9 Mart 2020 Pazartesi

Ulysses (James Joyce) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ulysses

Kitabın Yazarı : James Joyce

Kitap Hakkında Bilgi :

Joyce, 1904'te Nora Barnacle adında bir genç kadınla tanışmıştı. (Nora Barnacle ile 1931'de, evliliğe karşı olmasına rağmen, kızının ısrarları üzerine evlendi.) Ulysses, Joyce'un kendi anlatımıyla Nora Barnacle'ı sevdiğini anladığı gün olan 16 Haziran 1904 günü Dublin'de geçer. (Romanın asıl kahramanı bir bakıma Dublin kentidir. Her yıl 16 Haziran günü Dublin'de düzenlenen "Bloomsday" yani Bloomgünü'nde, kitaptaki bölümlerde geçen yerlerin dolaşıldığı turlar düzenlenmektedir.) Konu, özünde son derece yalındır: Öğrenci Stephen Dedalus ile serbest çalışan Yahudi asıllı bir reklam toplayıcısı olan Leopold Bloom'un karşılaş(tırıl)maları. Ancak asıl anlatılan, bu iki kişinin bireysel kimliklerini aşan daha büyük bir gerçeğin parçası olduklarıdır: Stephen "sanatsal" doğanın, Bloom ise "bilimsel" doğanın temsilcileridir. Öte yandan, bu iki dışlanmış kişilik, hem Joyce hem de birbirleri için de özel bir öneme sahiptirler: Stephen, Joyce'un gençliğinin, Bloom ise olgunluğunun yansımalarıdır; Bloom, Stephen'ın, deyim yerindeyse, "manevi babası"dır vb. Ama kitabın edebiyat açısından asıl önemi, çatısının Homeros'un destanı Odysseia ile simgesel koşutluğundan ve Joyce'un kullandığı değişik teknik ve biçemlerden, özellikle de 18. ve son bölümde Bloom'un karısı Molly'nin düşüncelerinin yansıtıldığı "bilinç akışı"ndan gelir.

Belki de okuması, anlaması ve özümsenmesi açısından bakıldığında Ulysess açık ara en zor romanlardan biridir.

Romanda İrlanda başkenti Dublin’de geçen 24 saat anlatılmaktadır. Bu anlatı süresince de herhangi bir yapıttaki düzen ve sıralamayı takip etmemesi ve de karakterlerin kafa yakan derecede ayrıntılı tasvirleri kitabın neden zor olmasını sağlamaktadır. Hatta kitap için “bitmeyen/bitirilemeyen roman” benzetmelerinin de yapılması romanın bu niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Ancak kitabın bitirilmesi durumunda, roman boyunca oluşan kaos havasının da dağıldığı ve aslında romanda her satırda parça parça işlenen bütünün gözler önüne serildiği görülmektedir.

Kitap iki karakter etrafında ve bir gerçeklik anlatısı üzerinden şekillenmektedir. Stephen Dedalus ve Leopold Bloom ikisi aslında büyük bir gerçekliğin ayrı görünen ama esasta bir bütün olan bir başka gerçekliğin yansımalarıdır. James Joyce söz konusu karakterler aracılığıyla da kendini ve şahsi hayatını da kişiselleştirmektedir. Söz konusu kitabın adı, Homeros’un Odessa adlı eserinden önemli bir karakterin adıdır ve kitap boyunca da söz konusu esere sürekli göndermeler yapılmaktadır. Yine aynı zamanda Joyce’un bu yapıtı kaleme alırken Goethe’nin Faust adlı eserinden de oldukça etkilendiği gözlemlenmektedir. Erken dönem 20.yy modern içeriğinde 18 bölümden meydana gelen roman, İrlanda ve Britanya arasındaki ilişkiyi de yoğun bir dil ile yorumlamaktadır.

Kitabın 18 farklı baskısının ve bunların değişik varyasyonlarının olduğu da yine romana dair bilinmesi gereken ilginç özellikler arasında gösterilebilir. Kaos ve gizemin kol gezdiği kitabın genelinde hakim olan metot ve teknikler ise; parodiler, ikilem ve çatışma halleri, antagonist ögeler, metaforlar, mitler, semboller, diyalektikler ve de yoğun bir şekilde hissedilen ince taşlarla örülü kinayelerdir. Her bölümde işlenen konu ve karakterler aynı bölüm içerisinde teknik ve metotlarla da inanılmaz derecede bir bütün oluşturmaktadır. Modern dönem edebi dünyasında hatırı sayılır bir üne sahiptir.

Kitabın Özeti :

1. Telemakhos: Stephen, Buck Mulligan ve Haines Dublin’in epey dışında bir savunma kulesinde uyanırlar (bu kule bugün “James Joyce Kulesi”dir). Mulligan başarılı, ağzı çok iyi laf yapan, herşeyle dalga geçen bir tıp öğrencisi, Haines ise “yabani İrlandalıların” adetlerini öğrenmek için taşra gezisine çıkmış bir Oxford öğrencisidir. Mulligan güne Katolik ayiniyle dalga geçtiği bir traş töreniyle başlar ve bölüm boyunca din ile alay eder. Stephen ile Mulligan arasındaki soğukluk yavaş yavaş tırmanır; Stephen, kulenin sahanlığında tek başınayken, güneşi bir bulut örter. Stephen annesinin kısa süre önceki ölümünü düşünür ve annesinin hayaletini görür gibi olarak sarsılır. Kahvaltı ederler, yaşlı sütçü kadından süt alırlar; yakındaki kayalıklara gidip yüzerler. Stephen öğleyin The Ship barında buluşmak üzere sözleşerek ayrılır. Yüzme sahnesinde anılan “fotoğrafçı çıtır”ın Bloom’un kızı olduğunu sonradan öğreneceğiz.


2. Nestor: Stephen, öğretmenlik yaptığı, varlıklı bir mahalledeki (Dalkey) okula gider, ders verir. İngiltere hayranı başöğretmen Deasy’den (Homeros’ta Telemakhos’un nasihat aldığı Nestor’un karşılığı) maaşını alırken bir takım nasihatlere maruz kalır. Deasy, basın dünyasıyla ilişkili olduğunu bildiği Stephen’dan, “sığırlardaki şap hastalığının tedavisi” konulu bir yazısını gazetelerde yayınlatmasını ister. Bölümün sonunda, Deasy’nin antisemitik sözleri üzerine Stephen’ın aklından geçenler, Joyce’un ikinci dünya savaşında olacakları 20 yıl önceden görmüş olduğu göstermektedir.

3. Proteus: Proteus, Homeros’ta denizlerin sürekli biçim değiştirerek yakalanmaktan kurtulan tanrısıdır. Tüm bölüm, kumsalda yürümekte olan Stephen’ın zihninin içinde geçiyor. Stephen’ın düşünceleri, aynı deniz gibi, durmadan biçim değiştiriyor, çağrışımdan çağrışıma atlıyorlar; zihni ilahiyat, tarih ve felsefe referansları ile dolu. Metnin zorluğu, romanın konusu açısında önemli bir görev görüyor: Joyce, kendi gençliğine baktığında nasıl kendi zihninin içinde kaybolmuş, tıkanıp kalmış bir genç gördüğünü anlatıyor böylelikle.

Stephen Aristoteles’i, renk, bilinç, insanın yaratılışı gibi konuları düşünürken, aklından dayısı Richie ve yengesi Sara’nın yakındaki evlerine uğramak geçer. Zihninden, kendi babasının bu aileyle alay etmesi ve eğer onlara uğrarsa konuşulacak olanlar geçer. Cizvit okulundaki günlerini, rahip olmayı düşünmüş olmasını, kitap okuma ve yazma hayallerini, kadınsızlığını, Paris’teki parasızlığını ve sohbetlerini, kös kös Dublin’e dönüşünü düşünür. Paris’e gidip İrlanda’yı kurtarmaya çalışan “Yaban Kazları”ndan Kevin Egan’ın oğlu Patrice ile konuşmalarını hatırlar. Önce ölü, sonra canlı bir köpek görür, köpekten korkar, köpeğin sahibi midye toplayıcı Çingene çifti görür. Rüyasında henüz tanımadığı Bloom’u ve genelev sokağında kendisine yardım edeceğini görmüş olduğunu anlarız. Zihninde vampirli, kötü bir şiir yazmaya çalışır.

4. Kalypso: Tekrar birinci bölümün saatine, sabah 8’e dönüyoruz; bu sefer Bloom’ların evindeyiz. Odysseia’da tanrıça Kalypso’nun Odysseus’u adasında esir tutması gibi, burada da Bloom, Molly’nin aşkının esiridir. Bloom’u Molly’ye kahvaltı hazırlarken, çıkıp yakındaki domuz kasabından bir böbrek satın alırken, Şark hayalleri kurarken, dönüşte komşunun hizmetçi kızını keserken görüyoruz. Stephen’a annesinin hayaletini gösteren bulut Bloom’a da görünüyor ve bir an yaşlılığı, yıkımı düşündürüp soğuk terler döktürüyor. Postadan gelen iki mektuptan biri, bir sayfiye yerinde bir fotoğrafçının yanına çırak gönderilmiş kızları Milly’den, diğeri Molly’nin emprezaryosu/aşığı Boylan’dan. Boylan, o gün saat 4’te konser programını getirecek; programda Don Giovanni’den Lá ci darem a mano (bu düette Don Giovanni, evlenmek üzere olan köylü kızı Zerlina’yı baştan çıkarır) ve zamanın popüler şarkılarından Love’s Old Sweet Song (“Aşk Nağmesi”) var. Bu iki şarkı, gün boyunca, Bloom’un zihninde Molly’nin kendisini aldatmasının teması olarak çınlayacak. İkisi de güzeldir, Youtube’dan arayıp bu iki parçayı dinlemenizi tavsiye ederim.

5. Lotosyiyenler: Bloom bu bölüme açık bir zihinle başlıyorsa da, Odysseus’un adamlarına sılaya dönme isteğini unutturan uyuşturucu Lotos çiçeğinin ülkesindeyiz. Joyce bölümü çiçekler, Şark bahçeleri, uyuşukluk, uyutulma temalarıyla kurmuş. Bloom’un Martha Clifford adında bir kızla “Henry Flower” imzasını attığı mektuplarla flört ettiğini öğreniyoruz. Bir kiliseye girip olanı biteni tam anlamadan merasimi izliyor; eczaneye uğrayıp Molly’nin istediği losyonu sipariş ediyor; oradan hamama gidip mayışıyor.
Hamamdan önceki sahnedeki yanlış anlama, sonradan Bloom’un başına iş açacak.

6. Hades: Sabahtan beri anılan cenaze töreni için Bloom, Stephen’ın babası Simon Dedalus ve Dublinliler’den tanıdığımız başka karakterlerle birlikte mezarlığa gidiyorlar. Martin Cunningham karakteri, kitabın Dublinliler ve Odysseia bağlantılarının güzel örneklerinden: Cunningham’ın Dublinliler’deki halden anlayan, iyilik yapmaya çalışan adam halleri devam ediyor ve alkolik karısının evde ne varsa tekrar tekrar rehine vermesi yüzünden sürekli silbaştan ev düzmek zorunda kalmasıyla, Odysseus’un ölüler âleminde karşılaştığı Sisyphos’un eşdeğeri oluyor. Cenaze töreninde, kitabın hâlâ tam çözülememiş bilmecelerinden biri, kim olduğu anlaşılamayan makintoşlu adam ortaya çıkıyor.

7. Aeolos: Rüzgârlar tanrısı Aeolos, Odysseus’a önce yardım eder, ama verdiği rüzgârları heba edip tekrar gelince onu kovalar. Rüzgârların tanrısı, gazetenin yazıişleri müdürü; o da bir reklamı ayarlamaya çalışan Bloom’a ilk seferinde yardımcı olup ikinci gelişinde kovalıyor. Bölümün ortasında Stephen, Deasy’nin yazısını getiriyor ve gazetecilerle birlikte içmeye çıkıyorlar. Bölümün sonunda, Stephen, gazetecilere Dublinliler’deki “epiphany” tekniğinin (gündelik hayat içinde, büyük bir gerçekçilikle tasvir edilmiş sıradan bir ânın çok daha geniş bir temayı işaret edivermesinin) bir örneği olan bir hikâye anlatıyor. Bu bölüm, metnin arasına girerek olan biten üzerine ironik yorumlar yapan gazete stilinde başlıklarıyla, Joyce’un romandaki biçimsel oyunların seviyesini arttırmaya başlamasının ilk işareti.

8. Laistrygonlar: Odysseia’nın yamyamları, öğle yemeğini yemeye niyet eden Bloom’un içini kaldıran lokanta müşterileri olarak ortaya çıkıyor. Bloom, bir zamanlar hoşlanmış olduğu bir kadınla karşılaşıyor ve bir tanıdıklarının günlerdir hastanede doğum yapmaya çalıştığını öğreniyor. Molly ve Bloom’un on yıl önce, ikinci çocukları Rudy’nin bebekken ölmesinden sonra cinsel hayatlarında birşeylerin değiştiğini, birbirlerinden uzaklaştıklarını okuyoruz. Bloom, Davy Byrne’ün barında gorgonzolalı sandviç ve burgonya şarabıyla karnını doyurur. Kitabın meşhur bilmecelerinden, üzerinde “U. P.” yazan kartpostal burada ortaya çıkıyor.

9. Skylla ve Kharybdis: Kitabın en sıkı bölümlerinden: Odysseus’un Messina boğazı kayalıklarındaki canavar ile girdabın arasından geçmesi. Kütüphanede, Stephen, İrlanda edebi çevresinden kendisini çok da ciddiye almayan tanıdıklarına Shakespeare üzerine teorisini anlatıyor. Mulligan ortaya çıkıp şakalarını patlatmaya başlayınca Stephen’ın sabah sözleştikleri gibi bara gelmeyip, kriptik bir alıntıdan ibaret bir telgraf çekmekle yetinmiş olduğunu anlıyoruz. Reklamı için örnek görsel bulmaya çalışan Bloom girip çıkıyor.

10. Gezgin Kayalar: Homeros’taki gezgin kayalar, bazı yorumlara göre İstanbul Boğazı’nın tehlikelerine denk düşüyor. Ulysses’in tam ortadaki, “göbek taşı/omphalos” bölümü bu: Dublin’e hükmeden iki otoritenin iki temsilcisi, katolik kilisesi adına Peder Conmee ve Britanya imparatorluğu adına Vali’nin korteji Dublin’i çaprazlama katederken, kitabın pek çok karakteri, 18 kısa metinde Peder ya da Vali ile karşılaşıyorlar. Bölüm gezgin kayaların, şaşırtmacaların bölümü olduğu için bazı parçalarda diğer zamanlar-mekânlar parazit yapıyor, araya karışıyorlar.

11. Seirenler: Bu noktadan sonra kitabın bölümleri uzamaya, metindeki deneysellik artmaya başlıyor. Seirenler kitabın “müzik” bölümü; ilk sayfada, sanki, bir orkestra, dinleyeceğimiz müzikten bölümleri bölük pörçük çalarak enstrümanlarını akort ediyor gibi. Metin müzik terimlerini metnin içine yedirerek ve müzik gibi, tekrarlarla, kelime sırası değişiklikleriyle yazılmış. Konu da müzik, bölümün merkezinde piyanonun başında söylenen iki şarkı var. Bloom, sohbeti ve şarkıları dinlerken, kara kara Molly ve Boylan’ın randevusuna çok az kaldığını düşünüyor. Bölüm boyunca “tap” sesleri yavaş yavaş çoğalıyor: bunlar, kör yeniyetme piyano akortçusunun yaklaşırken bastonunu vurmasının sesi.
 
12. Tepegöz: Anlatıcının kitabın karakterlerinden biri olduğu iki bölümden birinde, tüm aksiyonu küfürbaz, dedikoducu bir çek-senet tahsilatçısının gözünden dinliyoruz; ama anlatıcının sesi tekrar tekrar kesiliyor ve söylediği sözdeki bir unsuru bambaşka bir üslupta iyice abartarak işleyen bir parodi araya giriyor. Bu parodiler, “şişirme, abartma” tekniğiyle Joyce’un okurun sabrını zorladığı bölümler arasında; yine de, kitaptaki en komik pasajlar bu parodilerin içinde saklı. Odysseus’un Tepegöz’ü, burada, gerçek bir Dublin karakteri olan “yurttaş”; İrlanda ata sporlarının canlandırılması için uğraşan keskin bir İrlanda milliyetçisi. Yurttaş ve arkadaşları, Bloom’u bir yabancı olarak görerek aşağılıyorlar; Molly ile ilişkisi epey dedikodu konusu oluyor; Bloom’un barışseverliğiyle, “ama bir de olaya böyle bakın” sözleriyle alay ediyorlar, bunların üzerine bir de Bloom’un Zâti’ye oynayıp 1’e 20 kazandığı dedikodusu yayılınca iyice kızıyorlar. Bloom’un “sizin tanrınız da benim gibi bir Yahudiydi!” demesi de yardımcı olmuyor. Martin Cunningham Bloom’u arabaya bindirip kaçırıyor.

13. Nausikaa: Artık saat akşam 8; günbatımına yaklaşıyoruz. Odysseia’nın romantik bölümünün prensesi, burada kumsalda arkadaşlarıyla gezip top oynayan bir genç kız (Gerty MacDowell) olarak karşımıza çıkıyor. Joyce, bölümün ilk yarısını Gerty’nin gözünden aktarıyor: Hem Gerty’nin okuduğu genç kızlara yönelik dergilerin dilini, hem de onun zihninin içini görüyoruz. Bloom ortaya çıkıyor; Bloom ve Gerty bakışıyorlar. Bloom günün olaylarını düşünüyor, kumsala birşey yazmaya başlayıp vazgeçiyor, sonra hafifçe uyukluyor. Bölümün sonundaki guguklu saat, Bloom’a boynuzlandığını hatırlatıyor.
 
14. Güneş’in Sığırları: Homeros’ta Odysseus’un adamları Güneş tanrının sığırlarına karşı günah işliyorlar; Stephen ve arkadaşları ise doğurganlığa karşı günah işliyorlar. Joyce, belki şaşıracaksınız ama, aileye, çocuğa çok önem verirmiş; bu bölüm de doğuma, doğurganlığa övgü niteliğini taşıyor. Kitabın en zor bölümü bu. Joyce burada büyük bir deney yapmış: bir yandan İngiliz dilinin Latince ve Anglo-sakson dilinden doğup gelişmesini, çağlar boyu İngilizcenin parodilerini yaparak temsil etmiş; bunun yanında, bölüm boyunca bir embriyonun peydahlanmasından doğumuna kadar olan aşamaları sembolize etmiş. Bloom doğumevine gidip tanıdığını ziyaret ederken orada kafa çekmekte olan Stephen ve tıp öğrencisi arkadaşlarıyla karşılaşıyor; bebek doğuyor, öğrenciler giderek daha sarhoş oluyorlar, çıkıp Burke’s barına yöneliyorlar. Bloom Stephen’ın halini görüp endişelenerek Stephen’ın peşinden gitmeye başlıyor.

15. Kirke: Geceyarısı, genelevler sokağındayız (geceköy). Kitabın en uzun bölümü bu. Kitapta bu ana kadar sunulan tüm unsurlar içiçe geçip bir kriz noktasına ulaşıyor. Bölüm, tiyatro formunda; metne halüsinasyonlar damgasını vuruyor: gerçekle hayal içiçe geçiyor, anılan ama orada olmayan karakterler ortaya çıkıveriyor, cansız nesneler konuşmaya başlıyor. Ortalıkta gezinen bir köpek var ama durmadan cinsi değişiyor; köpek söylenenlere kafiyeli bir şekilde havlayarak cevap veriyor. Dikkatli okuyunca, neyin “gerçek”, neyin “halüsinasyon” evreninden geldiğini anlaşılıyor ama, burada halüsinasyonları kimin gördüğü belli değil; hem Bloom’a, hem Stephen’a görünüyor gibiler. Joyce’un bu bölümü yazarken en açıkça etkilendiği yapıt, Goethe’nin Faust’u. Stephen ile Lynch’in genelev sokağına girişini, sonra onları takip eden Bloom’u görüyoruz. Stephen’ın peşinden geneleve giren Bloom’un suçluluk duyguları ve kafa karışıklığının yarattığı halüsinasyon âleminde Bloom, Molly ile karşılaşıyor, belediye başkanı seçiliyor, kral oluyor, gözden düşüyor, dedesi Virag ile karşılaşıyor… Sonunda Stephen’i buluyor. Genelevin sahibesi Bella (Odysseia’daki büyücü Kirke’nin eşdeğeri) sahneye çıkıyor ve Bloom’u aşağılamaya başlıyor. Bloom ve Bella cinsiyet değiştiriyorlar. Bloom ölüyor, gömülüyor, peri kızı ortaya çıkıyor. Bloom zihninde tüm bunları yenip realiteye geri dönüyor. Kriz noktasında, Stephen tekrar annesinin hayaletini görüyor ve beti benzi atıyor. Bastonuyla gaz lambasını parçalayarak isyanını ifade ettikten sonra genelevden kaçıyor. Stephen, sokakta, iki İngiliz askeriyle laf dalaşına giriyor ve sonunda yumruğu yiyip yere seriliyor. Bloom başında durup kendine gelmesini bekliyor, polisleri de idare edip gönderdikten sonra o da kendi kriz noktasına ulaşıyor: bebekken ölen oğlu Rudy’nin hayaletini görüyor. Bu doruk noktasından sonra, son üç bölümde, karakterlerin geceyarısından sonra yorgun argın eve dönüşlerini görüyoruz.

16. Eumaios: Odysseus sonunda tek başına adasına, İthaka’ya dönmeyi başardığı zaman çoban Eumaios’un barakasında duraklıyor. Bloom ise Stephen’ı soluklanmak için bir arabacılar barakasına götürüyor. Bloom ve Stephen yorgun ve uykulular; bu yorgunluk, uzayan, bağlanmayan cümleler, lafların birbirine karışmasıyla bölümün stiline yansıyor. Bloom, Stephen’ı etkilemek için konuştukça konuşuyor; Stephen ise ters, kısa cevaplar veriyor. Barakada bir Odysseus/Parnell figürü daha var; yaşlı bir denizci (Murphy) gezi hikâyelerini anlatıyor. Gazetede o günkü cenazenin haberini ve Deasy’nin mektubunu görüyorlar. Bloom Stephen’ın yatacak yerinin olmadığını, saatlerdir yemek yemediğini anlıyor. Çıkıp yürürken Stephen’la biraz müzik muhabbeti yapıyorlar. Stephen çok eski, az bilinen bir Alman şarkısını söylemeye başlayınca, Bloom sesini çok beğeniyor, onu müzik dünyasına kazandırmak hayalleri kurmaya başlıyor.

17. İthaka: Bu bölüm, zamanın ders kitaplarının ve dinbilgisi metinlerinin soru-cevap formatında yazılmış; Bloom’un okuma ve popüler bilim merakının bir dökümünü içeriyor. Bloom, Stephen’ı eve davet ediyor; sabah evden çıkarken anahtarını unuttuğu için bahçe duvarından atlayarak kapıyı açıyor; mutfağa buyur edip kakao ikram ediyor. Ortak tanıdıklarından bahsediyorlar, Bloom Stephen’a sonradan İsrail milli marşı olacak bir Yahudi melodisini, Stephen Bloom’a eski antisemitik bir İrlanda baladını söylüyor. Bloom Stephen’a gecelemesini öneriyor ama Stephen reddediyor. Sonradan görüşmeye devam etmek için çeşitli planlar yapıyorlar. Yatağa girerek günün olaylarını düşünmeye başlıyor. Yeni bir ev ve imar hayalleri ve gelecekteki para endişeleriyle uyuklamaya başlıyor. Molly’nin sadakatsizliğini zihninde affediyor. Gün boyunca olanı Molly’ye anlatıyor ve kafasında bir kelime oyununu tekrarlarken uyuyakalıyor.

18. Penelopeia: Neredeyse tüm kitabı erkeklerin bakış açısıyla geçirdikten sonra, nihayet Molly’nin zihnindeyiz. Joyce saati belirsiz, sonsuz olarak vermiş. Sekiz cümleye ayrılmış 42 sayfa boyunca Molly’nin zihni, kadın zihninin akışkanlığı, kıvraklığı içinde noktalama olmadan akıp gidiyor. İlk cümlede Bloom’un yatarken son söylediği sözlerin sabah kahvaltısını iki yumurta yatakta istediğini söylemek olduğunu anlıyoruz – Bloom, terkettiği evlilik hayatına geri dönüyor olsa gerek. Molly, Bloom’un hallerini, Boylan’la ilk flörtlerini, Bloom’la ilk flört günlerini düşünüyor. İkinci cümlede düşünceleri Boylan’la ilk tanışmalarına, şarkıcılık kariyerine, Cebelitarık’a, Bloom’un trende çıkardığı ufak bir rezalete, Bloom’un okuması için verdiği Rabelais kitabına geçiyor.

Atatürk'ün Eğitim Hayatı ve Okuduğu Okulların Listesi Nelerdir?


Atatürk'ün Eğitim Hayatı ve Okuduğu Okullar

1887 yılında Şemsi Efendi Okulu'nda başlayan Mustafa Kemal Atatürk'ün eğitim hayatı 7 farklı kurum ile devam etmiş Harp Akademisi ile son bulmuştur.

Atatürk'ün Sırasıyla Gittiği Okulların Listesi

1- Mahalle Mektebi :


İlkokula Şemsi Efendi Okulu’nda başladığı bilinse de Atatürk aslında ilk olarak Mahalle Mektebi’ne gitmiştir. 1887 yılında okul çağına gelince Mustafa Kemal’in hangi okula gideceği hakkında annesi Zübeyde Hanım ve babası Ali Rıza Efendi arasında görüş ayrılığı ortaya çıktı. Annesi, Selanik’te bulunan Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebine gidip kuran eğitimi almasını, babası ise normal yöntemlerle eğitim veren bir ilkokula gitmesini istiyordu. Daha sonra Ali Rıza Efendi, karısının da gönlünü almak için Mustafa Kemal’i bir haftalığına Mahalle Mektebi’ne gönderdi, ardından çağdaş eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na kaydını aldırdı.

2- Şemsi Efendi İlkokulu :

Şemsi Efendi, yeni öğrencisi Mustafa’nın yetenekli ve üstün bir zekâya sahip olduğu için kendi okulunda olmasından çok memnundu. Mustafa Kemal Şemsi Efendi İlkokulu’nda okurken babası Ali Rıza Efendi vefat ettiği için annesi Zübeyde Hanım, üç çocuğu ile birlikte Selanik yakınlarındaki Lankaza’da subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi’nin yanına gitti. Küçük Mustafa’nın eğitimi çiftlik hayatının zorlukları nedeniyle kısa bir süreliğine sekteye uğradı. Daha sonra Mustafa, Selanik’teki halasının yanına döndü ve ilkokul eğitimini Şemsi Efendi İlkokulu’nda tamamladı.

Şemsi Efendi İlkokulu’nun devamı olan Şişli Terakki Lisesi hala Teşvikiye Akatlar’da eğitime devam etmektedir.

3- Selanik Mülkiye Rüştiyesi :

Mustafa Kemal, Şemsi Efendi İlkokulu’ndan mezun olduktan sonra ortaokul eğitimi için Selanik Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etti. Fakat buradaki eğitimi çok uzun sürmedi. Arapça öğretmeni Kaymak Hafız’ın kendisine sopayla vurması üzerine 1894 yılının Temmuz ayında, 3. sınıfa geçmeden Selanik Mülkiye Rüştiyesi’nden ayrıldı ve Selanik Askeri Rüştiyesi’ne geçmeye karar verdi.

4- Selanik Askeri Rüştiyesi :

Çocukluğundan beri asker olmak isteyen Mustafa, aynı sokakta yaşadığı Binbaşı Kadri Bey’in oğlu Ahmet Bey’in her gün üniformasını giyerek askeri ortaokula gittiğini gördükçe asker olmaya daha da heveslendi. Bu aşamaya gelebilmek için gitmesi gereken tek yerin askeri ortaokul olduğunu anladı. Annesi Zübeyde Hanım ise, Mustafa’nın asker olmasını istemiyor ve oğluna engel olmaya çalışıyordu. Fakat Mustafa annesinden gizlice okulun sınavına girdi ve sınavı kazandı. Bunun üzerine 1893-1895 seneleri arasında Selanik Askeri Rüştiyesi’nde eğitim gördü. Mustafa Kemal, bu okulda bütün arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle ilişkilerini çok iyi tuttu ve okulunu çok sevdi. Zekâsı ve üstün yetenekleriyle arkadaşları arasında hemen fark edildi. Bir gün matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç Mustafa’nın sınıftaki diğer Mustafa’larla arasındaki farkı belirtmek için adının yanında Kemal ismini ekledi. Artık sadece Mustafa değil, Mustafa Kemal diye hitap edilecekti.

5- Manastır Askeri İdadisi :


Mustafa Kemal, Selanik Askeri İdadisi’ni başarıyla bitirdikten sonra lise eğitimi almak için Manastır Askeri İdadisi’nin sınavlarına girdi ve başarılı oldu. Böylece doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Selanik’ten ilk defa ayrılmış oldu.

Mustafa Kemal’in Manastır Askeri İdadisi’ndeki birkaç öğretmeni, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi olan subaylardı. Bu durum da ordu içindeki olayların okulda da konuşulmasına sebep oluyordu. Mustafa Kemal de bu sayede memleket meseleleri hakkında bilgi sahibi oluyordu.

Manastır İdadisi’nde yatılı kalan Mustafa Kemal’in zorlu bir eğitim programı vardı. Bunun sebebi, okulun amacının harp okullarına öğrenci yetiştirmek olması ve okulun diğer askeri okullara göre daha üstün eğitim vermesiydi. Manastır Askeri İdadisi’nde başarılı bir öğrencilik dönemi geçiren Mustafa Kemal, matematik dersindeki başarısıyla öğretmenleri tarafından dikkat çekti. Tarihe olan yeteneğini keşfeden tarih öğretmeni Mehmet Tevfik Bilge sayesinde ise Türk tarihine olan ilgisi arttı. 1897 yılında, 2. sınıfta okurken Osmanlı-Yunan savaşı çıktı. Bu olay üzerine Mustafa Kemal’in söylediği “Gençlik hayatımın en heyecanlı günleriydi, yaşım küçük olmasına rağmen bu savaşa katılmayı çok istiyordum” sözleri, onun vatan için mücadele etme isteğini gösteriyordu. Manastır Askeri İdadisi’ni 1898 yılında başarıyla bitiren Mustafa Kemal, bu okulda Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden gelen birçok öğrenciyle arkadaşlık kurdu. Bu arkadaşları seneler sonra onun silah arkadaşları olacaktı.

Manastır Askeri İdadisi günümüzde Makedonya’nın Manastır kentinde müze olarak kullanılmaktadır. Müzenin ikinci katında Mustafa Kemal Atatürk için ayrılan bir bölüm bulunmaktadır.

6- Harp Okulu :

Manastır Askeri İdadisi’nin ardından, Makedonya’dan İstanbul’a giden Mustafa Kemal, 13 Mart 1899 günü Harp Okulu’nun “piyade” bölümüne girdi. Bu okulu da 1902 yılında “Teğmen” rütbesiyle bitirdi. Ardından öğrenimine Harp Akademisi’nde devam etti. 1903 yılında Üsteğmen oldu.

Harp Okulu, günümüzde Kara Harp Okulu olarak eğitime devam etmektedir.

7- Harp Akademisi :

Mustafa Kemal, Teğmen rütbesiyle 10 Ocak 1902 günü Harp Akademisi’nde öğrenim görmeye başladı. İyi derecede dil bilen, iyi yetişmiş ve tecrübeli subaylar tarafından eğitilen Mustafa Kemal, bir yandan da devletin içinde bulunduğu durumu arkadaşlarına anlatmaya çalışıyordu. Kendini geliştirmek amacıyla boş vakitlerini kitap okuyarak değerlendiriyordu. Fransızcasını ilerletmek için ders alıyordu ve yurtdışındaki Fransızca gazeteler ile Jön Türk gazetelerini getirerek arkadaşlarına da okutuyordu. Harp Okulu’nda başladıkları el yazması gazete işini tekrar yapmaya karar verdiler ancak kısa süre sonra Mektepler Nazırı İsmail Paşa bu durumu öğrendi. Akademi Komutanı Ali Rıza Paşa, bir baskınla Mustafa Kemal ve arkadaşlarını yakaladı fakat düşünce özürlüğüne önem verdiği için sadece sözlü uyarıda bulundu. Harp Akademisi’ni zorlu koşullar altında 11 Ocak 1905’te “Kurmay Yüzbaşı” rütbesini alarak bitirdi. Daha sonra görev için Şam’daki 30. Süvari Alayı’na gönderildi. Harp Akademisi binası günümüzde Harp Akademileri Komutanlığı olarak kullanılmaktadır.

Atatürk’ün Bilim, Teknik ve Eğitime Verdiği Önem Nedir?


Atatürk’ün Bilime Verdiği Önem


Atatürk, kurduğu devleti bilim ve bilimsel düşünce temelinde inşa etmiştir. Çağdaş olmayı bilime verilen öneme bağlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bilime verdiği önem ile dönemin en dikkat çeken liderlerinden biridir. Bilim, Atatürk’ün düşünce sisteminde önemli bir yer tutar. İnkılâplarını dayandırdığı temel de bilimsel gerekçelerle açıklanmıştır. Toplumsal yaşamın bilim ve akıl ile güvenli hale getirilebileceği temelinde yükselen değerler zinciri geliştirmiştir.

Atatürk ve Bilim

Atatürk, bilimi ve bilimsel düşünceyi temel alan bir liderdir. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık ilkeleri, Türk milletini bilim temelinde çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmayı hedeflemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin “lâik, çağdaş ve sosyal bir hukuk devleti” olması hedefi de, Atatürk ilke ve inkılâplarının bir yansımasıdır.

Atatürk, bilime verdiği önemi ve bilimsel bakış açısını “şahsına münhasır bir modelle” oluşturmuştur. İlkelerinden inkılâplarına, koyduğu kanunlardan açılmasını sağladığı kurumlara kadar liderlik ettiği her uygulamada kendine has niteliklerden izler vardır. “Çağdaşlaşma”, “bilim” ve “teknoloji” kavramlarını özümsemiştir.

Atatürk’ün bilime yaklaşımı, Türkiye ve Türk toplumlarının varlığı için temel oluşturmuştur. Aklı ve bilimi her şeyin üzerinde tutan Atatürk, birçok insanı ilim öğrenmek üzere Avrupa ülkelerine göndermiştir. Kendisi de bizzat uluslararası bilimsel toplantılara katılmış, birçok bilim adamı ile özel sohbetler gerçekleştirmiştir.

Bilime verdiği önem ile dini değerlerin uyumuna da dikkat eden Atatürk, Allah’ın yaratılış sırlarına ulaşmak için bilime işaret etmiştir. Toplumsal yaşamda kılavuz olarak “ilim” ve “fen” kavramlarını yerleştirmeye özen gösteren Türkiye’nin ebedi liderinin “çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma” hedefi de, günümüze kadar birçok siyasinin temel düsturu olmuştur.

Bilimsel gerçekler ile dogmalar arasına keskin sınırlar çizen Atatürk, bilimsel gerçeklerle toplumsal gerçekleri bütünleyerek, “milli seciye (karakter)” oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim, ekonomi ve fikir dünyasını bilimsel ve teknolojik temellere dayandıran Atatürk, ülkenin her alan gelişimi için bilimi esas almıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık dünyasında yer alması ve medeniyet yolunda başarı elde edebilmesi için bilimin topluma yayılmasını istiyordu. Toplumun bütün kurumlarıyla modernleşmesini hedeflemiştir. İnkılâplarında da bilimsel düşünceyi temel almıştır. Bilimi “gerçeğe götüren evrensel bir yol ve yol gösterici” olarak görmüştür.

Atatürk’ün Bilim ve Tekniğe Verdiği Önem


Atatürk’ün düşünce yapısı, “akılcı bir bilim tabanı” üzerine oturtulmuştur. Her fırsatta fizik, kimya ve diğer tabiat bilimlerini, yani fenni vurgulamıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, “bundan sonraki zaferlerin ilim ve iktisat ile olacağını” ifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken açılan her kurum ve hayata geçirilen her uygulama da, bilimsel bir temel ve bilimin yol göstericiliği üzerine inşa edilmiştir.

Yeni devlette yeterli nitelikte personel bulunmuyordu. Bilim, fikir ve ekonomik anlamda “hazır olmayan bir ülke ve toplum” vardı. Teknik eleman, fikir ve bilim adamları yok denecek kadar azdı. Dönemin şartları da kalkınma çabalarını engelliyordu. Bilimi araştıracak ve kullanacak okul, üniversite, akademisyen, öğretmen yoktu. Bilimsel kurumlar yoktu; olsa da mühendis, araştırmacı ve bilim adamı bulmak imkansıza yakındı. Yani eğitim başta olmak üzere her alanda bilimi temel alan her şey eksikti. Her alandaki mücadelede bilim ve teknoloji alanında mücadele etmek ve ilerlemek şarttı.

Atatürk, yeni devletin omuzladığı kadim milleti geleceği taşımak için medeni bir seviyeye çıkarma idealini her fırsatta dile getirmiştir. “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”sözleri ile çağdaş olmanın önemine vurgu yapmıştır. Çağdaşlık için de bilimin yok göstericiliğine işaret etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında da temel prensip olarak bilim ve tekniğin esas alındığını ifade etmiştir.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yeni şartlar içinde bilimsel araştırmaların artmasını telkin etmiş, her ortamda herkesin bilimsel meşguliyetlere yönelmesini istemiştir. Şu sözler, bunun kanıtıdır: “Üç buçuk yıl süren bu mücadeleden sonra bilim bakımından, eğitim bakımından mücadelemize devam edeceğiz. Fabrikacı olacağız, sanatçı olacağız. Bundan sonra anlayışımızı hep buna verelim.” Başka bir konuşmasındaki, “Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve herkesin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur.” ifadeleri de, Atatürk’ün bilim ve teknolojiye verdiği öneme atfen kayda değer sözlerdir.

Atatürk; bilim ve teknik ile çağdaşlık arasındaki ilişkiyi özümseyerek, çağdaş bir seviyeye ulaşabilmek için bilim ve teknikteki gelişmelerin yakından izlenmesini istemiştir.

Atatürk’ün Toplumsal Kalkınmada Bilime Verdiği Önem

Atatürk, bir toplumun kalkınmasında ve ilerlemesinde temel öğe olarak ilim ve fenni göstermiştir. Her açından zorluk içindeki Türk milletine, bilimi rehber edinmelerini telkin etmiş, bilimsel düşünmeyi teşvik etmiştir. “Çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma” hedefinde bilimi araç olarak göstererek, toplumsal inkılâpların temeline de bilimi yerleştirmiştir.

Dünyaya ve olaylara eleştirel gözle bakma, tartışma, istişare ve fikirleri ifade etme özgürlüğüne vurgu yaparak, toplumun ilerlemesinin önünü açmaya çalışmıştır. “En büyük gerçekler ve ilerlemeler, düşüncelerin serbestçe ortaya konması tartışılması ile ortaya çıkar ve yükselir.” sözleri, bu anlamda kayda değerdir.

Hayatın her alanına bilime dayalı gerçeklerin yayılmasını isteyen Atatürk, her fırsatta topluma ve özellikle de gençlere bilime verdiği öneme anlatmıştır. Bilimsel düşünceyi, toplumunun her alanlarına egemen kılmaya çabalamıştır.

Atatürk, hem ülkede hem de toplum içinde bilimsel düşüncenin yayılması için liderlik yapmıştır. İnkılâplarında da bu liderliğin izleri görülebilir. Yeni uygulamaları, bilimsel temellere dayandırmıştır. Faal bir liderlikle, bilimsel düşünceyi hem yönetimde hem eğitimde hem sanayide hem de toplumda hakim kılmak için uğraşmıştır. Bu düşünce sisteminin toplumun kılcal damarlarına yerleşmesi için toplumun gerçekleri ile uyumlu uygulamalar hayata geçirmiştir.

Atatürk, Bilim ve Türkçe

Dil devrimi, toplumda birçok yeniliği beraberinde getirmiştir. Atatürk, bilim ve eğitim dili olarak, bilimsel bir dil olmaya elverişli Türkçeyi seçmiştir. Türkçenin bilim dili olma potansiyelini fark ederek, bilimsel terimleri halkın konuştuğu dil ile özdeşleştirmiştir. Dil devriminin amacı da, Türkçeyi bilim dili olarak güçlendirmektir.

Atatürk, dil ve tarih alanında ilmin verilerine uymak gerektiğini vurgulamıştır. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kurulmasını sağlaması, dil ve tarihe verdiği önemi ve bilime saygısını göstermektedir.

Atatürk, toplumdaki bilimsel algıyı değiştirmek için gösterdiği çabalarda yaşadığı olaylar, yeni uygulamalara yol açmıştır. 13 Kasım 1937’de Sivas Lisesi’nde yaşadığı olay, buna örnek olarak verilebilir:

Lisede girdiği bir derste kız öğrenci Arapça “hendese” yani “geometri” dersi anlatmaya çalışmaktadır. Tahtada geometri terimlerini Arapça anlatmaya çalışan öğrenci, Arapça terimleri telaffuz etmekte zorlanır. “Çizgi”, “açı” ve “paralel” gibi geometrik terimleri Arapça ifadelerle anlatamaz.

Bu durumu fark eden Atatürk, “Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez.” uyarısında bulunur. Tahtaya geçen Atatürk, Arapça olarak öğretilen “zaviye, “müselles” ve “dılın” geometrik terimler yerine sırasıyla Türkçe karşılığı olan “açı”, “üçgen” ve “kenar” terimlerini kullanır.

Daha sonra Ankara’ya dönen Atatürk, kısa sürede, 44 sayfalık “Geometri Kılavuzu” adlı kitabı hazırlar. Kitap, yazar ismi belirtilmeden aynı yıl içinde basılarak, dağıtılır.

Dolmabahçe Sarayı’nda kendi el yazısı ile yazdığı geometri kitabında çok sayıda terim ve sözcüğe Türkçe karşılık vermiştir. Örneğin; artı, eksi, boyut, yüzey, düzey, yatay, dikey, yay, pay, uzay, türev, çap, yarıçap, oran, orantı, ondalık, çember, kesit, teğet, açı, açıortay, yöndeş, üçgen, eşkenar, bölü, çarpı, payda ve varsayı gibi geometri terimler, bu kitapta yer almıştır. Böylece bilim alanlarında Türkçe terimlerin yaygınlaştırmasına öncülük etmiş olur.

Atatürk’ün bilim temelli uygulamaları, dünyadaki gelişmeler ışığında Arapça ile Türkçe arasında tutunmaya çalışan halka yol gösterici niteliktedir. Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu’ndan tekke, zaviye ve medreselerin kapatılmasına; harf inkılâbından üniversite reformuna kadar her inkılâp, bilimi yücelten özelliktedir.

Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...

Atatürk’ün Eğitim, Bilimi ve Teknik Gelişim İçin Yaptığı Önemli Uygulamaları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...

Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler Nelerdir?



Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” ve “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.” Sözleri ile bilime verdiği önemi özetleyen Atatürk, kendisini benimsemek isteyenlerin akıl ve ilmin rehberliğini kabul etmelerini istemiş ve bu kişileri, “manevi mirasçılarım” diye nitelemiştir.

Konya’da 20 Mart 1923 tarihinde gençlere ilim ve bilim hakkında bir konuşma yapan Atatürk, dünyadaki keşiflerden ve ilimden yararlanmayı esas almış; ancak bilimin temelini “milletin içinden çıkarmak” gerektiğini ifade etmiştir. Bir milletin saygın bir konumda olması için yalnız ilim ve teknolojide ilerlemenin yeterli olmayacağını vurgulayan Ulu Önder, dünyanın her yerinden ilim öğrenmeyi dikkat çekmiştir.

“İlim ve fen için kayıt ve şart olmadığını” ifade eden Atatürk’ün bilime verdiği önemi anlatan sözlerinden bazıları şunlardır;

“İlim mutlaka cahilliği yener, o halde halkı aydınlatmak lazımdır.”

“İlim ve fen nerede ise oradan olacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.”

“Aydın sınıfın halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır.”

“İlim ve fen almak için Avrupa'ya, Amerika'ya ve her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz ve göndereceğiz.”

“Türk milletinin yürümekte olduğu medeniyet ve ilerleme yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

"Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol göstericisi ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır.”

“İlim, tercüme ile olmaz, inceleme ile olur. İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar.”

“Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.”

“Dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim; ancak unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”

“Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."

“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir ulus ilim ordusuna sahip değilse, savaş meydanlarında kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır.”

“Mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki; Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyati, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedayiiyle inkişaf eder.”

“Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta, İlim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur.”

“Türk milletinin yürümekte olduğu terakkî ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

“Milletimizin siyasal ve sosyal hayatında, milletimizin düşünce eğitiminde yol göstericimiz bilim ve teknik olacaktır.”

“Bizim akıl, mantık, zeka ile hareket etmek en belirgin özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin delilidirler.”

Atatürk’ün Eğitim, Bilimi ve Teknik Gelişim İçin Yaptığı Önemli Uygulamaları Nelerdir?



Atatürk’ün bilimi esas alan bazı önemli uygulamaları şunlardır;

Çeşitli alanlarda bilimse kurultay ve kongrelere öncülük etmiştir. Bunların en önemlilerinden biri, 16-21 Temmuz 1921 tarihlerinde düzenlenen “Maarif Kongresi”dir. Bu kongreye Muallime ve Muallimler Birliği’nden 180′e yakın eğitimci katılmıştır.

17 Şubat 1923 düzenlenen İzmir İktisat Kongresi, yeni devletin ekonomi programına öncülük etmiştir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim-öğretimde bilimselleşmenin temelini atmıştır.

İlköğretim zorunlu ve parasız hale getirilmiş; her yaştan vatandaşın Türkçe okuma ve yazma öğretmesi amacıyla “Millet Mektepleri” açmıştır.

Teknik ve mesleki eğitimi yaygınlaştırmak için erkek ve kız sanat ve meslek okullarının açılmasını sağlamıştır.

Üniversitelere büyük önem vermiş; cumhuriyeti kurduktan sonra yetenekli üniversite öğrencilerini yurtdışına göndermiştir.

1927-1930 yılları arasında yurtdışına gönderilen 500 öğrenci, üniversite reformuna öncülük etmiştir.

Atatürk’ün liderliğinde 1933 yılında, yükseköğretimde dönüm noktası olan “üniversite reformu” başlamıştır.

Üniversite reformu çerçevesinde 1933 yılında İstanbul Darülfünun kaldırılarak, İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.

İstanbul Darülfünun bünyesinde akademisyenler tasfiyeye edilerek, Nazi zulmünden kaçan Musevi asıllı profesör ve akademisyenler İstanbul Üniversitesi’nde istihdam edilmiştir.

1933 yılında bilimsel çalışmalar yapılması için Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün kurulmasını sağlamıştır.

1935 yılında yer altı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) ve yer altı kaynaklarının işletilmesi için Etibank’ın kurulmasını sağlamıştır.

8 Mart 2020 Pazar

Muhteşem Gatsby (F. Scott Fitzgerald) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Muhteşem Gatsby

Kitabın Yazarı : F. Scott Fitzgerald

Kitap Hakkında Bilgi :

Toplumu Sarsan Yasaklar, Sindirilmemiş Özgürlükler, Caz Ve Bir Amerikan Rüyası Trajedisi Muhteşem Gatsby, F. Scott Fitzgerald'ın kariyerinin en büyük başarısı olarak kabul ediliyor. Caz Çağı'nın bu en önemli eseri, on yıllardır her yaştan okurun beğenisini topladı.

1920'ler Amerikasında geçiyor bu ustalıkla kaleme alınmış hikaye. Sınıflar arasındaki derin uçurumları gözler önüne sererken okura eşi bulunmaz bir edebiyat şöleni sunuyor.

Varlıklı Jay Gatsby ve güzeller güzeli Daisy Buchanan arasındaki aşk, Long Island'daki gösterişli partiler, baş döndürücü bir atmosferde çağını aşan bir sesle okura ulaşıyor.

Altı kez sinemaya uyarlanan Muhteşem Gatsby, yirminci yüzyıl edebiyatının en büyük klasiklerinden biri olarak kabul ediliyor.

Kitabın Özeti :

1922’de New York'un Long Island bölgesinde oturan Bay Gatsby, herkesin tanımak ve şöhretinden faydalanmak istediği bir adamdır. Hikâyeyi anlatan Nick Carraway’de onun görkemli malikânesinin karşısında oturmaktadır.

Jay Gatsby ile komşusu, Nick Carraway, Long Island’da West Egg kasabasında yaşamaktadır. Gatsby'nin göz kamaştırıcı bir evde yaşarken, Nick'in yaşadığı kulübenin içinde adım atacak bir yer yoktur. Körfezin karşı tarafında, insanların yaşadıkları East Egg'de, Daisy ve Tom Buchanen oturmaktadır. West Egg ve New York şehri arasında muazzam bir kül çöplüğü vardır. George ve Myrtle Wilson'un garajı ve evi bu kül çöplüğünün civarındadır.

Bütün bu farklı statüdeki insanlar ve karakterlerin hepsi işte bu kül çöplüğünün yanından geçmek zorundadır. Çok farklı mekânlarda ve ekonomik düzeydeki insanların odak noktası gelip geçilmek zorunda olunan bu küllüktür. Romanın çarpıcı noktası bu kül vadisindedir. Bir göz doktoru da, bu çöplüğe gülünç bir reklâm tahtası koymuş ve reklâmına görmeyen mavi gözlerle manzarayı seyreden kör bir adamın resmini asmıştır.

Birinci Dünya Harbindeki asker olan ve ve Yale Üniversitesini bitiren Nick, (anlatıcı) bir tahvil satıcısı olarak çalışmağa başlamış ve West Egg'de yerleşmiştir. Kuzeni Daisy ve kocası Tom ile dostluk içinde yaşamaktadır. Daisy'nin arkadaşı Jordan Baker'den, Tom'un kuzeni ve Daisy'i aldattığını, Daisy’de bunu bildiğini ve bu duruma çok üzüldüğünü öğrenmiştir.
Gatsby'nin meskeni onu tanıyan, tanımayan bir sürü insan tarafından dolup boşalmakta herkes Gatsby'nin hakkında hikayeler uydurmaktadır. Tom kuzeni Daisy’ın beş yıl önce Gatsby ile sevgili olduğunu, Gatsby’in beş yıl önce parasız ve çulsuz bir adam olduğunu öğrenmiştir. Gatsby bir ara kaybolunca zengin bir ailenin kızı olan Daisy, zengin bir adam olan Tom ile evlenmiştir.

Nick kuzeni Daisy kocası Tom hakkında da pek iyi şeyler duymamaktadır. Tom ile Daisy’nin evlilikleri görüldüğü kadar mutlu ve şaşalı değildir. Üstelik kuzeni Daisy’in kocası olan Tom küstahça bir tavırla Nick’ten metresi Myrtle Wilson ile tanışmasını ister. Nick, istemeyerek de olsa Tom ve Myrtle'in, New York'daki partilerine katılmak zorunda kalır. Daisy'den bahsettiği için, Tom, Myrtle'in burnunu kırar. Kendisini, Tom ve kuzeni Daisy Buchanan’ın derin meselelerinin içinde bulan Nick, hemen ardından, Gatsby' nin kargaşalı hayatına da karışmak zorunda kalacaktır.

Gatsby, hafta sonlarında şaşaalı partiler vermektedir. Misafirler, ev sahibi Gatsby’i çok ender görmektedir. Herkes onun şaibeli zenginliği hakkında dedikodular yapmaktadır. Gatsby gösterişli partiler vererek kendisini derinden sarsan ihtiraslarını tatmin etmek istemektedir. Beş yıl önce sevgilisi olan ve harbe gittiği zaman kaybettiği sevgilisi Daisy’yi yeniden kazanmak için uğraşmaktadır.

Bu nedenle, Daisy'yi tanıyan Jordan ve Nick'in kendisine yardım etmesini ister. Nick'in evinde bir buluşma hazırlanır ve Daisy, yeniden Gatsby'nin metresi olur. Kısa bir müddet için, Gatsby ve Daisy, çok mutlu olmuşlardır. Gatsby bu mutlu hayatını çok fazla sürdüremez. Tom Buchanan ve George Wilson, eşlerinin kendilerini aldattığını anlamışlardır. Wilson, Myrtle'in davranışlarından haberdar olmuş ama Tom'un kendisini aldattığını bilmemektedir.

Wilson'un gözünde, Tom garajın bir müşterisi ve garacında arabasını tamir ettiren bir insandır. Tom, hem karısını hem de metresini kaybedebileceğini anlayınca paniğe kapılmıştır. Tom ve Gatsaby’de artık tanışmışlar hepsi bşrden zaman zaman bir araya gelmeye başlamışlardır. Beşi birden New York'a giderlerken, Daisy, Tom, Buchanan'ın otomobilinde Gatsby ile beraber gitmek hususunda ısrar eder. Tom ve diğerleri Gatsby'nin otomobilini izlemek zorunda kalmış Tom Gatsby ile Daısy’ın aynı otomobilde gitmelerinden çok kuşkulanmış ve bunu çok kıskanmıştır..

Gatsby ise Daisy’e tamamen elde etmek istemektedir. Bunun için Daisy’i kocasından ayırmak ister. Gatsby, bir otel odasında Tom, Daisy, Nick ve Jordan'm huzurunda Daisy'nin kocasını terk etmesini ve onu hiç bir zaman sevmediğini itiraf etmesini ister. Bunu bir fırsat bilen Tom, Gatsby'nin, yeraltı dünyasının kirli işleriyle uğraşan biri olduğunu söyler. Tom'un bu hücumu sırasında Daisy, sesini çıkarmaz ve Tom'u sevmediğini itiraf edemez. Bu olay Gatsby'i sarsar ve Daısy ile olan bütün hayallerinin yıkıldığını hisseder.

Gatsby'ye sırt çeviren ve tepeden bakmaya başlayan Tom zafer kazanmış bir eda ile Gatsby'ye, Daisy'yi, kendi otomo­bilinde West Egg'e götürmesini söyler. Beraberce yola koyulurlar. Fakat felâket onları bu yolda beklemektedir.
Kocası tarafından dövülen ve odasına kilitlenen Myrtle Wilson, dışarı çıkar ve süratle yola fırlar. Kaçmak isterken, Gatsby'nin otomobili altında korkunç bir şekilde can verir. Gatsby'nin otomobili de yana devrilir. Tom, Nick ve Jordan, kısa bir zaman sonra, garaja ulaşırlar. Herkes bu kül vadisinin kenarındaki garaja toplanmıştır. Tom, bu kazada metresinin öldüğünü öğrenir, kadının kocası ise perişan bir haldedir. Tom'un, Wilson'un kulağına eğilerek bir şeyler söyler. Fakat Tom’un söylediği bu sözler romanın sonuna kadar gizli kalacaktır. Fakat Tom her ne söylemişse bu sözler dehşetli bir durum oluşturmuştur. Nick, ilkin Gatsby'den, Myrtle'i öldüren otomobilin sürücüsünün Gatsby değil Daisy olduğunu öğrenmiştir. Arabayı Daisy kullanırken kaza olmuştur. Gatsby, ise arabayı kendisinin kullandığını ve olayın tüm sorumluluğunu üzerine aldığını söylemektedir.

Gastby'nin yanından ayrılan Nick, bahçenin öte tarafına çıkarak insanların çirkefliğine soysuzluğuna ve ahlaksızlığına isyan ederek haykırmaya başlar. Bu kompliman karşısında, Gatsby'nin yüzünde sıcak bir gülümseme belirir, bu onun son gülümsemesidir. Bir kaç saat sonra, George Wilson, Gatsby'i tabanca ile öldürür ve ardından intihar eder.

Gatsby'nin cenaze töreninde, Nick'den başka, sadece Gatsby'nin yaşlı babası ve bir kaç hizmetçisi vardır. Nick'in ısrar ve ricalarına rağmen önceki arkadaşlarından veya misafirlerinden kimse katılmaz. Daisy ve Tom geziye çıkarlar.

Aylar sonra Nick, Tom'u görür ve onu hakikati itirafa zorlar Gatsby'nin ölüm otomobilini kullandığını Wilson'a söyleyen odur. Besbelli ki, Daisy, bunun yalan olduğunu söylemiştir,.

Nick’in gözünde Tom ve Daisy, insanları bir eşya gibi kullanmakta, sonra kaldırıp çöplüğe atmaktadırlar. Her şeyi kırıp döktükten sonra da pisliklerini başkalarının temizlemesini istemektedirler.

Nick, Jordan ile ilişkilerini keser zira bu kadın, Daisy'ye benzemektedir. Gatsby'nin konağına son bir defa daha baktıktan sonra dönerken, Nick, sahilde durur ve asırlarca önce Hollandalı denizcilerin, gözleri ve kalpleri hayallerle dolu olarak bu adaya baktıklarını ve Gatsby'nin ümitsiz hayallerine zemin hazırladıklarını düşünür. Gatsby'nin hayalinin boş olduğu, daha yüz yıllarca önce söylenmiştir.

Vahşetin Çağrısı (Jack London) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Vahşetin Çağrısı

Kitabın Yazarı : Jack London

Kitap Hakkında Bilgi :

Buck gazeteleri okumazdı, okusaydı sadece kendisinin değil, Puget Sound'dan San Diego'ya dek, güçlü, uzun ve sık tüylü tüm kıyı köpeklerinin başında dolanan beladan haberi olurdu. Bütün gemi ve nakliyat şirketlerinin yeni buluşunu dünyanındört bir yanına avaz avaz duyurduklannı bilirdi; çünkü kuzey kutup bölgesinin karanlığında körü körüne dolaşan insanlar san bir maden bulmuşlardı. Binlerce kişi bu san maden için kuzeye akın ediyordu. Bu insanların köpeğe ihtiyacı vardı. Ağır ve yorucu işlerin üstesinden gelebilecek, kara kışa dayanabilecek, uzun tüylü, iri ve kuvvetli köpeklere ...

Buck güneşin kucakladığı Santa Clara vadisindeki büyük bir evde yaşıyordu. Yargıç Miller'ın yeri denirdi buraya; yoldan içerde, ağaçların arasına gizlenmiş; ancak dört bir yanını dolanan geniş verandanın, sık dallar arasından leke leke göründüğü bir evdi bu. Geniş çimenlikler arasından ve uzun kavak ağaçlannın birbirine dolanmış dallan altından kıvrılarak uzanan çakıllı araba yoluyla ulaşılırdı eve...

Kitabın Özeti :

Yukon ve Alaska’da altın bulunması, kızak çekecek büyük ve güçlü köpeklere olan ihtiyacı arttırmıştı. Buck, tam olarak altın arayıcılarının istediği gibi bir köpekti.

Buck‘un babası St Bernard ve annesi İskoçyalı bir çoban köpeğidi. Buck 63 kilo ağırlığında ev koşullarında yaşayan kendi halinde bir hayvandı. Kaliforniya'nın Santa Clara Vadisi'nde geniş bir arazi sahibi ve zengin bir emekli yargıç olan Yargıç Miller’ın evinde oldukça rahat bir hayat yaşıyordu.  Buck kendisini bir ev köpeği yapmak isteyen bütün gayretlere karşı çıkıyordu. O yılın büyük Klondike grevi ve Altın arayıcıların Alaska’ya akın etmesi Buck gibi kızak çekebilecek köpek­lerin değerini çok arttırmıştı. Yargıç Miller’in bahçıvanı olan Manuel, kumara düşkün bir adamdı. Kumar borçları yüzünden alacaklılar onu çok sıkıştırmaktaydı. Manuel kumar borçlarından kurtulmak için Buck’u çalarak Alaska şartlarında kullanılmak üzere kızak köpeği eğiten bir köpekçiye sattı.

Buck’un boynuna ip geçirerek hislerini kaybettirircesine boğazını sıkarak bir kafese koymuşlardı. Boğazının sıkılması, kafese tıkılması Buck’un onurunu çok kırmıştı. Buck’u bir trene atarak Seatle şeh­rine götürmüşler ve orada kendisini yetiştirecek olan adama teslim etmişlerdi.

Buck, kendisini kafese kapatan ve aşağılayan insanlara karşı duyduğu öfke ile kafesten çıkar çıkmaz kendisini eğitecek adamın üzerine saldırdı. Fakat Buck, adama kadar yetişemiyordu. Buck defalarca eğitimciye saldırmış ama her defasında kafasına yediği bir sopa ile yere düşmüştü. Buck, eğitmene bir kaç defa daha saldırdıktan sonra ilk büyük dersini aldı. Elin­de sopa taşıyan bir adam kendisinin hâkimiydi.

Eğitmen onu Klondike’ye köpek götürüp satan giden tüccarlara satmıştı. Buck bu tüccarlarla birlikte gemiye binerek Kanada’ya gitti. Orada Francois ve Perrault, adlarındaki Kanada hükümeti için çalışan iki posta taşıyıcılarının malı oldu.

Buck artık, Kanada hükümeti için çalışan bir kızak köpeği olacaktı. Buck ile dostu Curley gemiye bindildiler. Buck, Alaska'da göreceği vahşetlerin ilk dersini Eskimo köpeklerinden almıştı. Bu köpekleri ilk kez arkadaşı Curley’i vahşice parçalayarak öldürdükleri sırada tanımıştı. Eskimo köpeklerinden biri olan Spitz, Buck’un sevimli arkadaşı Curley’e saldırdı. Spitz, Buck’un sevimli arkadaşını öldürdükten sonra etrafını çevreleyen di­ğer köpekler Curley’i parça parça etmişlerdi. Buck bu vahşeti yaratan ve yaptığı bu vahşetten derin bir haz duyan Spitz’den nefret etti. Bembeyaz bir Spitzberger köpeği olan Spitz, vahşete alışkın, üstelik bundan haz duyan acımasız bir hayvandı. Buck bu köpekten iğrenmişti.

Bir sabah Buck'a koşumlar takılıp kızağa ko­nuldu. Buck ve Dave zorba bir eskimo köpeği olan Spitz’in liderliğini yaptığı köpek grubuna katılırlar. Buck, isyan etmemek gerektiğini öğrenmişti. Buck gruptaki diğer köpeklerden daha hızlı bir öğrenme yeteneğine sahipti. Sürücü François ve diğer köpekler, Buck'a kızağı nasıl çekeceğini, kendisine sığınak yap­mak için karı nasıl kazacağını, yakalanmadan nasıl yiyecek çalacağını ona öğretmişlerdi.

Perrault ve François, bölgenin uzaklarında altın aramaya çıkan insanların mektuplarını taşıyan postacılardı. Bu kı­zak takımındaki köpeklere günde, yedi yüz elli gram kurutulmuş alabalık veriliyor, kızak takımı günde altmış kilometre mesafe kat ediyordu. Kızak takımının baş köpeği Spitz’in liderliğini istemiyor, arkadaşına yaptığı o vahşetten dolayı ondan çok iğreniyordu.

Köpek koşum takımın lideri olan sinsi ve gaddar Spitz, Buck’un bu duygularından haberdardı. Spitz ile Buck arasında bir rekabet başlamıştı. Buck, yargıç Miller’in evinden kalan evcilliğini de kaybetmeye ve gün geçtikçe vahşi hayata alışmaya başlamıştı. Kendi avını bulmak için tavşan avlamaya da başlamıştı.

Spitz'in kurnaz küstahlığı bir eskimo köyünde, aç bir köpek sürüsünün hücumuna uğradıkları zaman ortaya çıkmıştı. Spitz, bu fırsattan istifade ederek Buck'a saldırdı. Ancak Buck bu hücuma karşı koy­duktan sonra kaçarak kurtulmuş, ama Spitz’e olan öfkesi ve hıncı bir kat daha çoğalmıştı.

Buck, Spitz'in liderliğini baltalamak için elin­den geleni yapmaya başlamıştı. İki köpek, eninde sonunda, bir birleri ile ölünceye kadar kavga etmeye mecbur kaldıklarını biliyorlardı. Bu rekabet ve öfkeler sonunda patlayacaktı.

Spitz, Buck'ın peşinden gittiği bir tavşanı öldürdüğü zaman, kavganın da vakti gelmişti. Spitz, kurnaz ve usta bir kavgacıydı. Arka ayakları ile çömeliyor rakibinin hamlesine göre saldırı fırsatı kolluyordu. Buck, Spitz’in bu tarzını biliyordu. Buck var gücüyle Spitzin ön ayaklarını çelmelerse onu yenebileceğini anlamıştı. Buck, tüm gücüyle Spitzin en güçlü olan ön ayağına saldırdı. Onun ön bacaklarını dişleriyle yakalayarak düşmanını devirmişti. Çenesinin tüm gücüyle boğazına sarılmıştı. Hareketsiz kalana dek Spitz’i bırakmamıştı. Savaştan sonra, diğer köpekler Spitz'i parçaladılar. Takımın Liderliğini artık Buck yürütecekti.

Buck, ses çıkarmadan kızağın liderliğinin kendisine verilmesini bekledi. Liderlik verilmeden de koşumlara girmemişti.. Sürücüler boyun eğerek onu baş köpek yaptılar. Buck, artık, kızağın lideriydi. Öteki köpeklerle çok iyi anlaşıyor, yep yeni bir dayanışma kuruyor, gündelik mesafeleri daha kısa vakitlerde almayı biliyorlardı.

Buck ile takımı Skaguay'a, on dört gün süren dokuz yüz kilometrelik bir yolculuk yapmak zorunda kalmışlardı. Bu yolculuktan sonra ancak üç gün istirahat edecekler ve kızağın köpekleri değiştirilecekti. Buradan, ağır bir posta yükü ile Dawson'a gideceklerdi. Buck, kızak liderliğinden gurur duyuyor bu iş onun duygularını tatmin ediyordu. Fakat Buck’un içgüdülerinde ilkel doğa şartlarında özgürce dolaşmak hissi vardır. Atalarının yaşadıkları ortamları gördükçe bu içgüdü ruhunda özlem uyandırıyordu. İlkel doğa şartlarında vahşiler ile birlikte avlanmayı düşlüyordu.

Davvson'da iki gün istirahat ettikten son­ra, köpekler tekrar kızağa koşuldu. Skaguay'a doğru yola çıktılar. Otuz gün sonra Ska­guay'a vardıkları zaman, Francois ve Perrault’s Bu yolculuğun sonunda, posta taşıyıcıları köpekleri Amerikan altın avcıları Hal, Charles ve Mercedes adındaki bir gruba sattılar. Kızağa yeni ve dinlenmiş köpekler aldılar. Buck ve iki arkadaşını satın alan Hal, Charles ve Mercedes, bu tundra bölgesi ve köpekleri hakkında hiç bir şey bilmiyorlardı. Buck ile iki dostunun halinden anlamıyorlar, onlara normal bir köpek gibi davranıyorlardı.

Hal, kız kardeşi Mercedes ve kardeşinin kocası Caharles ile altın aramaya çıkmıştı. Kızağa çok yük koydular, ilkin köpeklere yiyeceği çok verdiler. Yiyecek azalınca da köpekleri kamçılayıp çok yormaya başladılar. Buck’ın yeni ustaları çok tecrübesizdi. Yolculuklarının yarısında yiyecekleri tükenmeye başlamıştı. Köpeklerin bazıları ölmüş, diğerleri kızağı çekemeyecek kadar zayıflamıştı.

Takımdaki on dört köpekten, sadece beşi hayatta kalmış, ancak John Thornton’un kampına kadar gelmişlerdi. Thornton, buzların artık çok inceldiğini, yola çıkmamalarını, hayatlarını tehlikeye atmamalarını söyledi. Hal bu uyarıyı dikkate almayarak yola çıkmaya çalıştı. Diğer köpekler hareket etmeye başladılar ama zayıflamış ve artık çok güçten düşmüş olan Buck hareket etmiyordu. Hal onu kırbaçlamaya başlamıştı. Thornton müdahale ederek adamın üzerine atladı. Hal’ın çektiği bıçağı elinden alıp Buck’ın iplerini kesti. Hal küfürler savurdu ama kavgayı kaybetmişti. Birkaç dakika sonra kıyıdan ayrılarak ırmağın üzerinde gitmeye başladılar. Çok geçmeden buz kırıldı, insanlar da köpekler de buzların kırılmasıyla ırmakta kaybolmuşlardı.

Thornton, Buck’a çok iyi davranıyordu. Üstelik Buck’un hayatını da kurtarmış ona çok iyi bakmıştı. Buck ile Thornton artık hep birlikteydiler. Buck, şimdiye kadar hiç kimseye bağlanmadığı şekilde Thorton'a bağlanmıştı. Efendisine beslediği bu sevgiden ötürü içgüdülerinden gelen ilkel hayat çağırışına, vahşetin çağrısına dahi artık cevap vermiyordu.

Thornton ile mutluydu. Birgün bir barda Thornton’a saldırmak isteyen bir adamı parçaladı. Thorton'un or­takları geldikten sonra, kampı dağıtmışlardı. Buck da onlarla birlikte gitti. Küçük bir şelâle üze­rinden geçerlerken, Thorton suya düşmüştü. Buck sahile yüzdü. Buck’un omuzlarına ve boynuna ip geçirdiler. Kuvvetli akıntıya rağmen, Buck, Thorton'un yanına ulaştı ve ikisi birlikte ağır ağır sahile doğru yüzmeye başladılar. Buck sahibi Thoronton’un hayatını kurtarmıştı. Thorton, Buck ile gurur duyuyordu. Kasabada, Buck ile ilgili olarak bir bahise de girmişti. Buck’un beş yüz kilo yüklü bir kızağı, buz üzerinde yüz metre götüreceğini iddia etti. Kasabadaki adamlardan birisi ile 1,200 dolar bahse girdiler. Buck, an­cak bir kızak takımının yapacağı işi, ina­nılmaz bir gayretle tek başına başarmış sahibi Thornton’a bahsi kazandırmıştı.

Ormanın derinliklerinde Buck’u çağıran sesler hiçbir an bitmiyordu. John Thornton’a olan bağılılığı gitmesini engelliyordu. John Thornton ve arkadaşları iddiada kazandıkları bu para ile eski bir efsane olan kayıp madeni ve orada bulunan eski kulübeyi bulmak için yola çıktılar. Madeni bulamazlar fakat altın bulunan alçak bir vadi ile karşıla­ştılar. Burada kamp kurarak altın bulmaya ve günde bin dolarlık altın işlemeye başladılar.

İnsanlar altın bulmaya dalmış Buck’u unutmuşlardı. Buck arada sıra ormanda dolaşmaya çıkıyor, bu özgür gezintiler ona sevinç veriyor ve ilk kez yaşadığı hayatı tadıyordu. Bu özgürlük ruhunda bir huzur yaratıyor vahşi heyecanları ilk kez tadıyordu. Onu çağıran sesin etkisi güçlenmişti. Böyle özgür bir yaşamak istediği tek şeydi.

Buck, vahşi kardeşleri gibi avlanmaya başlamıştı. Artık yiyeceklerini kendisi yakalıyordu. Kendi avını yiyerek yaşamak çok güzel şeydi. Birkaç gün kamptan ayrılmış artık geri dönüyordu. Kampa doğru geldiğinde bir tuhaflık seziyordu. Sessizce kampa yaklaştığında köpeklerden birisinin ölüsüyle karşılaştı. Thornton ve diğerleri artık ölmüş insanlardı. Yeetah kabilesinin adamları kampa saldırmışlar ve kamptakileri öldürmüşlerdi. Buck sahibini öldüren Yeetah kabilesinin adamlarına çok öfkelenmiş ve onlara saldırmaya başlamıştı. Önüne geleni vahşice avlıyor, boğazlarını parçalıyordu. Kaçanların peşini bıraktı ve kamp yerine geri döndü. Thornton’un diğer arkadaşının da cesedini buldu. Sonra Thornton’un kokusunu takip etti. İzler gölün kıyısına doğru gidiyordu ve onun cesedini gölün ortasında gördü. Bütün gün gölün başında öylece bekleyip durdu. Efendisinin başında saatlerce ulumuştu. Gece olunca vahşetin çağrısını tekrar duydu. Dayanılmaz sese doğru çekip gitmeye başladı. Çağrıya cevap vererek ormanlara doğru daldı. Kurtlara lider olarak yaşmaya başlamıştı.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...