21 Eylül 2018 Cuma

LDR'li Işık Kontrollü Kuadrak veya Triyak İle 220v Karanlıkta Çalışan Lamba Devresi




LDR'ye ışık geldiğinde direnç değeri düşük olur. Kondansatör uçlarında diyak’ı iletime götürecek 30 voltluk gerilim oluşmadığı için diyak triyak’ı tetikleyemez ve lamba yanmaz.

LDR üzerine düşen ışığı engellediğimizde veya karanlıkta LDR’nin direnci yükselir. Kondansatörünün uçlarındaki gerilim, diyak’ı iletime geçirmeye yeter. Diyak triyak’ı tetikler ve lamba yanar.

Devredeki potansiyometre ayarlanarak triyak’ın tetikleme açısı değiştirilerek lambanın parlaklığı değiştirilebilir.

Triyaklı Dimmer Lamba Karatma Elektronik Devresi Şeması

Triyak ile yapılan lâmba karartma (Dimmer) devresi lambanın parlaklığını kontrol eder.

Alternatif akımın pozitif ve negatif palslerinin etkin değerinin değiştirilmesiyle kontrol işlemi yapılır.

Potansiyometre ayarlanarak lambanın parlaklığı azaltılır veya çoğaltılır. 

Potansiyometrenin en küçük direnç değerinde lamba parlak yanar, en büyük direnç değerinde lamba söner.

Potansiyometrenin değeri minimum iken kondansatör şarj olur. Kondansatör uçlarındaki gerilim, diyak ateşleme gerilimi değerine ulaştığı zaman diyak iletken olur ve kondansatör diyak üzerinden deşarj olur. Dolayısıyla triyak tetiklenerek lambanın en parlak şekilde yanması sağlanır. Potansiyometrenin değeri maksimum iken kondansatörün şarj olma süresi uzar. Dolayısıyla triyak tetiklenmediğinden lamba sönüktür.

Devrede yük olarak lambadan başka, motor vb. devre elemanları kullanılabilir. 

Triyak üzerinden geçen akım, tetikleme gerilimine bağlıdır.

Dijital ve Analog Avometre ile Kondansatörün Sağlamlık Kontrolü Nasıl Yapılır?

Kondansatörün sağlamlık kontrolüne başlamadan önce kondansatörün uçları birbirine değdirilerek veya bir kablo ile kısa devre edilerek deşarj edilir.

Analog avometre ile kondansatör sağlamlık kontrolü yapılırken önce avometre ohm kademesine alınır. Avometre uçları kondansatör uçlarına değdirilir. Analog avometrede kondansatör önce doğru polarma sonra da uçlar ters çevrilerek kondansatör ters polarmada ölçülür. Analog avometre ibresi doğru polarmada iken önce sıfıra doğru sapıp sonra yavaş yavaş geri dönmelidir. Analog avometre ibresi  ters polarma iken hiçbir sapma yapmamalıdır. Bu durumda kondansatör sağlamdır.

Dijital avometre ile kondansatör sağlamlık kontrolü yapılırken önce avometre ohm kademesine alınır. Avometre uçları kondansatör uçlarına değdirilir. Dijital avometrede kondansatör önce doğru polarma sonra da uçlar ters çevrilerek kondansatör ters polarmada ölçülür. Dijital avometrenin göstergesi doğru polarmada sıfırdan (0) başlayarak giderek artan bir değer göstererek sonsuz veya yüksek bir değer göstermelidir. Dijital avometrenin göstergesi ters polarmada bir değer göstermemelidir. Bu durumda kondansatör sağlamdır.

Kondansatörün kapasite değerini avometre ile tespit etmek mümkün değildir. Avometre ile ancak sağlamlık kontrolü yapılabilir. Kondansatörün kapasite değerini ölçmek için kapasite metre kullanılır.

18 Eylül 2018 Salı

İBB Türkiye'nin İlk Yüzer Güneş Enerjisi Santralini Büyükçekmece Gölü Üzerine Kurdu


İBB TÜRKİYE’NİN İLK YÜZER GÜNEŞ ENERJİ SANTRALİNİ KURDU

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) Şirketlerinden İstanbul Enerji ve bağlı kuruluşlardan İSKİ, Türkiye’deki ilk Yüzer Güneş Enerji Santralini (GES) devreye aldı. İstanbul’a temiz su sağlayan kaynaklardan biri olan Büyükçekmece Gölü üzerine kurulan santral, Türkiye de ilk kez uygulanan bir sistem olma özelliğini taşıyor.

Türkiye’deki ilk GES’i basın mensuplarına tanıtan İBB Genel Sekreteri Hayri Baraçlı, amaçlarının enerji çeşitliliğini arttırarak enerjide dışa bağımlılığı azaltmak olduğunu belirterek, “Hedefimiz, belediye olarak kendi enerjimizi üretebilmek ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla enerji üretiminde sürdürülebilirliği arttırmak” dedi.

Türkiye’nin enerjide artan dışa bağımlılığını azaltmak amacıyla Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın vizyon projeler ortaya koyduğuna dikkat çeken Baraçlı, “İBB olarak bu vizyona katkıda bulunmak amacıyla bu projeyi gerçekleştirdik. 2023 yılında belediye olarak tükettiğimiz enerjinin yüzde 55’ini kendimiz üretmeyi hedefliyoruz” diye konuştu.

Santralin yapımında 960 adet 260W gücünde polikristal fotoyoltaik panel kullanıldı. Panel ve diğer malzemelerin seçiminde korozyona karşı dayanımlı ürünler tercih edilerek santral ömrünün uzatılması planlandı.

BUHARLAŞMA VE KARBONDİOKSİT SALINIMI AZALACAK

Yüzer Güneş Enerji Santrali için tasarlanan iki farklı yüzdürücü sistemin kullanıldığı sistem, kapladığı su yüzeyini yüzde 70 oranında havadan izole ediyor. Böylece, özellikle yaz aylarında karşılaşılan en önemli sorunlardan biri olan buharlaşma ile su kaybı da azalmış olacak.

Büyükçekmece Gölü üzerine kurulu Yüzer GES, her sene 210 ton karbondioksit salınımını da engelleyecek. Tesis kurulumunun tamamlanmasının ardından başlanan AR-GE çalışmaları kapsamında, yüzdürücü sistemlerin enerji üretimi, su kalitesi, su canlıları ve yosun oluşumu gibi etkileri izlenecek.

YENİLENEBİLİR ENERJİ ÜRETİMİ ARTACAK

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Büyükçekmece Gölü’nün ardından Terkos ve Ömerli barajlarına da kurmayı planladığı Yüzer Güneş Enerji Santralleri ile geniş yüzey alanına sahip olan su havzalarının ve barajların, İstanbul’un artan elektrik üretimine katkıda bulunması ve yenilebilir kaynaklardan enerji üretiminin payının arttırılması amaçlanıyor.

ibb

15 Eylül 2018 Cumartesi

Steve Jobs'un Hayat Dersi Veren Son Sözleri




İş dünyasında başarının zirvesine ulaştım.

Diğer insanların gözünde, benim hayatım tam bir başarı örneği.

Ancak, çalışmanın yanında mutluluğu çok az yaşadım.

Sonuç olarak, zenginlik ve varlık hayatın alıştığım bir yönü oldu.

Şu anda bir hasta yatağında tüm hayatımı gözden geçirirken, kıvanç duyduğum tüm zenginlik ve tanınmanın ölümün karşısında solduğunu ve anlamsızlaştığını anlıyorum.

Karanlıkta bana hayat desteği veren cihazların yeşil ışıklarına bakarken onların çalışma uğultularını dinliyorum. Ölümün nefesinin giderek yaklaştığını hissediyorum…

Şimdi şunu biliyorum; hayatımız için yeteri kadar varlık elde ettiğimiz zaman, zenginlikle ilgisi olmayan konuların peşinden gitmemiz gerekir… daha önemli olan şeylerin:

Belki dostluklar, belki sanat, belki de gençlik yıllarında kurduğumuz hayaller…

Sürekli olarak zenginliğin peşinde koşmak insanı benim gibi eğri büğrü hale getiriyor.

Allah hepimize zenginliğin oluşturduğu illüzyonu değil, herkesin kalbindeki sevgiyi hissedebilmemiz için duygular verdi.

Kazandığım zenginliği ve varlığı birlikte götüremiyorum.

Birlikte götürebildiğim tek şey sevginin oluşturduğu hatıralarım.

Sizinle birlikte olan, size güç veren ve size yola devam etmeniz için ışık veren gerçek zenginlik işte bu sevgi dolu hatıralar.

Sevgi binlerce kilometre gidebilir. Hayatın sonu yok. Gitmek istediğiniz yere gidin. Ulaşmak istediğiniz yüksekliğe ulaşın. Hepsi sizin kalbinizde ve ellerinizde.

Dünyada en pahallı yatak nedir biliyor musunuz?

– “Hasta yatağı” …

Sizin için arabayı sürmesi için bir kişiyi kiralayabilirsiniz. Sizin için para kazanması için bir kişiyi isdihdam edebilirsiniz. Ancak hastalığınızı sizin için taşıyacak kimseyi bulamazsınız.

Kaybedilen materyaller bulunabilir. Ancak kaybolduğu zaman asla bulamayacağınız birşey var

– “Hayat”.

Bir insan ameliyathaneye girdiğinde, o ana kadar okumayı bitirmiş olması gereken bir kitabın olduğunu farkediyor

– “Sağlıklı Hayat Kitabı”.

Şu anda nasıl bir hayat sahnesinde olduğumuzla, zaman içinde, perdeler aşağıya inince yüzleşiyoruz.

Ailenizin, eşinizin ve dostlarınızın sevgilerine değer verin.

Kendinize iyi bakın. Diğer insanlara şevkat gösterin.

7 Eylül 2018 Cuma

Anne Babalar Okusun - Bir İnsanın Ana Vatanı Çocukluğudur - Doğan Cüceloğlu


Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.

- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.

"Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, 

"Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır." 

Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?

- Hayır, neden?

- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.

Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.

- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu?

- Ne oldu?

- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.

Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.

- Eşiniz gelmek istemedi!

- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.

İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.

Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.

"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.

"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

4 Eylül 2018 Salı

İngilizce Deyimleri Ortaya Çıkaran Tarihsel Olaylar


1500'lerde İngiltere'de işler şöyle yapılıyordu:
İnsanların çoğu Haziran'da evleniyordu Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı . Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce'deki banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.

Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.

Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik)


Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu... Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.
Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük
(peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin kaynağı budur.

Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna yağ çiğnemek (chew the fat) adı veriliyordu.

Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.

Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı . Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.

Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu.

İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı . Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti (graveyard shift) denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur (saved by the bell) bazıları da ölü zilci (dead ringer) olurdu.

Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ''banyo yapmayı yasaklayan'' ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia' da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.

Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü. Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.

1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti...

Dr. Ali Erkan Balcı

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...