14 Mayıs 2021 Cuma

Kafatası ve Yüz Şekline Göre Karakter Analizi Yapılabilir mi? Fizyonomi ve Frenoloji Nedir?


Antik çağlardan beri binlerce yıldır insanlar yüz özelliklerimizin kaderimizi veya karakterimizi belirleyip belirlemediğini merak ettiler. Pek çoğumuz belki de insanların yüzlerine bakarak onlar hakkında bilgi alabilmek isterdik. Peki bu mümkün müdür? Gerçekten de insanların yüzleri bize onlar hakkında ipucu verebilir mi? Yada kafatasımızda gerçekten bizim kimliğimizi oluşturan çıkıntı veya oyuklar var mı?

Karşımızdaki insanın nasıl biri olduğunu sadece ona bakarak, yüz hatlarındaki ayrıntılardan, kafa yapısından anlayabilmek belki de birçoğumuzun isteyeceği bir şey olabilir. Peki böyle bir sınıflandırmanın doğruluğu hakkında ne söyleyebiliriz? İnsanlar gerçekten doğuştan getirdikleri özellikleri yüzünden mi kıskanç, saldırgan, güvenilir, iyimser veya cesur olmak gibi özelliklere sahiptirler?

Her ne kadar ben de böyle bir durumun iletişimde olduğum insan hakkında kolayca bilgi sahibi olabilmek için doğruluğuna inanmak istesem de bugün biliyoruz ki böyle bir fikri savunmanın pek de bilimsel bir yanı yok. Ancak geçmiş zamanlarda insanlar buna benzer fikirleri savunmuş, bu konuda araştırmalar ve deneyler yapmış, insanları bazı ölçütler dahilinde kategorize etmiş ve bunun bilimsel olduğunu ileri sürmüşlerdir. Aristo, Antik Yunan’da bunun hakkında bir kitap yazmış ve yüz, beden ve sesin fiziksel özelliklerini incelemiştir. Homer ve Hipokrat da pratik felsefenin antik bir yöntemi olarak yüz okuma hakkında yazılar yazmışlardır.

Fizyonomi kavramı yüz hatlarımızın ve yüzümüzdeki organların şekli ve duruşunun karakterimizi yansıttığını savunur.

İnsanların yaşantılarının yüzlerinde saklı olduğuna ve karakterlerinin de yüzlerinde iz bıraktığına inanılır. Kariyer basamaklarını hızla çıkan rekabet ortamında büyümüş idealist bir iş kadınını ve köyde büyümüş çiftçilik yapan doğayla iç içe sakin bir hayat yaşayan başka bir kadının yüzünü düşünelim. İlk kadının yüzünün daha keskin hatlarla çevrili olduğunu ve kadının daha net bakışlara sahip olduğunu görürken ikinci kadının daha yumuşak yüz hatlı daha düşük bakışlı masum bir ifadeye sahip olduğunu görürüz.

Geniş alna sahip insanların zihinsel gücü yüksek ve entelektüel kişilikler olduğu, dar alınlı insanlarınsa daha anlık ve dürtüsel kararlar alan insanlar olduğu düşünülür. Kaşlar eğer birbirine yakın ve daha düz formda ise zihnin çokça kullanıldığına daha yay şeklindeyse kişinin masum, uysal ve zararsız olduğuna, v şeklinde sivri kaşlara sahip insanlarınsa liderlik vasıflı otoriter ve manipüle yeteneği yüksek insanlar olduğuna, büyük burnun bağımsız ruhlu egoist ve ilgiye düşkün kişilik yapısına, küçük burnunsa sadakati ve güvenilir bir insanı temsil ettiğine inanılır. Çıkık elmacık kemikleri cesur insanı yuvarlak yanaklar pozitif mutlu kişiliği dudaklar ise daha çok hazzı ve cinsel kimliği tanımlar. İnce dudaklar yalnız kalabilen kendisiyle barışık insanları büyük dudaklarsa meraklı eğlenceli sosyal insanları ifade eder.

Fizyonomiyi biraz daha ileriye taşıyan ve daha tehlikeli bir boyutta ele alan diğer kavramımızsa frenolojidir.

Frenoloji kavramı; beynin zihinsel bir organ olduğu ve beyindeki fiziksel bölgelerin bir kişinin karakterine katkıda bulunabileceği fikrine dayanır. 1800'lerde Avusturyalı hekim, fizyolog ve nöro-anatomist Franz Joseph Gall tarafından geliştirilmiştir.

Zengin bir yün tüccarının on iki çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Gall, daha çocuk yaşlardayken kardeşlerinin yüz yapılarının farklılıklarından çok etkilenip, kafataslarının şekline bakarak karakterleri arasında bir bağlantı kurmaya çalışmıştır. Sonradan Frenoloji adını alacak bu teknik, kişilik ve aklın, kafadaki bölüm ve çizgilerin sınırlarını belirlediğini ve bu bölümlerin beynin dış çeperine de yayıldığını savunmuştur. Bu bölümlerin hangisi daha gelişmiş ve yayılmışsa, o bölüme denk düşen yetenek veya duygu da o kadar gelişmişti. Beyindeki bu gelişmeleri de dışarıdan, yani kafatasının üzerinden el yordamıyla izlemek mümkündü.

Gall’a göre kafatası, aklın boyutlarını, yetenek ve beceri sınırlarını gösteren geniş bir haritaydı. Bu haritada hafıza, dil, mekanik yetenekler gibi, ukalâlık, cinayete veya suça yatkınlık, sadakat, inanç, hırsızlık gibi kısımlar da vardı. Daha sonra bu fikir çeşitli yazarlar tarafından kaleme alındı, özellikle de Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes isimli romanlarında bu konuyu ele alması halkın ilgisini çekti

Frenolojinin bilim olarak kabul edildiği o dönemde, kafatasından karakter analizi yapan uzmanlar özellikle suçu aklamak için bir 'çıkıntı' arıyorlardı. Kafatasında bu özellikleri temsil eden çıkıntıların, oyukların olduğuna yani insanın suçlu, saldırgan ya da masum olduğunun anlaşılabileceğini düşünüyorlardı. Profesör Gall de hayatı boyunca bu hipotezini kanıtlamak üzere tam 120 tane kafatası toplamıştır ve günümüzde bu kafatasları Avusturya’da bir müzede sergilenmektedir.

Frenoloji ayrımcılığa sebep olduğu ve ilerleyen süreçte ırkçılık fikrini destekler nitelikte olduğundan hatta Etnik grupların zekasal ölçü farkları abartılarak ‘beyazların üstünlüğü’ fikri benimsetilmeye çalışıldığından politika ve din çevrelerinden büyük tepki gördü. Kilise tarafından yasaklılar listesine alınan Gall, "dine karşı olduğu ve toplum ahlâkını bozduğu" gerekçesiyle, Avusturya hükümeti tarafından ülkeden ayrılmaya zorlandı ve Fransa’ya taşındı. Daha sonra Napolyon Bonaparte, Gall’un savunduğu biliminin aslında insanlığa hizmet etmediğini açıklayarak bu teoriye bir nokta koydu.

Quentin Tarantino yönetmeliğinde çekilmiş oyuncu kadrosunda Leonardo Dicaprio gibi ünlü isimlerinde olduğu Zincirsiz isimli filmin bir sahnesinde de bahsedildiği gibi insanlar frenolojiye dayanarak siyahilerin kafatasında köleliğe ve hizmet etmeye yatkın çıkıntılar olduğunu öne sürmüş ve insanların böyle bir kadere mahkum olduğunu düşünmüşlerdir. İlerleyen zamanlarda kafatasının kalınlığı her bireyde farklı olduğundan, kafatası yüzeyinin de beynin topografyasını yansıtmadığı kanıtlandığı için, ortaya çıkışından tam 50 yıl sonra Frenoloji bir 'bilim' olarak gözden düşmüştür.

 


 

Kendine Ait Bir Oda (Virginia Woolf), Kitap Özeti, Konusu, Tahlili

 



Günümüzden yıllar önce yazılmış ancak hala günümüzün problemlerine, cinsiyetçi düşünceye, bunun doğurduğu sonuçlara ve bu düşüncenin temel tohumlarına değinen Virginia Woolf, feminist yazarlar içinde önde gelen isimlerden biridir. Kadının sesini edebiyat hayatına güçlü bir iz bırakacak şekilde kazımış ve kadınlara fikir hayatlarını şekillendirebilmeleri açısından yol gösterici olmuştur.

Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üniversitesi’ndeki kız öğrencilere hitaben yaptığı bir konuşması üzerine şekillenmiştir. İngiltere’de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmelerinden bir yıl sonra yayımlanmıştır. Jane Austen veya Charlotte Brontë’nin niçin bir Savaş ve Barış yazamadıklarına; Shakespeare’in hayali kız kardeşinden bugün de tartışılmaya devam eden kadının yoksulluğu ve namusu başlıklarına, hatta yaratıcılığın doğasına kadar uzanan geniş bir yelpazede kalemini özgürce oynatan Woolf, kadınlara edebiyat alanında bir çıkış yolu göstermeye çalışmıştır.

‘Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalı’ diyerek tek cümleyle o dönemin koşullarını anlatmaya çalışan Woolf'un bu eseri oldukça akıcıdır ve okumak kolaydır. Çünkü çok somut bir konuya değinir. Kadın ve edebiyat... Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları "ezeli" ve de "ezici" bir soru vardır. "Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?" İşte Virginia Woolf bu "yakıcı" soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..."
Woolf, kadınların toplum içindeki değersiz konumlarından bahsederek, kadının söz sahibi olmayışını ve ikinci plana itilişini anlatır. O dönemlerde kadınların üniversitelere dahi alınmaması, kütüphanelere erişim hakkına sahip olmaması ve dahası zaten kadının böyle bir şeye ihtiyacı olduğuna inanılmaması üzerine yazar. Woolf’un yaşadığı dönemde kadın ev hayatının dışına çıkması izin verilmeyen, çocuk bakmak üzerine hayatı erkekler tarafından inşaa edilmiş, bilimsel veya toplumsal herhangi bir konuda fikir sahibi olması beklenmeyen bir cinsiyet konumundadır. Hatta bu olayı somutlaştırmak içi karşımıza oldukça çarpıcı bir örnekle çıkar. Shakespeare’in hayali kız kardeşi....

İçinde bulunduğu toplumu anlayabilmemiz adına hayali bir karakter yaratmamızı ister. Ve evet işte karşımızda Judith Shakespeare... Shakespeare'in Virginia Woolf tarafından yaratılan hayali kız kardeşi... Bu hayali kız kardeşi oluşturan Woolf'un amacı insanların aklına bir soru düşürmektir: Bir kadın olarak Judith, William Shakespeare'in zekasına ve bu eserleri yaratabilecek yeteneğine sahip olsaydı, aynı şekilde ilerleyebilir, evrensel bir yazar/şair haline gelebilir miydi?

Woolf akıllarda uyandırmak istediği anlamlı sorusunu eserinde yanıtlar. Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde yer verdiği bu kısa ama çarpıcı hikayeyle, kadın Shakespeare'in olabilecek hayatını bizlere anlatır:

“Judith erken yaşta ailesi tarafından evlenmeye zorlanır. Hayalleri olan, yazmak, içindekileri kağıtlara döküp insanlığa ulaştırmak isteyen Judith ise bunu hiç istemez. Bu yüzden evden kaçar ve Londra'ya gider. Yazmak için tiyatrolara başvursa da her başvurusu bir dalga, aşağılama, nefret haline gelerek geri çevrilir. İçerisinde büyük bir cevher taşıyan Judith nereye başvurursa başvursun, bir kadın olduğu için hiçbir karşılık alamaz. Aksine hor görülür, itilir kakılır. Hayallerine tutunup geldiği Londra'da herkes ona bir kadın olduğu, kadın olarak bu işlere kalkışmaması gerektiği için yüzünü döner. Yazma dehasını kullanmak için, içindeki ışığı saçmak için geldiği bu yerde bir de hamile kalınca kendini öldürür. Ama hikayeyi burada bitirmeyen Woolf, Judith'in hayaletini getirerek, genç kadınlara tavsiyeler vermesini, kendisinin olamadığı ses olmaları gerektiğini öğütler.”


Woolf kadının itilmek istendiği bu yaşam denizinde geride hiçbir şey bırakmadan ve hiçbir şey olmaktan kurtulmasının yolunun kendine ait bir oda olduğunu söyler. Woolf’un odası “kadın yazarın deneyimlerini ifade etmekte kendisini özgür hissedeceği bir yer metaforu” olarak anlaşılmalıdır elbette. Toplumsal rollerin hala kadınlara dayatıldığı günümüzde bile, kadının kendine ait bir yaşam alanına sahip olması, kendine ve uğraş alanlarına vakit ayırabiliyor olması oldukça önemlidir. Ve buna en az bir erkek kadar hakkı vardır. Woolf işte gelecek nesillere, kadınlara içlerinde bulunan cevherleri, önlerine ne engeller konulursa konulsun ortaya çıkarmaları konusunda öğütler. Bu anlamda düşünüldüğünde eserin günümüzde dahi kadınlara yol gösterici olduğunu görebilir ve yaklaşık doksan sene önce yazılmış bu eserden hayatımızı şekillendirirken yardım alabiliriz. Kadının ve erkeğin birbiri üzerinde toplumsal rol açısından bir üstünlük ve farklılığa sahip olmadığını özgürce söyleyebilmeli bu şekilde her bireyin kendi hayatının iplerini kendi eline alabilme hakkı olduğunu hangi cinsiyetten olursak olalım savunabilecek yeterlilikte olmalıyız. Bu kapsamda yazımı kitaptaki sevdiğim bir kesitten alıntı yaparak bitiriyorum..


“Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.”

Pandemide Sağlığımızı Korumanın Yolları


Tüm dünyanın içinde bulunduğu koşullar gereği, insanlar eski yaşantılarını terk ederek daha farklı şartlar altında yaşamak zorunda kaldı. Salgının yayılmasının önüne geçilmesi ve toplum sağlığının olabildiğince korunabilmesi için hepimizin daha az sosyal ortamlarda bulunması ve kendi izolasyonunu sağlayabilecek kadar evde kalması gerekti. Bu kapsamda okullar kapanarak online eğitime geçildi, birçok toplu kullanım alanı süresiz şekilde kapatıldı ve hatta zaman zaman sokağa çıkma kısıtlamalarına dahi gidildi. Elbette değişen hayat koşullarının insanların fiziksel ve psikolojik sağlıkları üzerinde etkileri oldu. Evimizde kaldığımız bu süre zarfında sağlığımıza eskisinden daha fazla dikkat etmeli hem salgın hastalık adına önlemler alarak bağışıklığımızı güçlendirmeli hem de hareketsizliğin getireceği sağlık problemlerinin önüne geçmeliyiz.

TEMZİLİK VE HİJYEN


Ev içinde temizlik ve hijyen kurallarına maksimum düzeyde dikkat etmek sağlıklı bir beden ve yaşam alanına sahip olma konusunda oldukça önemli. Yaşanılan yerler havalandırmalı, giyinilen kıyafetler, kullanılan eşyalar temizlenmelidir. Beslenme düzenine oldukça dikkat edilmeli, dengeli ve çeşitli beslenilmelidir. Bağışıklığı güçlendirmek için olabildiğince besinlerden vitamin almaya çalışılmalı, takviye gerektiği durumlarda ilaçlara başvurulmalıdır.

HAREKETSİZLİK VE TEKNOLOJİ


Her ne kadar toplu alanlardan uzak kalarak, beslenme ve temizliğe önem vererek salgın hastalıktan kendimizi korusak da pandemi sürecinde daha farklı birçok hastalıkla karşı karşıyız. Hızla artan bireysellik ağırlıklı izole hayatlar, doğurduğu hareketsizlik sebebiyle sağlığımızı ciddi şekilde tehdit etmektedir. Ekran başında geçirdiğimiz süre artmakta bunun sonucunda sırt, boyun, baş, bel ağrıları ve göz bozulmaları yaşanmaktadır. Bunu önlemek için teknolojik alet kullanımını olabildiğince azaltmalı, kullanılmasının şart olduğu durumlarda mavi ışık koruyuculu gözlük takılmalıdır. Egzersiz ve spora günlük rutin içinde yer ayırılmalıdır. Eklem ağrıları ve fıtıkları engellemek içinse uzun süre sabit pozisyonda kalmamalı, otururken sırta bir destek koyarak oturulmalıdır.

SAĞLIKSIZ BESLENME VE OBEZİTE

Hareketsiz yaşamın sağlıksız beslenmekle beraber getireceği bir diğer sağlık problemiyse obezitedir. Toplum içinde çokça rastlanan bu hastalık pandemiyle beraber oldukça yaygınlaşmıştır. Öğünlerimizi düzenleyerek, karbonhidrat yoğunluklu beslenmekten ziyade protein ağırlıklı beslenerek ve gece geç saatlerde yemek yemeyip sabah güne sıkı bir kahvaltıyla başlayarak kilo almanın önüne geçilebilir. Psikolojik sağlığımızı korumak için de ev içinde yapabilecek aktiviteler bulunmalıdır. Çeşitli hobiler edinerek zihni boşaltmalı ve ailecek veya bireysel olarak keyifli vakit geçirmeye çalışılmalıdır.

Unutulmamalı ki salgın ne kadar süre devam ederse etsin kendi sağlığımız için kendimiz de elimizden geldiğince önlemler almalı ve kurallara uymalıyız. Tüm dünyanın maruz kaldığı bu küresel salgın bitene kadar hem fiziksel hem psikolojik olarak ayakta kalmaya çalışmalı ve krizleri fırsata çevirebilmeyi öğrenmeliyiz.


 

Bir Psikolojik Manipülasyon Çeşidi - Gaslighting


Kelime anlamı olarak sanrıya zorlama şeklinde çevirebileceğimiz gaslighting kişinin kendi aklından şüphe etmesi odaklı psikolojik bir istismar biçimidir. Bireyin benlik duygusunu yitirmesini hedef olarak istismara sebebiyet veren kişiye karşı bağımlılık hissetmesini sağlar. Gaslighting, anksiyete, depresyona ve sinir krizlerine neden olabileceğinden maruz kalan kişi için çok zararlıdır. Bu terim, ilk olarak 1938 yılında, İngiliz bir oyun ve roman yazarı olan Patrick Hamilton’un bir oyunundan ortaya çıkmıştır. Daha sonra filmi de çekilen bu oyunun konusu Jack ve Bella adlı bir çift etrafında işlenir. Jack her gece evdeki gaz lambasını bir önceki güne göre giderek daha fazla kısar ve durumdan habersiz olan Bella da ne zaman "Gaz lambası giderek daha mı az ışık veriyor?" dese Jack sert tepkiler verir. Bu şekilde Bella'nın kendine olan özgüvenini sarsmaya çalışan Jack, olaya dahil olan bir dedektif nedeniyle bu planında başarısız olur.

Nasıl uygulanır?

Birçok farklı uygulanma biçimi bulunabilir. Ancak genel olarak sanrıya zorlama işlemi öncelikle yavaş yavaş daha sonra sıklığı artırılarak yoğun bir şekilde uygulanır. En sık kullanılan yöntemleri beraber inceleyelim. İlk yöntemde karşı tarafa bir takım olaylar belirli aralıklarla değiştirilerek anlatır. Her defasından ilk kez anlatıyormuş gibi hissettirerek değiştirilen olaylar karşı tarafın zihnini bulandırır. Bir başka yöntem ise daha fiziksel olarak uygulanır ve cisimleri yerini değiştirerek ortadan kaybetmek ve belirli bir süre sonra yerine koymak şeklinde şüphe duydurtma esaslıdır. Son yöntemdeyse mağdura hafıza kayıpları yaşadığını düşündürtmek için bir olay ayrıntı vermeyerek anlatılır ve sonrasında aslında ayrıntılı anlatıldığı ancak ayrıntıları karşı tarafın hatırlamadığı söylenir. Tüm yöntemlerde ortak olarak, kişinin gerçek olmayan güvensizlik ve korkular üretmesi istenir ve mağdurun istismarcının ihlallerinden ziyade algılanan kusurlarına odaklanmasına neden olunur böylece "Çok hassas oluyorsun." ya da "Her zaman bir şeyler hayal ediyorsun." gibi cümleler kurarak, mağdur suçlanır.

Uygulanma amaçları nelerdir?

Temel olarak asıl amaç kişiyi manipüle eden kişiye bağımlı hale getirerek zihninin düşünme ve sorgulama mekanizmasını devre dışı bıraktırtmaktır. Karşısındaki kişiden daha güçlü hale gelerek ondan faydalanmak amaçlanır. Hikayeyi tersine çevirerek, yaşanan anıyı defalarca düşündürterek, anormal tepkiler verip vermediğini sorgulatarak ve suçluluk hissetmesine sebep olarak kişinin zihniyle oynanır. Bu sayede zihni bulanan ve gerçeklikten şüphe duymaya başlayan insan kararlarını kendi alamamaya başlayarak karşı tarafa tamamen teslim olur. Gözlemleri, fikirleri sürekli yalanlanan mağdur zamanla düşünüğü veya gördüğü şeylerin hatalı olduğunu düşünmeye başlayarak kendi köşesine çekiliyor. Bunların farkında olmayan mağdurun bu sayede içinde bulunduğu ilişkiyi bitirme ihtimali azalır ve benlik duygusu yitirilir.

Maruz kaldığımızı nasıl anlayabiliriz?


Bunu anlaması oldukça zordur hatta çoğu durumda imkansızdır. Çünkü artık öz bilinci oldukça sarsılmış kişi karşısındakine duyduğu bağımlılık ve güven duygusununda etkisiyle bütün sorunun kendinde olduğuna kendini inandırmıştır. Ki zaten yapılan araştırmalara göre çoğu insan bir şekilde, ister küçük çapta ister büyük çapta olsun, böylesi bir manipülasyona maruz kalıyor. Sürekli karşıdaki insana söylediği sözleri hatırlattığınızda bunları söylediğini inkar etmesi, size hakaret ettikten sonra sizin onu kızdırdığınız için böyle söylediğini suçlunun siz olduğunu iddia etmesi, sizi kırıp ağlattıktan sonra sizin hassas olduğunuzu her şeye alındığınızı söylemesi, sizin önem verdiğiniz şeylere önem vermeyerek sözlerinizin saçma şeyler olduğunu belirtmesi gibi olaylar karşı tarafın sizi manipüle ettiğinin belirtileri olabilir. Tabi bu olayların sıklığı da yaşananlara manipülasyon diyebilmek için belirleyicidir.

Bu manipülasyon ne kadar sürer, bittikten sonra etkileri kalıcı mıdır?


Manipülasyona maruz kalma süresi bunu ne kadar sürede fark edileceğiyle alakalı olarak değişir. Hiç farketmeme durumunda manipülasyondan kurtulamayan birey daha farklı birçok psikolojik problemlerle de baş etmek zorunda kalabilir. Ancak bilinçli olup kendi yaşadıklarınız ve söylediklerinizden şüphe duymarak manipülayonu fark etseniz dahi sonrasında toparlamanız biraz zaman olabilir. Genel anlamda psikolojik bir istismar yaşandığından kişiden kişiye bu iyileşme süresi değişiklik gösterir. Belirli bir zamana kadar bazı etkilerinde devamlılık yaşanabileceği gibi çok büyük oranda yeterli sürede tam iyileşme gözlemlenmesi mümkündür. Ancak yine de böyle bir durum içinde bulunulduğundan süphelenildiği an uzman birinden yardım almak en doğrusu olacaktır.

Sonuç olarak; gaslighting insani ilişkilerde günümüzde sıkça maruz kalınan bir psikolojik istismardır. Üstün durumda olan tarafın görece daha zayıf olan tarafa uyguladığı bir tür zihinsel baskıdır. Böyle bir istismar türünün var olduğunun farkına varmak, onu daha erken ve daha etkili bir şekilde tespit etmeyi ve bu tür davranışlar sergileyen kişilerden uzak durulmasını sağlayabilir; böylece bireyin sağlığı korunabilir.


 

Neden Tüm Gözleri Üzerimizde Hissederiz? Spotlight Etkisi Nedir?

 



Yeni aldığınız bir ürünün etiketini çıkarmadan tüm gün gezdiniz mi? Dişinizde kalan maydanoz parçasıyla çok önemli bir sunuma katıldınız mı? Lekeli bir gömlekle resmi bir ortama girdiniz mi? Peki fark edince ne hissettiniz? Gelin Spotlight Etkisi'ni daha detaylı inceleyelim!

İnsanlara rezil olduğunuzu, arkanızdan güldüklerini, içlerinden ne kadar da komik olduğunuzu söylediklerini düşündünüz mü? Aslında sandığınız kadar önemli değilsiniz. Sadece spotlight etkisindesiniz.

Sahne ışığı adı da verilen ‘Spotlight Etkisi’ en temel anlatımıyla sosyal hayatımızda diğer insanlar tarafından gerçekte olduğumuzdan daha fazla göz önünde olduğumuzu düşünmemiz durumudur. Yani diğer insanların davranışlarımızı, düşüncelerimizi veya görünüşümüzü daha çok incelediklerini, gözlemlediklerini, dikkat ettiklerini düşünmemiz, gözlerin sürekli üzerimizde olduğu fikrine kapılmamızdır. Sosyal psikologlara göre de ‘Başkalarının bizim hakkımızda ne kadar çok dikkat ettiğini abartmak zorunda olduğumuz eğilimimizdir.’

Elbette hepimizin hataları, kusurlu olduğu anları var. Ama gerçek yaşantımızda hiçbir zaman bir spot ışığı altında değiliz. Gerçek yaşantımız bir sahne değil. İnsanlar bizi, bizim sandığımız kadar önemsemiyorlar.

Birinin davranışlarımıza, düşüncelerimize veya görünüşümüze gerçekte olduğundan daha fazla dikkat ettiği yanılgımız bir süre sonra takıntı haline gelip sosyal anksiyeteye yol açabilir.

Peki Neden Spot Işığı Altındaymış Gibi Hissediyoruz?

Spotlight Etkisi, benmerkezci önyargı olarak da bilinen bilişsel bir yanılgıdır. Benmerkezci önyargı, kişinin kendi bakış açısına çok fazla güvenmesi ve kendisi hakkında gerçeklikten daha fazla bir görüşe sahip olma eğilimidir. Yani Sürekli başkalarının bize dikkat ettiğini düşünmemizin temelinde sürekli kendimize odaklanmak yatıyor. Diğer bir nedeni ise ‘Demirleme Etkisi’dir. Demirleme etkisi çok uzun zamandır kullanılan bir pazarlama yöntemi. 1974 yılında bilişsel psikologlar Daniel Kahneman ve Amos Tversky tarafından ilk kez ‘demirleme etkisi’ olarak tanımlanıyor. O günden beri de birçok marka tarafından kullanılıyor. Demirleme etkisinin temelinde ise insan psikolojisinin en temel eğilimlerinden biri var. ‘İnsanlar, özellikle rakamlar konusunda, duydukları ilk bilginin doğru olduğuna inanmaya veya bu bilgiyi temel almaya daha meyillidirler.’ Yani öğrendiğimiz ilk bilgi aklımızda demirleniyor ve vereceğimiz kararları bu demirlenen bilgi doğrultusunda veriyoruz. Bu etkiden dolayı düşüncelerimizi, davranışlarımızı, görünüşümüzü değiştirmemiz gerektiğinde buna direnç gösteriyoruz.

Cornell Üniversite’sinde yapılan bir araştırma spotlight etkisinin en güzel örneklerinden. Bir grup psikolog, katılımcıların, üzerinde bir müzisyenin fotoğrafının basılı olduğu bir tişört giyerek diğer grubun yanına gitmesini istiyor. Öğrenciler bu tişörtü giymekten utanç duyarak salona gidiyorlar. Bir süre sonra salondan çıkarılan tişörtlü öğrenciler, herkesin onlara baktığını ve rezil olduklarını söylüyor. Ancak salondaki öğrencilere tişörtü fark edip etmedikleri sorulduğunda verilen cevaplar arasında büyük bir fark gözlemleniyor. Tahminler ve gerçek sayılar arasında iki kattan daha fazla fark bulunuyor. Tişört, aslında öğrencilerin tahmininden iki kat daha az fark edilmiş. Bu yapılan tek araştırma değil ve diğer araştırmalarının sonucunda da tahmin ettiğimizden daha az fark edildiğimizi gözlemleyebiliyoruz.

Spotlight Etkisinden Nasıl Kurtulabiliriz?

Kendinizi gereğinden fazla merkeze koyduğunuzu, bu durumun artık takıntıya dönüşmek üzere olduğunu fark ettiğinizde empati yapmayı deneyebilirsiniz. Karşınızdaki kişinin yerine kendinizi koyun. İçinde olduğunuz durumu gerçekten önemser miydiniz? Bir diğer yöntem, çalışma kağıtları doldurabilirsiniz. Çalışma kağıtlarına önce kendi düşüncelerinizi yazıp diğer bir tarafa da kendinizi daha iyi hissetmek için gerçeğe daha yakın olan düşünceyi yazmayı deneyebilirsiniz. Örneğin ‘dişimde maydanoz kaldığı için herkes komik ve rezil olduğumu düşünüyor’. Ve ‘dişimde maydanoz kaldığını görmüş olmalılar ama bunun onlar için önemli olduğunu düşünmüyorum.’ Elbette isterseniz spotlight etkisini aşmak için bir terapistten yardım alabilirsiniz.

Yapılan tüm araştırmaların da gösterdiği gibi, insanlar bizi, bizim düşündüğümüz kadar umursamıyor. Geceleri bizi uyutmayan, zihnimizde dönüp duran hatalarımız sadece zihnimizin büyüttüğü bir yanılgı. Kimsenin dikkat etmediği ayrıntılar için kurguladığımız olgular bizim tüm günü belki de daha fazlasını stres içinde geçirmemize neden oluyor. Aldığımız kararlarda düşündüğümüz varsayımlar etkili oluyor ve yanlış kararlar vermemize yol açıyor. Ufacık ayrıntılar silsilelerle çığ yaratıyor. Korkularımız, hatalarımız, kusurlarımız, eksiklerimiz elbette var. Ama bunları sadece biz önemsiyoruz. Diğer insanlar düşündüğümüz kadar yargılamıyor aslında bizi. Çoğu, bizim yıllarca hatırlayınca rezil olduğumuzu düşündüğümüz anıyı bir daha hatırlamıyor bile. Zihnimizin bu yanılgıları büyütüp bizi huzursuzluğa ve anksiyeteye sürüklemesine izin vermemeliyiz. Sizce de artık ışığı kapatmanın ve sahneden inmenin vakti gelmedi mi?

Yarım Kalan Akılda Kalır - Ziegarnik Etkisi Nedir?

Zeigarnik etkisi, tamamlanmamış, bölünmüş, ya da yarım kalmış görevlerin anıların veya yaşananların, tamamlananlara göre daha kolay bir şekilde hatırlanmasını ifade eden psikolojik bir fenomen kavramdır.

Ünlü psikiyatrist Bluma Wulfovna Zeigarnik tarafından öne atılan Zeigarnik Etkisi'nin ilginç bir ortaya çıkma nedeni vardır: Garsonlar!


Bluma Wulfovna Zeigarnik arkadaşları ile bir restorana gider ve garsonun siparişleri yazmak yerine aklında tutarak alması ve hiçbir hata yapmadan siparişleri tamamlaması sonrasında ise unutması Zeigarnik’in dikkatini çeker. Zeigarnik bunun nedeni merak eder, bir dizi araştırma ve deney yapar. Bir deneyinde katılımcılara 20 basit görev verir ve müdahalelerle katılımcılara verdiği bazı görevlerin yarım kalmasını sağlar. Deney sonunda hangi görevleri yaptıklarını sorduklarında ise katılımcıların aklına genellikle yarım kalan görevler gelmiştir. Sonraki yıllarda yapılan pek çok deneyde benzer sonuçlar elde edildiği görülür.

Zeigarnik’e göre yarım kalan işlerin akılda kalmasının nedeni beynin kendisini bu görevi tamamlamaya kodlanmasıdır. Görev tamamlanamayınca zihinde yaşanan gerilim strese neden olur ve bu stres kişinin belleğinde görevin unutulmamasını sağlar. Bluma’nın hipotezinin yüksek oranda doğrulanması sonucunda pek çok bilim insanı Zeigarnik etkisini araştırmış ve deneyler yapmıştır, bu deneyler sonucunda da ortak bir olgu elde edilmiştir: Yarım kalan akılda kalmaya meyillidir…

Zeigarnik etkisi aslında gündelik hayatımızda çoğu kez karşımıza çıkmaktadır. Hatırlayamadığımız ve dilimize dolanan şarkılar, çözemediğimiz sorular, geçmişte yarım kalan unutamadığımız ilişkiler, ‘’ Ah keşke şunu da deseydim.’’ dediğimiz sözler zihinde bir sonuca bağlanmadığı ve zihinde oluşan gerilimin boşalmasına engel olduğu için hep aklımızın bir köşesinde kalıyor.

Zeigarnik etkisiyle dijital dünyada ve pazarlama alanında oldukça sık karşılaşılır. Örneğin diziler en heyecanlı yerinde biter, böylece hem bir sonraki bölümde neler olacak diye bekler hem de bir önceki bölümü unutamayız. Ya da bir siteye girdiğimizde içerik hemen karşımıza çıkmaz, önce giriş için küçük bir yazı okutulur bı sayede okuyucuya yazı hakkında biraz bilgi verilerek okuyucunun merakı bu yöne çekilir ve kişinin zihninde yazının sonunu getirmeye odaklı bir etki yaratılır.

Gün içerisinde zihnimizi oldukça meşgul eden ve dış etmenler tarafından maruz kaldığımız bu etkiyi elbette hayatımızda olumlu şekilde kullanabilmek de mümkündür.

Mesela asla başlayamadığınız ve sürekli ertelediğiniz bir işe birazcık da olsa başlayın. Ya da yeni bir dil öğrenmek istiyorsunuz ama başlayamıyor musunuz? İşe o dil hakkında bilgi veren bir video izlemekle başlayabilirsiniz. Ya da yapmak istediğiniz bir araştırma mı var? Konu ile alakalı çok az bir bilgi edinecek kadar, ufak çaplı bir araştırma yapın. Beyniniz bu işlere başladığınızı ancak tamamlamadığınızı fark ettiği için sürekli başladığınız işi bitirmeniz için size hatırlatmalarda bulunur. Bu sayede ‘’Bir işe başlamak bitirmenin yarısıdır.’’ sözünün ne kadar doğru olduğunu yaşayarak deneyimleme imkanı bulabilirsiniz.

Beni Onlara Verme (Tarık Tufan) Kitap Özeti, Konusu, Tahlili

 

KİTAP ADI: BENİ ONLARA VERME

KİTABIN YAZARI: TARIK TUFAN

KİTAP KONUSU:


Son dönemlerin beğenilen ve çok okunan yazarlarından biri olan Tarık Tufan yeni romanı Beni Onlara Verme ile hayranlarına bir mahalle hikayesi sunmaktadır.

Tarık Tufan Beni Onlara Verme kitabında birbirinden farklı karakterlerin kesişen hayatlarını sunar. Bu karakterlerin ortak noktası ile bazılarının aynı mahalleden olması, tümünün ise aynı semti paylaşıyor olmasıdır.

Romanda günümüz hayatımızda görmeye alıştığımız ama gerçek hayatlarını asla bilmediğimiz karakterlerin gerçekte nasıl yaşıyor olabilecekleri, verdikleri kararlar ve bunların çevrelerine etkilerini mükemmel hikayeler ile görmekteyiz.

ARKA KAPAK BİLGİSİ:

“Ruhuma musallat olmuş o uçurumların kenarında yaşayabilmek için aylardır bıkmadan usanmadan çocukluğumun yüzlerini, sokaklarını, ağrılarını yazıyorum. Delirmişçesine, hafızamın kuytu, karanlık, ıssız yerlerine, çocukluğuma, ilk gençliğime, utançlarıma, kavgalarıma bakıyorum bir şeyler bulabilmek için. Ne arıyorum?
Bu kadar öykünün içinde aradığım nedir? Bir kere de mutlu bitsin şu hikâyelerin sonu diyenlere ne cevap vereceğim?”

Bir kere sevdiğinin yüzüne baksa ölecek âşıklar…

Güzelliğini bir yara gibi taşıyan kadınlar…

Gururundan ölenler, gidenler, tam söyleyecekken susanlar,
yıkık krallıkların prensesleri…

Tarık Tufan, Beni Onlara Verme’de bir semti,
o semtin mahallelerini ve o mahallelere sıkışmış karakterlerin birbirinden ilginç hikâyelerini anlatıyor.

Tarık Tufan’ın etkileyici ve akıcı dilinden kimi zaman karanlık,
can yakan masalsı hikâyeler.

Beni Onlara Verme cüretli ve içten bir meydan okuma.
 
KİTAP ÖZETİ:

Beni Onlara Verme, okuyucuları hayatın içinden gerçek öykülerle buluşturur. Kitapta bahsedilen semtin mahallelerinde yaşanan her sıra dışı olayın insanın hayatına nasıl etki ettiğini her yaprağında görmekteyiz. Bu mahalledeki çarpıcı öyküler okuyucunun duygularını da son derece etkileyebilecek durumdadır. Bir mahalle düşünün ki insanların girmekten çekindiği, sokaklarında her uğursuzluğun döndüğü. Aşk acısından kavrulan yürekler, sevdiğine hasret kalan sevdalılar ve iftira atanlardan tutun da gasp yapanlara kadar tüm hikayeler bu kitapta. Buraya yazınca bile insanın içi daralabiliyor ancak gelin görün ki anlamak için okuyarak o öykülerde dolaşmak gerekir.

Şimdi kitabın içinden birkaç hikayeyi inceleyelim:

Cesur, iki senedir bir şirkette müdürün özel şoförü olarak çalışmaya başlamıştı. Şirkette sekreterlik yapan Zehra adında ki kıza aşık olmuştu. Zehra'yı deliler gibi günlerce izliyordu. Bir gün Zehra'nın müdürle bir ilişkisi olduğunu öğrenmişti. Zehra müdürden hamile kalmıştı. Müdür aslında evliydi ve iki çocuğu vardı. Cesur'u karşısına alarak Zehra ile evlenmesini istedi. Eğer Cesur Zehra ile evlenmezse müdürün hayatı ve kariyeri son bulacaktı. Cesur evlenmeyi bir şekilde kabul etti. Zehra ile evlendikten 7 ay sonra çocukları oldu. Ancak Zehra ona bir samimiyet göstermeyerek müdür ile görüşmesini kesmedi. Cesur daha fazla dayanamayıp müdüre kurşun sıktı. Sevdi ama sevdiği kadar sevilmedi Cesur. Sevdiğinin hayırsızlığına uğradı.

Kuşçu Hüseyin'in oğlu Murat şehit olduktan sonra kuşlara ilgisi artmaya başladı. Gidip üç tane kuş satın aldı. Üçünün adını da Murat koydu. O üç kuş daha sonra çoğalarak otuz kuş oldu ve daha fazla Murat oldu. Hüseyin kuşlarla uğraşmaktan işini de bıraktı. Diğer oğlu Cihan ise askere gitmemişti. Nedenini hiç kimse bilmiyor. Belki de çürük raporu vermişlerdi. Cihan alkol kullanmaya ve insanlara rahatsızlık vermeye başladı. Cihan, Necdet'in kızına aşık oldu. Kız üniversiteye hazırlandığı için ailesi okuyacağını bildirmişti. Cihan bunlara rağmen yine vazgeçmedi. Bir akşam sarhoşken kızın yanına gidince kızın abisi durumu görmüş ve müdahale etmek isteyince Cihan, kızın abisine bıçak saplayıp kaçtı. Adam öldürmeye teşebbüs etmekten tam on bir yıl hapis yedi. Bu olanlardan durmak bilmeyen kızın diğer abileri de Hüseyin'in terasındaki bütün kuşları öldürdüler. Hüseyin kuşların ölümüne yıkıldı ve psikolojisini kaybetti. Çırılçıplak bir vaziyette kuş gibi terasta tüneyerek oturduğu gözlendi. Evet Kuşçu Hüseyin'den de eser kalmadı.

Üç senedir hacca gidemeyen Gülseren Teyze.. Oğlu Tahsin'le birlikte yaşıyor. Bebek bakıcılığı yaparak geçimini kıt kanaat sağlıyorlar. Üç yıldır da hacca gidemediği için gözleri kanla karışık yaş akıtıyor. Daha sonra Gülseren Teyze radyoda bir yarışma duyuyor ve Peygamber efendimiz (s.a.v) hayatıyla ilgili bir kitap okunması gerektiğini öğreniyor. Bu kitabı okuyup sınava giren en başarılı on kişinin hac yolculuğu karşılanacak. Oğlunun yardımıyla bir kitap ediniyor. Kendi okuması yavaş olduğu için oğluna okutturuyor. Kitap bittiği zamanda sınava giriyor. Üç gün sonra sonuçlar belirlendiğinde seçilmediğini öğreniyor. Bir acı hikaye daha son buluyor. Gülseren Teyze Medine'ye varamıyor.

Zerrin, babasını çok küçükken kaybetmiştir. Bu nedenden dolayı baba hasreti çekmektedir. Birçok isteyeni olmasına rağmen karaktersiz bir adam olan Turgut'la evlenmeyi tercih etmişti. Daha sonra Dündar isminde bir adam Turgut'un eline para sıkıştırarak Zerrin'den boşanmasını istemiştir. Zerrin, Dündar ile evlenmiştir. Bir süre sonra bu evlilikten sıkılan Dündar başka kadınlara gitmeye başladı. Zerrin daha fazla dayanamadı ve boşandı. Gencecik yaşında iki talihsiz evlilik yaşamıştı. Bunun sebebi baba eksikliği miydi?

Bunu kimse bilemiyor. Bu evliliklerden sonra bir mobilyacıda çalışmaya başlayan Zerrin'e bir kısmet daha çıktı. Elli yaşlarında üç çocuklu bir adam Zerrin'e talip oldu. Zerrin bu evliliği kabul etti. Ancak çok sürmeden bu evlilikte sona erdi. Çünkü adamın çocukları Zerrin'e koca parası yiyen kadın olarak bakmaya başladılar. Zerrin bu kadere daha fazla dayanamadı. Güzelliğinin bedelini ödemekten sıkılan Zerrin bir maket bıçağıyla yüzüne yara yapmıştı. Bir gün köprüden atlamaya çalışırken kameralara yakalanmıştı. Tüm mahalleli bu güzel kızın neler çektiğini gördü.

Müfit ağabeyin oğlu Aydın, bir kıza aşık olmuştu. Daha sonra öğrenmişti ki bu kız Moldovalı ve bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyormuş. Atölyenin sahibi topladığı kızları ucuza çalıştırıyormuş. Ellerinde sigortaları ve bir güvenceleri olmayan bu kadınlar zorla çalıştırılıyor. Aydın bir şekilde bu kızı kaçırmayı başardı. Ortalardan kayboldular. Kısa süre sonra Müfit ağabeyi ve eşini rahatsız etmeye başladılar. Müfit ağabeyi vurdular. Aydın kızla kendine yeni bir hayat kurdu. Kız kurtuldu ancak bedelini Aydın'ın babası ödedi. Gerçekten de her yaşananın bir bedeli var mı? Bu da diğer sorular gibi bilinemiyor.

YAZAR HAKKINDA:

Tarık Tufan 5 Haziran 1973 yılında İstanbul'da doğmuştur. Kabataş Erkek Lisesinden sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu.

Marmara Üniversitesi İslam Ülkeleri Enstitüsünde Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı.

Birçok gazetede ve dergilerde yazıları yayınlandı. Televizyon kanallarında edebiyat sohbeti üzerine program sundu.

Edebi yönünün yanı sıra Uzak İhtimal ve Yozgat Blues filmlerinin senaristliğini yapmıştır.

Tarik Tufan edebiyat alanında sekiz adet kitabı vardır. Kitaplarında genellikle günlük yaşamı, insanın varoluş ve kimlik sorunlarını işler.

Kitaplarında naif bir anlatım üslubu kullanır. Uzak ihtimal filmi ile en iyi senaryo ödülünü almıştır. Yozgat Blues filmi ile de Altın Koza en iyi senaryo ödülünü almıştır.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...