdaki yeri erkekten daima sonra gelmektedir. En güzel okullara yerleştirmede önce erkeklerden başlanmaktadır.

Bu ülkede yaşayan Prof. Yuna sadece bir çocuk doğurduğu için kocasından boşanır. Yuna’nın tek bir oğlu olan Regan henüz çok ufakken merkezin en önemli okulunda yetiştirilir ve çok önemli bir mevkide görev alır. Yuna ise hayatıyla ilgili bazı noktaları hatırlamaz ve bunların peşine düşer. Uzun zamandır uyuyama problemi vardır ve uyku seanslarına gitmektedir. Hayatının bir bölümünü yani babasını ve babasının ölümünü hatırlamamaktadır. Bazı bilgileri araştıran Yuna bu bilgilerin araştırılmasının yasak olduğunu bildiği içim Merkez dışında yer alan bir Kanton’da bu bilgileri araştırır. Burada Tamur diye birisiyle tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Tamur ona geri dönüş yolunda eşlik eder. Yuna'nın neden kötü olan hiçbir şeyi sorgulamadığını merak etmiş ve ona bir sürü gizli gerçekten bahsetmiştir. Yuna'nın içine şüphenin ilk tohumları düşer ve Merkez hakkında ilginç düşüncelere kapılarak ve ilk kez sorgulamaya başlamıştır.

Bu durumun farkında olan Regan, annesine izlendiğini ve Tamur'dan uzak durması gerektiğini onun bir muhalif olduğunu, Tamur’la görüşmemesi gerektiğini söyler. Bir süre Tamur’la görüşmeye ara veren Yuna. Tamur’un görüşmesini istediği bir kişi olan Kutkar ise kaçırılmıştı. Bu durum üzerine sistemi sorgulamaya başlayan Yuna, aslında berbat bir sistemde, oldukça kötü bir ülkede yaşadığını fark eder.

Durum kötüye gitmektedir ve halk artık isyanlara başlar. Sürekli eylemler, protestolar olur, insanlar robotlar tarafından katledilir. Regan da artık içten içe bir muhalif olur. Yaşananlar ve gördükleri onu ülkesinden soğutur. Yuna’nın annesi de yine bir eylem sırasında en önlerde yer alır ve robotlar tarafından öldürülür.

Merkez’in yöneticisi konumunda bulunan Oğulhan başka ülkelerin yöneticileri ile bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre gök cismi kendi ülkesinin üstünde kalmaya devam edecek ve buna karşılık diğer ülkeler para verecektir. Regan'ın istihbarat sayesinde edindiği bu anlaşma, Regan tarafından muhaliflere verilir. Merkez muhaliflerle anlaşmak zorunda kalır. Halkın önerileri dinlenerek yeni düzenin garantisi verilir.

Bu anlaşmayla birlikte gelen yeni düzende herkes eski hayatına göre refaha kavuşmuştur. Her şey güzel giderken Oğulhan savaş kararı alır. Oğulhan anlaşma imzalasa da kendine uygun bir yol bularak yasaları değiştirmeyi askıya almıştır.

Bu haberi uçakta seyahate çıkmak üzere duyan Yuna ve Tamur bu durum karşısında ne yapacaktır? Uçaktan inecekler mi yoksa tatile, başka bir ülkeye mi gidecekler?

Bir Dağcının Güncesi (Nasuh Mahruki) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Dağcının Güncesi

Kitabın Yazarı : Nasuh Mahruki

Kitap Hakkında Bilgi :

24 yaşındaki Nasuh Mahruki BİR DAĞCININ GÜNCESİ’nde, ilk kez 7000 metrelik bir dağa tırmanıyor, ilk kez bir kitap yazıyor, ilk kez bu kadar zorlu bir hedefin peşine düşüyor ve ilk kez iç dünyasını hem kendine hem de bizlere bu kadar açıyor.

Hep merak etmişimdir, nedir bu bazı insanları dayanılmaz bir şekilde kendine çeken çağrı; kimini yollara, kimini denizlere, kimini dağlara götüren bu çağrı. Neden ve nasıl bazılarını her yerden, her şeyden kopartır da, çoğu insan tarafından hissedilmez, anlaşılmaz bile. Sanırım bazı ruhlarda bu dünyaya karşı çok büyük bir açlık var. Tutku içten geliyor, eylem yalnızca onun dışavurumu. Bazıları kendilerine mekân olarak bütün dünyayı seçmişler bayrak olarak da özgürlüğü. Yüzlerce yıldır dağlar, denizler, yollar binlerce insanı yuttu ama bu, yeni gelenleri durdurmaya yetmiyor. Tehlike, zorluklar, korku ve ölüm bazı ruhları durdurmak yerine daha da coşturuyor ve kendine çekiyor.

Gılgamış'ı, Odysseus'u, Marco Polo'yu, Magellan'ı, Colomb'u, Peary'i, Amundsen'i, Hillary'i ve daha binlercesini oradan oraya savuran şey hep özgürlüğe düşkün, coşkulu ruhlarının üzerine kurulmuş keşfetme ve bilme tutkusu ve doğaya/kendine meydan okumanın dayanılmaz çekiciliğidir. Jack London'ın Buck'ını sonunda kurtların arasına çeken doğanın çağrısı, bazı insanları da dağların tepelerine, engin denizlere, dünyanın bilinmeyen köşelerine çekiyor, bedeli ne olursa olsun. Yine de, bu dünyada iz bırakan insanların çoğu, uslu uslu oturmayan, akıllı-uslu öğütleri dinlemeyen ve kendi kararlarını kendisi verip, kendi yolunu çizenler, gemilerini yakmaktan korkmayanlardır. Yaşam, büyük ve güvenli gemilerle sakin bir gezi mi, yoksa kendi teknenizle soluk soluğa bir yolculuk mu olmalı, bunun seçimi size kalmış...

Kitabın Özeti : 

Kitaptan bir bölüm;

Bugün Stepanov’la tanıştım, elli iki yaşında, kibirli bir tip. Ayak parmaklarının hepsini Pobeda’ya 3. tırmanışında kaybetmiş. Club Bars’ın direktörü ve Khan-Tengri ve Pobeda tırmanışlarının şefi. Artık programı o hazırlıyor ve önceki programı alt üst etti.

Bazen tasvip etmeseler de kararlarına herkes uyuyor. Stapanov Rusların tanınmış dağcılarından. Bu arada bizim travers de değişti. Galiba sedece 4A’lık rotayı üç-dört kişilik bir ekip olarak çıkıp, bir gece yatıp ineceğiz. Stepanov, bu tırmanışa katılmayıp, 6B’ lik tırmanışı duvarın dibinden seyredecek sanırım.

Öğleden sonra su ısıtıp Arkadi ile saçlarımızı kollarımızı yıkadık, sıcak bir duşun yerini tutmasa da çok iyi geldi.

Stepanov ile biraz konuştuk. Yirmi beş kez 7000′in üzerine çıkmış, çok tecrübeli. Aklimatizasyon için merak etmememi, uygun bir programla bu işi halledebileceğimi söylüyor.

Yarın, Aleksi ile Cigit’in duvarının dibine gideceğim. Orada bir-iki gün kalıp, 6B’nin tırmanışını seyredeceğiz., onlar duvarı bitirince biz de 4A’dan çıkıp yukarıda buluşacağız. Fotoğraf için çok güzel bir fırsat olabilir.

Çocukluğumdan beri düşünsel-ruhsal gelişimimi izlemekten büyük zevk alırım. Daha ilkokula bile gitmezken, benim için olunması gereken insan tipi, yalan söylemeyen insandı.

Beş-altı yaşlarımdaykenyalan söylememk benim için çok önemliydi ve buna çok dikkat ederdim. İlkokul ve ortaokulun başları, arkadaş ilişkilerinin biraz daha farklılaştığı, sosyalleştiği bir dönem. İşte bu dönemde yalan söylememeyi, başkalarının arkasından konuşmamayı da ilave ettim kafamdaki insan tipine. Lise çağlarında ise dürüstlük kavramına ulaştı bu yol. Böylece, ideal insan, yalan söylemeyen, başkalarının arkasından konuşmayan, açık sözlü ve dürüst insandı. Ben de kendimi mümkün olduğunca bu çizgide tutmaya çalıştım. Sonra üniversite yılları… Doğa sporlarıyla tanıştım, kitap okuma ve müzik zevkim iyice şekillenmeye başladı ve şansıma çevremde hep doğru insanlar oldu. Dürüstlüğün son aşama olduğunu zanneden ben, asıl olunması gereken şeyin erdemli insan olmak olduğunun farkına vardım. Bu aşamalar tesadüfi olmadı elbette. Çevremi iyi gözlediğim için sürekli eksiklikleri – yanlışlıkları ve doğruları akıl ile tartıp seçimimi yaptım. Ne yazık ki bu seçimlerin hepsi, yanlışı görüp doğrusunu seçme yoluyla oldu ; belki başka bir dünyada çok daha kolay olabilirdi.

Lao-Tzu, Konfüçyüs gibi bazı çinli bilgelerin insanların doğal olarak erdemli oldukları eski günlerden bahsettiklerini okumuştum bir yerde; “yaşamın tam olduğu çağlar” diye ifade ettikleri bu dönemde insanlar, belli bir görevi yerine getirdiklerini düşünmeden dürüst ve erdemliymişler. Birbirlerini seviyorlar ama bunun insan sevgisi olduğunu bile bilmiyorlarmış. Güvenilirlermiş ama bunun samimiyet ve iyi niyet olduğunu bilmedeni vererek ve alarak özgürce yaşıyorlarmış ama cömert olduklarını bile bilmiyorlarmış. Bu insanlar biraz fazla iyimser oldu sanırım, belki de böyle çağlar hiç olmamıştır. Belki de yalnızca Çinli bilgelerin zihinlerinde var olmuşlardır. Her neyse, bizim dünyamızda, benim aklım bunları bu sırayla yaşamak zorundaydı.

Erdem kavramı yaklaşık son altı aya kadar benim için ulaşılabilecek en üst noktaydı, ancak son aylarda erdemin de üstünde olması muhtemel yeni bir düşünce şekillenmeye başladı zihnimde : Misyon düşüncesi. Buna göre yaşamda herkesin kendi çapında, kendi potansiyeline uygun insanlığa karşı bir misyonu ya da misyonları var ve bizim yapmamız gereken şey, bir an önce bu misyonun ne olduğunu bulup onu gerçekleştirmeye çalışmak.

Hint felsefesinde, buna benzer bir düşünce bulmuştum, Dharma düşüncesi : Dharma (yasa), ideal adaletin gerçekleşmiş halidir. Kendi doğruluk yolunda ilerleyen her olay, her varlık, kozmosun düzenine katkıda bulunur.

Ancak çoğu insan için bu misyon son derece belirsizdir ve insanın farkında olmaksızın gelişir, belli bir yerde belli bir zamanda olmak, belli bir şekilde davranmak ya da belli bir yerde ölmek gibi. İnsanlığın varoluşundan bu yana olan gelişimini bir zincir olarak düşünürsek, pek çoğumuz doğum, yaşam ve ölüm süreci içinde farkında olmadan yaptığımız şeylerle, bu zincirin çok önemsiz görünen ama aslında en önemli halkasından hiç de daha az önemli olmayan bir halkasında mütevazi bir yere sahibiz.

Dharma’yı bireye uyguladığımızda Svadharma’yı buluruz. Bu şekilde; Dharma, yani evrensel yasa; Svadharma’ya yani, doğal eğilimiyle uyumlu olmak üzere her bireye ait belirli bir göreve dönüşür. Bazı seçilmiş ruhlar, kendi başlarına birer halka oluşturacak potansiyele sahiptir. Çoğu bilimadamı, filozof, lider, kaşif, sanatkar gibi özel ve üstün yetenekli insanlar bu gruba dahildir. Bu tür insanların, insanlığa karşı misyonu son derece açık ve belirgindir. Geçmişe baktığımızda, tarihe damgasını vurmuş dediğimiz insanları hemen görebiliriz. Çoğunluğu oluşturan sıradan insanlar ise, farkında olmadan gerçekleştirdikleri ve bize son derece önemsiz gibi görünen misyonlarıyla insanlık zincirinin halkalarındaki yerlerini alırlar.

Eski Hindistan’ın en büyük destanı Mahabharata’nın bir bölümü olan Bhagavad Gita şöyle der : ” Ve görevini (Svadharma) yerine getir, alçakgönüllü olsa da, büyük olmasa da, başka birininki olmasındansa, kişinin kendi görevinde ölmesi yaşamdır, başkasınınkinde yaşamak ölümdür.” Her bireyin kendine özgü bir doğal yasası vardır ve her birey varlığının kusursuz durumunu elde etmek için rolünün bütün gereklerini yerine getirmelidir.

İnsanlık zinciri o kadar kesin ve belirlidir ki, geçmişte yaşayan bir tek filozofun düşüncelerini yok etsek ya da bir tek savaş yapılmamış olsa, o olayı takip eden bütün insanlık tarihi değişirdi. Bilim buna ”Kelebek Etkisi” diyor; Japonya’da bir kelebeğin kanat çırpışının, Amerika’da fırtınaya sebep olması. İnsanlığın, varoluşundan bu yana yaşanan her şeyin bu günkü durumumuzda bir payı vardır. En önemsiz gibi görünen bir değişiklik, kendinden sonraki tarihte değişikliğe yol açar. Sonuç olarak; yaşanan her şey, bugünkü durumumuzun varolması için yaşanması gereken şeylerdir. Bu düşünceyi iyice daraltıp, yalnızca bir tek insana da uygulayabiliriz. Her insan, yaşamı boyunca yaptığı bütün iyi, kötü, güzel, çirkin, erdemli, erdemsiz davranışlarının toplamının ürünüdür. Bir tek hatasını ya da iyi davranışını yapmamış olsaydı artık o insan değil başka bir insan olurdu. Bu yüzden yaşamda hiçbir zaman pişmanlık duymamak gerekir, sadece ders almak yeterlidir. Bizler tüm davranışlarımızın ve seçimlerimizin ürünleriyiz, keşke o zamn böyle yapmamış olsaydım dediğimiz davranışlardan bir tekini bile yapmamış olsaydık bugünkü kendimiz olamazdık. Geçmişi değiştiremeyiz ancak ondan ders alarak daha doğru ve sağlıklı bir gelecek kurabiliriz.

Orhan Hançerlioğlu ”Öğrenmek benim mutluluğumdur” demiş. ”Düşünsel gelişimimi görmek” de benim mutluluğum ki bu da öğrenmek ve öğrendiklerimi yorumlayıpi uygulamaktan geçiyor.

Benim, (şimdilik) beş aşamalı düşünsel gelişimimdeki her bir aşama, kendinden önceki aşamaların üzerine kurulan bir düşünce sistemi olarak gelişti. Benden daha zeki ve daha iyi gözlemleyen biri için elbette daha hızlı ve kolay olabilirdi, ancak benim için, sonrakine ulaşmadan önce bir önceki yaşanmak zorundaydı.

Akşam 23.15‘e kadar Stepanov, Aleksi, Arkadi, Lena, Kassim ve ben muhabbet ettik, uzun zamandır ilk defa bu kadar geç yattım. İki gündür bunları, Türkiye’den gelecek kişiyi mutlaka birisinin karşılaması gerektiğine ,nandırmaya çalışıyorum. Akşam bu konuda epey tartıştık. Herkes dağda olduğu için buradan kimse gidemez, ancak eğer 27′sinde gelirse, ki bence öyle yapacak, o zaman Stepanov’ un bir arkadaşı onu karşılayıp Prjevalsk uçağına bindirecek. Eğer bugün geldiyse işi çok zor.

Bu günlerde iştahım müthiş açık, sürekli bir şeyler yiyip içmek istiyorum.

7 Eylül 2019 Cumartesi

Bir Dağcının Güncesi (Nasuh Mahruki) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Bir Dağcının Güncesi adlı kitabın türü nedir?

A- Hikaye
B- Roman
C- Günlük
D- Biyografi

2. Kitapta anlatılanlar hangi tarihler arasında geçmiştir?

A- 8 Kasım - 12 Aralık 1992
B- 12 Ocak - 9 Şubat 1993
C- 9 Temmuz - 21 Ağustos 1992
D- 5 Haziran - 20 Temmuz 1998

3. Yazar, Karakol'a gitmek istediğinde uçağa niçin alınmamıştır?

A- Bilet bulamadığı için
B- Uçağı kaçırdığı için
C- Uçaktan korktuğu için
D- Vizesi olmadığı için

4. Kitaba göre DOST nedir?

A- Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu
B- Dağ, Orman Sevenler Topluluğu
C- Bilkent Üniversitesi Dağcılık Sevenler Topluluğu
D- Doğa Sevenler Topluluğu

5. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?

A- DOST'un isim babası Nasuh Mahruki'dir
B- Yazar miyoptur
C- Nasuh Mahruki Galatasaraylıdır
D- Yazar DOST'ta üçyıl başkanlık yapmıştır

6. Rusya'da beş 7000'liğe çıkana Snejnıy Bars ünvanı verilir. Bu ünvanın anlamı nedir?

A- Kar leoparı
B- Kar parsı
C- Kar aslanı
D- Kar yılanı

7. 7000'lik beş dağın içinde en zor ve tehlikeli olanı hangisidir?

A- Pobeda
B- Khan Tengri
C- Lenin
D- Communism

8. Aşağıdakilerden hangisi Snejnıy Bars ünvanını almak için çıkılan beş 7000'likten biri değildir?

A- Pobeda
B- Communism
C- Korjenevskoy
D- Stepanov

9. I. İnelçek
II. Karakol
III. Karkara
Yukarıdakilerden hangileri Khan Tengri'ye helikopterlerin kalktığı yerleşim yeridir?

A- I - II
B- I - III
C- Yalnız I
D- Yalnız II

10. Avrupa kıtasının en yüksek dağı aşağıdakilerden hangisidir?

A- Elbruz
B- Pobeda
C- Khan Tengri
D- Lenin

11. I. İvanov
II. Nikolay
III. Nasuh Mahruki
Yukarıdakilerden hangileri Snejnıy Bars ünvanını almıştır?

A- Yalnız II
B- II - III
C- I - II
D- I - II - III

12. Khan Tengri piramidini gören Avrupalı dağcı, coğrafyacı ................................ "Bu dağın zirvesine insan ayağı hiçbir zaman değmeyecek" diye bağırmış. Noktalı yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

A- Galim
B- Merzbaher
C- Nikolay
D- Albert

13. I. Korjenevskoy
II.  Lenin
III. Khan Tengri
IV. Pobeda
V. Communism
Nasuh Mahruki'nin yukarıdaki dağların zirvesine tırmanma sırası hangisidir?

A- II - V - I - III - IV
B- I - II - III - V - IV
C- III- II- I - V- IV
D- III- I - II - IV - V

14. Snejnıy Bars ünvanı fikri .......... yılında ........................... tarafından ortaya atılmıştır. Noktalı yerlere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

A- 1989 - Mikhail Hergiani
B- 1961 - İvanov
C- 1957 - Ratzık
D- 1966 - Ratzık

15. Nasuh Mahruki'nin Pobeda'ya tırmanışı bilinen kaçıcıncı solo tırmanıştır?

A- 3.
B- 7.
C- 6.
D- 8.

16. Nasuh Mahruki Snejnıy Bars ünvanını almaya hak kazandığı tırmanışını ne zaman gerçekleştirmiştir?

A- 1992 yazı
B- 1994 yazı
C- 1993 yazı
D- 1993 kışı

17. Nasuh Mahruki kaç yılında Türkiye'nin en başarılı dağcısı seçilmiştir?

A- 1991
B- 1992
C- 1993
D- 1994

18. Kitap hangi dağın tırmanışını anlatmaktadır?

A- Elbruz
B- Lenin
C- Pobeda
D- Khan Tengri

19. Belirli bir yükseklikten sonrasına yapılacak tırmanışlarda vücudu alıştırma işlemine ne denir?

A- İrtifa
B- Cigit
C- Aklimatizasyon
D- Akspedisyon

Cevap Anahtarı :

1-C      2-C     3-D     4-A     5-C
6-B      7-A     8-D     9-B    10-A
11-D   12-B   13-C   14-D   15-D
16-B   17-B   18-D   19-C

Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler - 1 (Süleyman Bulut) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. 1932 yılında ...................... Atatürk'e saygısını göstermek için bir Gazi Günü kutlaması yapmak ister. Noktalı yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir? 

A- Ankara Halkevi
B- Milli Eğitim Bakanlığı
C- Aydın Halkevi
D- istanbul Öğretmenevi

2. Gazi Günü kutlamaları için Atatürk'e doğum tarihini soran tarih öğretmeni kimdir?

A- Yunus Nadi
B- Hulusi Aksudoğan
C- Saffet Arıkan
D- Zihni Derin

3.  Bugün Gençlik ve Spor Bayramı olarak yapılan kutlamanın ilk adı nedir?

A- Atatürk'ü Anma Günü
B- Gençlik Günü
C- Spor Günü
D- Gazi Günü

4. 23 Nisan için kutlama hazırlamak isteyen öğretmenler dönemin Ankara Valisi ve Eğitim Müdürünün engel çıkarması üzerine kimden yardım ister?

A- Yunus Nadi
B- Saffet Arıkan
C- Hulusi Aksudoğan
D- Süreyya Ağaoğlu

5. 23 Nisan Kutlamaları, ................................... çıkarılan Ulusal Bayramlar yasasıyla 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı adını almıştır. Noktalı yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

A- 1922'de
B- 1935'de
C- 1937'de
D- 1938'de

6. Atatürk'e Kemal adını veren Mustafa Öğretmen ne öğretmeniydi?

A- Türkçe
B- Sosyal Bilgiler
C- Fen Bilimleri
D- Matematik

7. Aşağıdakilerden hangisi cumhuriyetin 2. kuruluş yıl dönümü kutlamaları için Atatürk'e sunulan sloganlardan biri değildir?

A- Atatürk bizim en büyüğümüzüdr.
B- Atatürk milletin en yükseğidir.
C- En büyük Türk, Atatürk.
D- Atatürk bizden biridir.

8. Soyadı kanunundan sonra Atatürk sayadı kimin önerisi üzerine ortaya çıkmıştır?

A- Yunus Nadi
B- Saffet Arıkan
C- Hulusi Aksudoğan
D- Mustafa Kemal

9. Atatürk'e göre Türkiye Cumhuriyeti'ninsimgesi neyin simgesi olmalıdır?

A- Kurt
B- Birlik
C- Zeka
D- Bağımsızlık

10. Mustafa Kemal'in "Kahveyi ev sahipleri ısmarlar misafirler değil" diyerek davet ettiği İngiliz komutan kimdir?

A- Curtis La France
B- General Limon Van Sanders
C- General Harrington
D- General Edward

11. Mondros Mütarekesinin ardından düşman zırhlılarını limanda gören Mustafa Kemal "Geldikleri gibi giderler" sözünü kime söylemiştir?

A- Cevat Abbas
B- İsmail Müştak
C- Hasan Ali Yücel
D- Şükrü Kaya

12. Kurtuluş Savaşı tamamlandıktan sonra Atatürk'ün annesi ve kardeşini Ankara'ya getirmekle görevlendirilen kişi kimdir?

A- Cevat Abbas
B- İsmail Müştak
C- Hsan Ali Yücel
D- Şükrü Kaya

13. Türkiye'nin ilk kadın avukatı kimdir?

A- Afet İnan
B- Halide Edip Adıvar
C- Cemile Sönmez
D- Süreyya Ağaoğlu

14. Süreyya Ağaoğlu'nun Ankara'da Adalet Bakanlığında staj yaparken öğle yemeğine gittiği lokantanın adı nedir?

A- Meclis Lokantası
B- Ankara Lokantası
C- İstanbul Lokantası
D- Adalet Lokantası

15. Atatürk en çok hangi çiçeği severdi?

A- Beyaz gül
B- Orkide
C- Kırmızı karanfil
D- Papatya

16. Ankara'da kurulacak çiftlik için toprak analizlerini yapan biyoloji öğretmeni kimdir?

A- Cevat Abbas
B- Zihni Derin
C- Yunus Nadi
D- Saffet Arıkan

17. Rize'ye ilk çay fidesini diken kimdir?

A- Zihni Derin
B- Cevat Abbas
C- Yunus Nadi
D- Saffet Arıkan

18. Atatürk Orman Çiftliği'nden işçilerin söküp attığı, eski ve çelimsiz bir ağaç almasına rağmen baharda hoş kokular yayan ağaç hangisidir?

A- İğde ağacı
B- Çam ağacı
C- Kuşburnu ağacı
D- Akasya Ağacı

19. Balkan Savaşı'nın devam ettiği yıllarda Binbaşı Mustafa Kemal'in atının yakalandığı çaresiz hastalığın adı nedir?

A- At vebası
B- At frengisi
C- Dourine
D- Ruam

20. Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler adlı kitabın yazarı kimdir?

A- Falih Rıfkı Atay
B- Mustafa Kemal Atatürk
C- Süleyman Bulut
D- Ruşen Eşref Ünaydın

Cevap Anahtarı :

1-C      2-B      3-D      4-A      5-B
6-D      7-D      8-B      9-C     10-C
11-A   12-A    13-D    14-C    15-C
16-B   17-A    18-A    19-D    20-C

Liderler Yemeğini En Son Yer (Simon Sinek) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Liderler Yemeğini En Son Yer

Kitabın Yazarı : Simon Sinek

Kitabın Özeti :

Liderlik Dersi 1: Kültürü Neyse Organizasyon Odur:

Eğer bir organizasyonda kültürel standartlar karakter ve değerlerden performans, sayılar ve diğer Dopamin odaklı kişisel ölçülere doğru kayarsa, bizlerin davranışlarını belirleyen kimyasallarımızın dengesi bozulur ve güven ve iş birliğine olan inancımız azalır/seyrelir. Bir bardak süte su eklenmesi gibi, tadı halen süte benzese de kurum kültürü sulandırılmış olur ve onu iyi ve sağlıklı yapan özellikleri kaybeder. Zayıf kültürlerde ait olma hissimizi kaybederiz; şirket için doğru olanı yapmaktansa kendimiz için iyi olanı yapmaya doğru evriliriz.

19. yüzyılın büyük düşünürü Goethe’nin söylediği gibi, bir kişinin karakterini, kendisi için yapacak bir şeyi olmayan insanlara nasıl davrandığına bakarak değerlendirebilirsiniz. Karakterin kişileri tanımladığı gibi kültür de kurumları tanımlar. Güçlü kültürü olan şirketler, sadece kendisine o dönemde para kazandıranları değil, karakteri güçlü, insanlara iyi davranan kişileri öne çıkarırlar. Böyle kültürlerde saygı ve empati, yetenek, yetkinlik veya motivasyon gücünden daha fazla değer görür ve buna sahip olan liderler ile birlikte çalışan ekipler kendilerinin korunduğunu bilirler. Güven çemberinin oluştuğu bu tür kültürlerde insanlar başarıyı da başarısızlığı da, bildiklerini de bilmediklerini de diğer ekipler ile paylaşacaklarını bildikleri için inovasyon da arkasından doğal olarak gelir. Tersi durumda, zayıf kültürlerde, politik dengeleri iyi yöneten, kendi başarısının pazarlamasını yapan ve kendisini kollayan kişiler ön plana çıkarlar. Kötü kültür kötü yöneticileri besler. Hangi yolun seçileceğini kurumdaki insanlar değil, kuruma liderlik edenler belirler. Performans dönem dönem iyi ya da kötü olabilir; kültür, uzun vadede güvenebileceğiniz tek şeydir.

Liderlik Dersi 2: Lider Neyse Kültür Odur:

Yakın tarihte, insanlara “kaynak” olarak yaklaşan, kurum içi iş birliği yerine rekabeti tetikleyen pek çok liderin, kısa vadede başarılı olsa da uzun vadede şirketlerini içten çökerttiklerini çok gördük. (Yazar burada Merrill Lynch eski CEO’su Stanley O’Neal örneğini detaylı anlatıyor.) Kendilerini kurumdan izole eden bu liderlerin yarattığı temel problem, organizasyon içindeki ilişkilerin kalitesinin bozulması ve içeride pek çok güven çemberinin oluşmasıdır.

Bu tür bir ortamda birimler birbirleri ile işbirliği yapmak yerine birbiri ile rekabet ederek ilerleyebilirler. Birimlerin karşılıklı başarıları birbirlerini kıskandırır. Eğer lider bu ortamın oluşmasına izin vermenin ötesinde destekliyorsa ekiplerde içten içe bir isyan duygusu oluşur.

Bu kültürü yaygınlaştırmak için liderlerin bir başka görevi ise bilgiye sahip olan ekiplere otoriteyi vermek ve herkesin kendi yaptığı işlerin sonucundan sorumlu olmasını sağlamaktır. Yaptığı işin sorumluluğunu alan kişi sayısının az olduğu bir organizasyon tehlikelere daha fazla açıktır. Ayrıca bu dönüşüm, ekiplerde sağlandığında lider daha üst düzey bir bakış açısına sahip olabilir ve herkesin beyin gücü işin içine katılabilir.

Liderlik Dersi 3: Tutarlılık Önemlidir:

Liderlik, yakanıza taktığınız bir apolet değil; karakteriniz ile tamamen ilişkili bir olma halidir. Liderlik, tutarlılık, dürüstlük ve sorumlu olma ile ilgilidir ki bu üçlü güven olgusunun değişmez bileşenleridir. Liderlik, bize duymak istediğimizin değil ihtiyacımız olan şeyin söylenmesidir. Daha önceki bölümlerde bahsedildiği gibi doğruluk her zaman yasal olan ya da prosedürlerde yazanı yapmak olmayabilir. Tutarlılık da yalnızca taraflar anlaştığında dürüstlük göstermek değil, gerektiğinde anlaşmazlığa düştüğümüzde, daha da önemlisi hata yaptığımızda gösterdiğimiz dürüstlüğü de içerir. Hem çalışanlara, hem müşterilere hem de yasal otoritelere, kısacası tüm paydaşlara her zaman, hoşumuza gitmese de doğruyu söylediğimizde güvenilir olabiliriz.

Liderlik Dersi 4: Arkadaşlık/Yakın İlişki Önemlidir


Tüm gerçek liderlerin gösterdiği bir ortak davranış da ekipleri ve birlikte çalıştıkları insanlar ile birlikte sıkça vakit geçirmeleri; kendilerini onlardan soyutlamamalarıdır. İnsanlar arasındaki mesafe azaldıkça ilişkinin kalitesi düşer; birbirini anlamama ve düşmanlıklar başlar. Düşmanlar birbiri ile savaşır, arkadaşlar anlaşmanın yolunu ararlar.

Liderlik Dersi 5: İnsanları Yönetin, Sayıları Değil

Bir liderin arkasında bıraktığı eser, kendisinden sonra gelenlerin de kolayca ilerletebileceği bir yapı olmalıdır. Eğer eski lider oradayken geçirilen zamanlar özleniyorsa, o gidince başarı yakalanamıyorsa bu miras değil, yalnızca nostaljidir. Yönetici/yönlendirici bir liderin ekipleri, yetkilendirici bir liderin ekiplerini başlangıçta geçecektir; bu, liderin gücü kullanıldığı için başta normaldir. Ancak uzun vadede, ekiplerini geliştiren, yetkilendiren, bir kişiye bel bağlamadan öğrenmenin/gelişmenin ön planda tutulduğu, koordinasyonun mental modellere yerleştirildiği, birbirine güvenen insanlardan oluşan bir ekip her zaman uzun vadede daha başarılı olacaktır ve liderin gidişi ile de minimum düzeyde etkilenecektir.

Dolayısıyla sayıları yönetin, ancak bu konuda obsesif olmayın. Uzun dönemdeki organizasyonel/ilişkisel sağlığa önem vermek kalıcı başarı için tek ihtiyacınız olan şeydir. Sayısal başarı da bununla birlikte gelecektir.

Yazar burada hissedar değerine odaklanmanın yanlışlığını bunu yapan şirketlerin uzun vadede hep kaybettiğini örnekleyerek uzun uzun anlatıyor ve müşteri ve çalışan memnuniyetine odaklanmak gerektiğini söyleyerek konuyu şöyle bağlıyor: Kendi çalışanının sevmediği bir şirketi müşterinin sevmesi mümkün değildir.

5 Eylül 2019 Perşembe

Liderler Neden Var?


Liderler Neden Var?

Atalarımız sayısı en fazla 100-150 kişilik kabileler/gruplar halinde yaşarken, kabileye getirilen avların paylaşılması (kimin önce kimin sonra yiyeceği) önemli bir konu idi. Bu konuda anlaşmazlık meydana gelirse kaos olabilirdi. Ancak vücudumuzun içindeki sosyal kimyasallar bu sorunu çözmemize yardımcı oldular.

Şirketler ve organizasyonlar da esasen modern kabilelerden oluşur. Herhangi bir kabilenin olduğu gibi bir kültürü (kiminin güçlü kiminin zayıf), sembolleri ve dilleri mevcuttur. Nihayet hepsinde de güçlü veya zayıf liderler vardır; ancak hepsinde vardır. Bir topluluktaki lider ihtiyacının kökleri de aynen diğer temel ihtiyaçlarda olduğu gibi hayatta kalmak ve başarılı olmak ile ilgilidir.

Liderliğin tarihine antropolojik açıdan baktığımızda iyi ve kötü bir lider olmanın objektif standartları olduğunu görüyoruz. Vücudumuzdaki diğer tüm sistemler gibi, bizim de hiyerarşiye ihtiyacımız barınma ve beslenme ile direkt bağlantılıdır. Şöyle ki, kabileye getirilen avın sürekli olarak onu avlayanlar tarafından yenmesi ya da sürekli olarak arkadaki hizmetleri görenler tarafından yenmesine ilişkin her iki durumda da bir arada yaşam söz konusu olamayacaktır. Bu nedenle Tabiat Ana bizi hiyerarşik hayvanlara dönüştürerek kuralları takip etmemizi sağlamıştır. Kendinden güçlü birini gören insan ortadaki av için savaşmaz ve geri çekilerek saygı gösterir. Tabiat Ana burada devreye girer ve kendisine saygı gösterilen dominant (alfa) karakter de salgılanan Serotonin sayesinde kendi statüsünü hissederek mutlu olur. Böylece alfalar getirilen avı önce yer, diğerleri de sırayla yediği için hiyerarşi kendiliğinden oluşur. Ancak burada gizli bir sosyal kontrat vardır. Bu statüye sahip olan alfaların grubun diğer üyelerine koruma sağlaması, onları risklerden koruması, bu saygıyı görmeye devam etmeleri için gerekli olan bedeldir. Böylece sistem bu şekilde işbirliği ile devam eder.

Günümüze kadar toplumumuzdaki “alfalar” (artık fiziksel güç alfa olmak tek kriter değil, başka açılardan da güçlü olmak kast ediliyor) bizi çok da rahatsız etmezdi. Bizden daha çok çalışıp daha fazla para kazananlar, bizim giremediğimiz restoranlara girebilen ünlüler, güzel hayatları yaşayan zengin ve güçlü insanlar, markalı kıyafet giyenler bizim için pek de problem değildi; halen de kısmen değil. Aksine bu alfa karakterlerin statü sembolleri vardır ve bunları taşımadıkları zaman garipseriz. (Örneğin bir devlet başkanı kendi bavulunu kendisi taşırsa bunu garipseriz)

Ancak günümüzde artık gerçek (arkası dolu) olmayan statüler ve semboller giderek artmaya başladı. Biyolojiyi kandıramayacağımız için de bu hem “alfa” olarak görünen karakterler hem de insan grupları açısından sorun olmaya başladı. 2010 yılında 3 psikoloji profesörü Dan Ariely, Michael Norton ve Francesca Gino tarafından yapılan bir araştırma gösterdi ki ünlü markaların taklitlerini o markayı giydiğini topluma göstermek için giyen insanlar, gerçeğini giyenler kadar gurur ya da statü algısı hissetmiyorlar. Çünkü statü, biyolojik bir şey ve onu hissedebilmemiz için onu kazanmamız gerekiyor. Bir topluluktaki statümüzün yükselmesi, hem bizim hem de bizimle gurur duyacak insanların vücutlarımızda salgılanan Serotonin ile alakalı olduğu ve hiyerarşik açıdan kurulan sosyal bağ da bu kimyasala bağlı olduğu için bu ilişkide sahte (ya da hak edilmemiş) bir yön olduğunda tabiatı ve biyolojiyi kandıramıyoruz. Ayrıca liderlik, kabileye (yeni dünyada şirkete ya da organizasyona) ait bir şey olduğu için kişisel statümüzün yanı sıra liderlik ettiğimiz grubun statüsünün de yükselmesi gerekir. Bu olmadığında, bizim de liderliğimiz sorgulanır.

Buradaki “hak edilme” kavramını biraz daha açalım. Eski toplumlarda yemeği önceden yiyen alfaların kabileye bir tehdit geldiğinde güçleri, zekâları ve cesaretleriyle topluluğu koruması beklenirdi. Yani liderliğin maliyeti “kabileyi kendisinden önce düşünmek; gerektiğinde kendinden vazgeçebilmek” idi. Grup aptal değildir; diğer türlüsü çok adaletsiz olurdu. Bu nedenle, örneğin eski çağlarda kabile liderlerinin en iyi eşleri seçmesi için kendilerine öncelik tanınırdı. (Lider en fazla riske açık karakter olduğundan güçlü genlerin gen havuzunda kalmaya devam edebilmesi için) Halen, günümüz şartlarında liderlerin bu konumu devam etmektedir.

Vücudumuzun Salgıladığı Endorfin, Dopamin, Serotonin, Oksitosin, Kortizol Hormonlarının Hayatımıza Etkileri


İnsanlarda olumlu duyguları uyandıran ve mutlu olmayı sağlayan 4 kimyasal hormon salgılanır; bunların ikisi Endorfin ve Dopamin bireysel başarı ve tatmini ödüllendirirken, diğer ikisi Serotonin ve Oksitosin sosyalleşmeyi, bağ kurmayı ve işbirliğini ödüllendirmektedir. Birey olumluluğu ve grup olumluluğu birbiri ile çatışsa da insan doğası her ikisini de ödüllendirir; yani insan her ikisine de ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle hem bireysel olarak kendimizi gerçekleştirmeye hem de bir gruba ait olmaya gerçek anlamda muhtacız ve bu ikisinin dengesini bulmak zorundayız. Olumsuz duygular yaşadığımızda Kortizol salgılarız.

Endorfin: İnsan vücudunun bir amaca ulaşırken yaşanan acıyı engellemek için salgıladığı kimyasaldır. Örneğin bir atletin zor bir yarışta daha fazla performans göstermesi için vücudu gösterdiği çabayı Endorfin salgılayarak ödüllendirir ve atlet daha yüksek performans seviyelerine çıkabilir. Ancak Endorfinin biyolojik kökleri sporla alakalı olmayıp tamamen hayatta kalmaya dayanır. Eski çağlarda insanlar hayatta kalmak için avlanırken ava yaklaşan insanı, dayanıklılığını koruması için Tabiat Ana bir parça Endorfin ve bunun sağladığı memnuniyet ile ödüllendirir. Bu nedenle insan, eski çağlardan bu yana yalnızca zorunlu olduğu için değil, salgılanan Endorfin nedeniyle de avlanıyor. Günümüzde artık besin kaynaklarına erişim çok kolay olduğu için Endorfin salgılamamız da oldukça zor. Farklı yollarla, örneğin düzenli ve tempolu spor yaparak, Endorfin salgılayabiliyoruz.

Dopamin: Yapmaya çalıştığımız bir şeyi başardığımızda ya da aradığımız bir şeyi bulduğumuzda kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan kimyasal Dopamindir. Önemli bir görevi bitirdiğimizde ya da büyük bir işin üstesinden geldiğimizde vücudumuz bizi biraz Dopaminle ödüllendiriyor. Ancak Dopaminin tek salgılandığı zaman işin bittiği zaman değil. Eski çağlarda insan besin bulabilmek için bir ava (ya da yiyecek bulmaya) uzun sürelerde odaklanmak zorunda idi. Bazen insan günlerce bir avın peşinden sabırla gittiği için odaklanmayı koruyabilmek adına avın tamamlanmasına kadar geçen süre içerisindeki önemli kilometre taşlarında da vücudumuz bizi ödüllendirmek için Dopamin salgılama özelliğini geliştirdi. Bu akıllıca özellik, insanda uzun süre odaklanmanın korunmasını sağladı.

Örneğin, eski çağlarda insan yürürken elma dolu bir ağacı gördüğünde –henüz elmaya ulaşmasa bile- vücut küçük bir doz Dopamin salgılayarak insana mutluluk ve güç verdi. Elmalara yaklaştıkça salgılanan doz bir miktar daha artardı ve en sonunda ulaşınca biyolojik ödül olarak en büyük doz salgılanırdı. Benzer şekilde maraton koşucusu sona yaklaştığında ödül olarak Dopamin salgılanması gibi. Çalışma hayatında da durum farklı değil: Uzun vadeli işlerdeki her bir kilometre taşını geçtiğimizde vücudumuz bizi ödüllendirmek için Dopamin salgılıyor. Doğal olarak hedef ne kadar büyükse, ne kadar fazla çaba gerektiriyorsa aşamaları geçtikçe o kadar daha fazla Dopamin ile ödüllendiriliyoruz. Bu nedenle iş yerinde ne kadar büyük bir iş başarırsak o kadar fazla, kolay ve hızlı bir işi hallettiğimizde de o kadar az dopamin ile ödüllendiriliyoruz. Hiçbir şey yapmamanın da biyolojik bir ödülü yok.

Ayrıca insan, doğası gereği, son derece görselliğe odaklı, görmeye ihtiyaç duyan bir hayvan türü. Her şeyden çok gözlerimizle gördüklerimize inanırız. Bu nedenle sürekli kitaplarda hedeflerimizi bir yere yazmamız, yazmazsak buna ulaşamayacağımız söylenir. İnsanın yukarıda anlatılan doğası gereğince bunda kesinlikle gerçeklik payı var. Eğer neyi başarmaya çalıştığımızı fiziksel olarak görebilirsek –Dopaminin gücü sayesinde- başarmak için gücümüz o kadar artıyor. Bu nedenle hep net hedefler ile çalışmak isteriz, muğlaklık hoşumuza gitmez. Bu nedenle, yazılan ve söylenen vizyon cümleleri de insanların görsel tarafına hitap eden kesinlikte olduğu ölçüde başarılıdır. Örneğin Martin Luther King’in meşhur konuşmasında ortaya koyduğu vizyon gibi: “Bir hayalim var. Küçük siyah oğlan çocukları ile beyaz kız çocukları kardeş gibi el ele tutuşmuş…” Bunu hayal edebiliyor; gözümüzde canlandırabiliyoruz.

Dopaminin yukarıda anlatılan olumlu yanlarının yanı sıra bir de madalyonun diğer yüzü var: Dopamin yüksek derecede bağımlılık yapan bir kimyasal. Eğer beynimizde Dopamin salgılanması için hayatta kalma amacı dışındaki bir nöral bağlantı silsilesi kurulursa bizi hayatta tutmak için tasarlanmış bu sistem tam ters amaçla da çalışabiliyor. Kokain, nikotin, alkol ve kumar bağımlılıkları da vücutta Dopamin salgılanmasına neden oldukları için bu kadar güçlüler. Yeniçağda, Dopamin ödülü aldığımız bağımlılıklar listesine sosyal medya da eklendi. Mesajlaşma, e-postalar, topladığımız beğeniler de telefonumuzun her zili çaldığında küçük bir miktarda Dopamin salgılanmasına neden oluyor. Bu Dopamin bağımlılığı (ihtiyacı) nedeniyle telefonu elimizden bırakamıyor, e-postalarımızı sürekli yeniliyoruz. Sabah ilk uyandığında alkol alan birisi nasıl alkol bağımlısı ise telefonundaki e-postaları ya da sosyal medya hesabını kontrol eden kişi de aynı mekanizma (Dopamin ihtiyacı) ile bağımlı. Benzer şekilde, sürekli başarı odaklı biçimde çalışan sayısal hedeflerin peşinde koşan insanlar da Dopamin yüzünden bir tür bağımlılar. Ya da sürekli alışveriş yapanlar. Bu nedenle Dopamin mekanizmasının ciddi maliyetleri de var.

Özetle başarı ya da tatmin kısa vadede Endorfin ve Dopamin ile ödüllendiriliyor ve bunun için kimseye ihtiyacımız yok; kendimiz yapabiliyoruz. Bu kimyasallara kişisel başarı, azim ve odaklanma için ihtiyacımız var. Ancak kalıcı tatmin, huzur ve mutluluk; sadakat, ait olma, sevgi, bağlanma, paylaşma gibi başka insanlara ihtiyaç duyduğumuz sosyal duygular ile yaşanabiliyor. Bunun için de vücudumuzun bize verdiği başka çok daha güzel ödüller, paylaşımcı kimyasallar var.

Paylaşımcı Kimyasallar: Soğukkanlı hayvanların (örneğin timsahların) beyinlerinde işbirliği davranışını ödüllendiren herhangi bir mekanizma yoktur. Bu nedenle bu hayvanlar tek başına avlanır; avını diğer timsah ile paylaşmaya ihtiyaç duymazlar. İnsanların ise beyninin bir bölümü (ilkel beyin) timsah beyni ile aynı yapıda olsa da fazlasıyla gelişmiş olan diğer beyin bölgelerimiz, bizi yüksek derecede işbirliği yapma ihtiyacı duyan hayvanlar haline getirmiştir. Bu evrimsel gelişmenin önemli gerekçeleri vardır: Eğer insan kabile ve gruplar halinde yaşamaya adapte olmasa idi, türümüz çoktan yok olmuştu. Çünkü sert ve dayanıklı bir derimiz, keskin dişlerimiz, bizi yalnız başımıza hayatta tutacak vücut özelliklerimiz yok. Bu nedenle, birbirimize ihtiyacımız var. Burada da Serotonin ve Oksitosin devreye giriyor.

Serotonin (Liderlik Hormonu): Serotonin bize gururlanma hissini yaşatan hormondur. Başkalarının bizi sevdiğini ya da saydığını hissettiğimizde salgılanan Serotonin bizi daha güçlü ve kendimize güvenli hissettirir; statümüzü yükseltir. Sosyal hayvanlar olarak içinde bulunduğumuz toplulukta kabul görmeye çok fazla ihtiyacımız vardır. Yaptığımız işlerin, grubun faydası için gösterdiğimiz çabaların değer görmesini isteriz. Eğer bu hissi kendi kendimize edinebilseydik, ödül törenlerine, mezuniyet balolarına ihtiyaç olmazdı. Aynı şekilde sosyal medyada aldığımız beğenilerin, kaç takipçimiz olduğunun da pek önemi olmazdı. Bir okuldan mezun olma töreni yalnızca mezun olmanın tatminini yaşadığımız bir yer olduğu için değil, bunu herkesin gördüğü bir etkinlik olduğu için önemlidir. Eğer mezuniyet, posta ile gelen bir mektup ile kutlansaydı, bu kadar özel olmazdı; güzel duyguları tadamazdık. Ancak bundan da daha güzel bir şey vardır: Mezun olan bir öğrencinin damarlarında tören sırasında dolaşan Serotoninin yanı sıra seyirciler arasında yer alan ebeveynlerinde de Serotonin salgılanması. Bu yönüyle mucizevi olan Serotonin, insanlar arasında bağ kurulmasına da neden olur. Anne-baba, öğretmen-öğrenci, antrenör-oyuncu, yönetici-çalışan… Başkaları bizden sorumlu olduğunda ya da bize destek sağladığında vücudumuzdaki mekanizmalar gereğince Serotonin iki tarafta da salgılanır. Bu da destek veren insanın bunun karşılığını almasını sağlayan ve –bu davranışın daha sonra da gösterilmesini teşvik eden- doğal bir mekanizmadır. Serotonin sayesinde insanlara karşı sorumluluk da hissederiz.

Oksitosin (Kimyasal Sevgi): Oksitosin, birçok insanın favori kimyasalıdır. Arkadaşlık, sevgi, güven hislerini oluşturur. En yakın dostlarınız ya da güvendiğiniz insanlarla bir aradayken damarlarınızda Oksitosin salgılanır. Ayrıca bir başkası için güzel bir şey yaptığınızda ya da başkası sizin için yaptığında iki tarafta da Oksitosin salgılanır. Topluluk olarak birlikte şarkı söylerken ait olma hissini ve mutluluğu bize Oksitosin yaşatır. Ancak Oksitosinin salgılanma amacı biyolojik olarak bizi mutlu etmek değildir; yine tarihsel kökleri vardır. Oksitosin olmasaydı fedakarlık ve cömertlik yapmak istemezdik; empati kuramazdık. Güçlü arkadaşlık ve güven bağları kurmamız mümkün olmazdı. Yani “arkamızı kollayacak” güveneceğimiz kimsemiz olmazdı. Dahası, birlikte çocuklarımızı büyüteceğimiz bir eşimiz olmazdı. Oksitosin bizim bağ kurmamızı sağlayan ve bizi sosyal yapan kimyasaldır. Gruplar halinde, bireysel olarak olduğundan daha başarılı olan türümüz için başka birisine güvenmemizi, kendimizi ona teslim etmemizi sağlar.

Yapılan şeyin ödülünün hemen alındığı Dopaminin tam tersine Oksitosin uzunca bir sürecin sonunda salgılanır. Bir kişi ile daha fazla zaman geçirdiğimizde, -aksini gerektirecek bir durum olmadıkça- ona karşı daha az savunma geliştiririz ve güven duymaya başlarız. Ait olma duygusu belli bir zamanın sonunda gelir. Ait olmayı ve güvenmeyi öğrendikçe de daha fazla Oksitosin salgılarız. Bizi destekleyen ve zayıf olduğumuz anlarda açıklarımızı kapatan kişiler ile birlikteyken daha fazla Oksitosin ile ödüllendiriliriz. Kişisel konfor ve huzuru aramaya programlı hayvanlar olduğumuz için bir kabile ya da grubun içinde ait hissettiğimizde güvende (“Güven Çemberinin” içinde) hissettiğimiz için Oksitosin, yalnız ve dışarıda hissettiğimizde güvensiz hissettiğimiz için kendimizi koruma içgüdüsü ile Kortizol salgılarız.

Oksitosinin de muhteşem bir özelliği, serotonin gibi bulaşıcı olması. Örneğin sokakta yürüyoruz; yolda bir kişi çantasını düşürdü. Çantasını alıp kendisine verdiğimizde, hem kendimizde –başkası için iyi bir şey yaptığımızdan- hem de karşımızdakinde –başkası onun için iyi bir şey yaptığından- oksitosin salgılanır. İşin güzel tarafı, yoldan geçen ve bu güzel olayı gören birisi de damarlarında Oksitosin ile ödüllendirilir. Yani iyiliğin taraflarının yanı sıra bunu izleyenler (duyanlar, görenler) de kimyasal ödül mekanizmasına dâhil olurlar. Oksitosinin asıl gücü buradan, bizi daha iyi insanlar yapmasından gelir. Güzel şeyler yaptıkça ya da bunlara şahit oldukça daha güzel şeyler yapmamızı sağlar. Ayrıca araştırmalar Oksitosinin fiziksel temas ile de salgılandığını göstermiştir. Çocukluğunda ebeveynleri ile yeterli fiziksel temas sağlamayan çocukların bu nedenle gelecek yaşamlarında güven ilişkileri kurmakta zorlandıkları ispatlanmıştır. Yüksek takımdaşlık duygusu ile hareket eden spor takımlarında sporcuların ellerini birbirlerine vurması da buradan gelir; bu şekilde aralarındaki bağ ve paylaşım ve taahhütkarlık duygusu güçlenmektedir.

Kortizol (ve Adrenalin): Kortizol, biyolojik mekanizmamızın bizi dış tehditlerden korumak için salgıladığı kimyasaldır. Kitabın (yazının) en başındaki örnekte, koruduğu askerler ile telsiz irtibatı kesilince alçalma ve olaya müdahale etme kararı veren pilotu, bu kararı almaya sevk eden –ona kötü bir şey olabileceğini düşündüren- kimyasal Kortizoldür. Kortizol iyi bir amaç –kendimizi korumak- için salgılanmakla birlikte stres ve endişemizden sorumlu olan hormondur. “Savaş ya da kaç” davranışının ilk seviyesi Kortizol ile devreye girer. Örneğin bir iş yerinde işten çıkarmaların olacağı yönünde bir dedikodu yayılması durumunda –buna konu olabileceğini düşünen- çalışanlarda endişe ile birlikte Kortizol salgılanmaya başlar ve stres meydana gelir.

Kortizolün, salgılanmasına neden olan tehdidin büyüklüğüne göre miktarı artar; insan bunu atlatmadan bir şey yapamaz duruma gelir. Tehdit iyice büyüdüğünde de artık Adrenalin devreye girer ve bize tehdit oluşturan şeyden kaçma ya da onunla savaşma gücü verir. Tehlike atlatıldıktan sonra nefesimiz ve kalp atışlarımız normale döner.

Kortizolün normalde görevini bitirdikten sonra vücudumuzda kalmaması beklenirdi. Ama insanların beyni tehdit altındaki diğer hayvanlara göre daha kompleks olduğu için bize stres yaşatan şeyi anlamak, onu yorumlamak ve tekrar yaşamamak için kaynağını bulmak isteriz. Bizde strese neden olduğunu düşündüğümüz kişileri suçlayarak ya da suçlu biz isek pişmanlık duyarak olayları yaşamaya devam ederiz. Bu durumda gerçek ya da yaratılmış olması fark etmeksizin biyolojik mekanizmamız yeniden devreye girer ve hissettiklerimiz gerçekmiş gibi Kortizol salgılamaya devam ederiz. Oysaki eski insan daha büyük yaşamsal tehditler ile karşı karşıya kalmasına rağmen, bu çok sık rastladığı bir şey değildi. Ayrıca tehdidin kaynağını analiz etme gibi bir ihtiyaç içinde değildi; olay olur ve geçerdi. Ama günümüzün “karmaşık insanı” iş hayatında ve özel hayatında sürekli olarak düşük seviyede anksiyeteye maruz kalmakta ve damarlarında düşük miktarda da olsa sürekli Kortizol dolaşmaktadır.

Her zaman işten çıkarma gibi büyük tehditler olmasa da duygusal olarak desteklenmediğimizi hissettiğimiz her an düşük seviyede de olsa Kortizol salgılarız. Kortizol salgılanmaya başladığında insan bilinç altındaki kodlar gereğince bireyselleşir; (sadece kendisinin kendine yardım edebileceği düşüncesi hâkim olur) ilkel beyin devreye girer. Önemli bilgileri kendinde tutma, diğer insanlar ile bağ kurmama, işbirliği yapmama, hata yapmaktan korkma, başkası hata yaptığında bunu açığa vurma çabası gibi davranışlar ortaya çıkar ki bunların temel nedeni insanın kendisi değildir; bu bir sonuçtur. Güven çemberinin zayıf olması bu sonucu doğurur. Kortizol, Oksitosin salınımını da bloke eder; empati ortadan kalkar. Diğer bir deyişle, Güven Çemberinin zayıf olduğu ekiplerde kendini koruma, politik ilişkiler, içeriden gelen tehdit algısı ve bireysel olarak bencillik ve kendi çıkarlarını takım/şirket çıkarlarının önüne koyma davranışı görülmeye başlanır.

Bu tür sağlıksız kültürlerde var olabilmek, Everest Dağına tırmanmak gibidir. Zor koşullara karşı dayanıklılık geliştirilir; bir süre sonra da güvensizlik koşullarına mecburen uyum sağlarsınız. Ancak insan, doğası gereği bu tür koşullar için yaratılmamıştır. Buna alışmak, bunun –tıpkı Everest Dağı’nın koşullarında sürekli yaşamak gibi- insan doğasına uygun olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim, insan vücudunda sürekli Kortizol akışı olmasının sağlığımıza çok olumsuz etkileri vardır. Diğer bencil kimyasallar gibi Kortizol de bizim hayatta kalmamızı sağlar; ancak sistemimiz bunun sürekli olacağı varsayımına uygun tasarlanmadığı için sürekli Kortizol akışı dolaşım sistemimizde –tansiyon ve şeker dengesinde-, bilişsel yeteneklerimizde (iş yerinde sürekli stres yaşayan birinin dışarıdaki konulara konsantre olabilmesi çok zordur), bağışıklık sistemimizde ciddi hasarlara yol açmaktadır. Kanser, kalp ve damar hastalıklarının günümüzde çok fazla olmasının nedenlerinden biri de çalışma hayatında, zayıf güven çemberi içerisinde var olmaktır. Bu durumun fazla ya da az çalışmakla bir ilgisi yoktur; çalışma yaşamında (ve özel yaşamınızda) güven çemberinin ne kadar kuvvetli ya da zayıf olduğu direkt olarak mutluluğunuzu etkiler.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...