Kitabın Adı : Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin - Johnny Maxwell 2. Kitap
Kitabın Yazarı : Terry Pratchett
Kitap Hakkında Bilgi :
Hayata bir de ölülerin gözünden bakmayı deneyin!
Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesinin ikinci halkası Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.
Pratchett’ın, ölülerin üzerinden yaşayanları anlattığı bu enfes romanı, tarih ve kent bilincine yaptığı önemli göndermelerle, son yıllarda küresel boyutta palazlanmaya başlayan kentsel dönüşüm canavarının yarattığı tahribatı daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Ölülerin, akıp giden hayatla ilgili şaşırtıcı yorumlarını olağanüstü bir mizahî deha ve parmak ısırtan bir kurguyla sayfalarına taşıyan Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, on iki yaş ve üzeri okurlarını, güldürürken düşünd... Eh, ürpertirken belirli çıkarlar uğruna insanların ne denli acımasız olabileceklerini eleştiren, heyecan verici bir mücadeleye ortak ediyor.
Johnny Maxwell’in yeni arkadaşları bir grup hayaletten, pardon yaşlı-ötesi-vatandaştan oluşuyor. Johnny, evine kestirme yoldan ulaşmak için mezarlığı kullanırken bir hayaletle karşılaşıyor. Sonrasında da neden kaynaklandığını kesinlikle bilmeyerek, hayaletleri görebildiğini, duyabildiğini ve hatta onlarla konuşabildiğini keşfediyor. Tesadüfe bakın ki tam da o dönemlerde belediye, mezarlık arazisini büyük bir holdinge satma derdine düşüyor. Üstelik üç beş kuruşa… Eyvah! Yoksa ölüler evsiz mi kalacak?! Johnny, mezarlıkta yaşayanları görebilen tek kişi olarak kolları sıvıyor ve yeniden hayata tutunmaya çalışan bir avuç ölüyle birlikte bu büyük kumpası faka bastırmak için buzz gibi bir maceraya girişiyor...
Ölümlülerin ve ölümsüzlerin hayatlarındaki ortak kesişme noktalarına değinerek dünyevi değerler üzerine uzun uzun düşündüren Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, ölülerin fısıltılarına kulak vererek, hayata bir de onların gözünden bakmamızı öneriyor. Pratchett alametifarikalarıyla dolu bu dört başı mamur roman, pek çok ünlü korku filmine, kitabına ve hatta şarkısına dokunarak, edebiyata mesafeli duran gençlere heyecan verici ve eğlenceli bir okuma deneyimi vadediyor.
Kitaptan Bir Bölüm :
BİRİNCİ BÖLÜM
Johnny, ölüleri neden görmeye başladığını kesinlikle bilmiyordu. Kasaba Eşrafından Thomas Bowler,
“Muhtemelen, görmemek için fazla tembel olduğundan,” dedi.
Eşraftan Bowler, çoğu insanın zihninin, onları rahatsız edecek şeyleri görmelerine izin vermediğini söyledi. Bowler,
“Ölü gören başka insanlar da olsa, bilirdim,” diyordu; çünkü kendisi tüm hayatını (1822-1906) bu tür şeyleri görmeyerek geçirmişti.
Bıngıl Johnson, ki teknik olarak Johnny’nin en iyi arkadaşıydı,
“Kafayı yediğin için ölüleri görmeye başladın,” dedi.
Ama diğer arkadaşı Yo-yok, ki bol bol tıp kitabı okur-du,
“Muhtemelen bu, normal insanların aksine, zihnini odaklayamamandan
kaynaklanıyor,” dedi. “Normal insanlar,” diye ekledi, “çevrelerinde olan biten hemen her şeyi görmezden gelebiliyorlar, böylece de çok daha önemli şeylere... mesela, şeye... eh, tuvalete gitmek ve hayatlarını yaşamak gibi şeylere rahatça odaklanabiliyorlar. Buna karşılık sen sabahleyin gözlerini açıyorsun ve koca evren suratına tokat gibi iniyor.”
Bıngıl, “Bu dediklerin zaten ‘kafayı yemek’ anlamına geliyor,” dedi.
Evet. Adına ne denirse densin, anlamı buydu. Johnny, hiç kimsenin görmediği şeyleri görüyordu. Örneğin, mezarlığın çevresinde oyalanan ölü insanları. Eşraftan Bowler... eh, en azından, eski Eşraftan Bowler, ölülerin geri kalanına burun kıvırıyordu; kocaman, siyah mermerden bir mezarı olan Bay Vicenti’ye bile. Bay Vicenti’nin (1897-1958) mezarı, küçük bir çerçevenin ardından bakan ve hiç de ölü görünmeyen bir gençlik fotoğrafıyla ve meleklerle süslenmişti. Eşraftan Bowler, Bay Vicenti’nin, Mafya’nın “Capo de Monte”si olduğunu söylemişti.*
Bay Vicenti ise, tam aksine, hayatı boyunca yalnızca tuhafiye toptancılığı, amatör kaçış sanatçılığı ve çocuk eğlendiriciliği yaptığını söylemişti Johnny’ye. Ki pek çok önemli açıdan, bu işler de Mafya üyesi olmaktan daha uzak sayılmazdı... Fakat tüm bunlar, sonradan olmuştu. Johnny ölüleri çok daha iyi tanıdıktan sonra. Ford Capri’nin de hayaleti gökyüzüne uçup gittikten sonra...
* Aslında “Capo dei Capi” (yani patronların patronu) demek istemiş, ama yanlışlıkla “dağın başı” demiş. [E.N.]
Johnny mezarlığı ancak dedesinin yanında yaşamaya başladıktan sonra gerçekten keşfetti. Sıkıntılı Zamanlar’ın Üçüncü Aşama’sındaydı artık; Bağrışmalar’dan (kötü bir aşamaydı) ve Bazı Konularda Sağduyulu Davranmak’tan (bu daha da kötüydü; Bağrışmalar bile daha iyiydi) sonraki aşama. Babası, ülkenin diğer ucunda, kendine yeni bir iş arıyordu. Ve herkes artık sağduyulu davranmayı da bıraktığından, her şeyin yoluna girebileceği gibi muğlak bir his vardı ortamda. Johnny bütün bunlar hakkında düşünmemeye çalışıyordu.
Eve, otobüse binmek yerine kanal boyundaki yoldan yürüyerek gitmeye başlamıştı. Kısa süre içinde de zaten, mezarlık duvarının yıkık kısmının üstünden aşarsa ve sonra da krematoryum binasının çevresinden dolanırsa, yolu yarı yarıya kısaltabileceğini fark etmişti. Mezarlar, kanalın kıyısına kadar uzanıyordu. Baykuşların ve tilkilerin yaşadığı eski mezarlıklardan biriydi burası. Hani şu, pazar gazetelerinde haberi çıkan, “Victoria Döneminden Kalma Mirasımız” gibi manşetlerle sunulan eski mezarlıklardan... Fakat o gazeteler bu mezarlıktan bahsetmezlerdi asla. Çünkü burası Londra’dan çok uzaktı ve dolayısıyla... eh, yanlış türden bir mirastı.
Bıngıl, mezarlığın ürkütücü olduğunu söyleyip eve bazen uzun yoldan gidiyordu. Oysa Johnny, mezarlık yeterince ürkütücü olmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. Hatta, buranın gerçekte ne olduğunu aklınızdan çıkarırsanız, yani yerin altında yatan ve bütün geceyi sırıtarak geçiren onca iskeleti unutmayı başarırsanız, epey dost canlısı bir yer bile sayılabilirdi. Kuşlar şakıyordu, trafik gürültüsü çok uzaktan geliyordu... Huzurlu bir yerdi. Yine de Johnny birkaç şeyi daha kontrol etmişti. Eski mezarların bazılarının tepesinde büyük taş kutular vardı. Bakımsız kalmış yerlerde bunlar çatlamış, hatta açılıp düşmüştü. Johnny, ne olur ne olmaz diye içeriye şöyle bir göz atmıştı...
...ve orada da hiçbir şey bulamayarak yine hayal kırıklığına uğramıştı.
Sonra bir de mozoleler vardı. Çok büyüktü bunlar. Kapıları vardı, küçük evlere benziyorlardı. Bol bol meleği olan minik bahçe barakaları gibiydi hepsi. Melekler de beklenmedik ölçüde gerçekçiydi; özellikle de şu, girişin yakınındaki mozoleye işlenmiş olan, cennetten çıkmadan önce tuvalete gitmeyi akıl edememiş gibi görünen melek... İki çocuk, yerdeki yaprak yığınlarını tekmeleyerek, mezarlıkta yürüyordu şimdi.
“Haftaya Cadılar Bayramı,” dedi Bıngıl. “Evde dans partisi veriyorum. Korkunç bir şey kılığında gelmen gerekiyor tabii. Yani senin kılık değiştirmen gerekmez.”
“Sağ ol be,” dedi Johnny.
“Bugünlerde dükkânlarda çok daha fazla Cadılar Bay-
ramı malzemesi olduğunu fark ettin mi?” dedi Bıngıl.
“Guy Fawkes Gecesi yüzünden,” dedi Johnny.
“Eskiden, Guy Fawkes Gecesi’nde, havai fişekler yüzünden bir dolu kişi yaralanıyordu. İnsanlar da bu yüzden Cadılar Bayramı’nı icat etti. Çünkü artık yalnızca maskeler falan takıyoruz.”*
“Bayan Nugent, bütün bunların hep doğaüstü güçlerle falan uğraşmak demek olduğunu söylüyor,” dedi Bıngıl. Bayan Nugent, Bıngılların yan komşusuydu. Gecenin üçünde bangır bangır Madonna çalmak gibi konularda biraz mantıksız davranmasıyla tanınırdı.
“Muhtemelen öyledir,” dedi Johnny.
“Cadılar Bayramı’nda, cadılar dışarıda oluyormuş. Öyle söylüyor,” dedi Bıngıl.
“Nasıl yani?” Johnny alnını kırıştırdı. “Mallorca’ya falan tatile mi gidiyorlarmış?”
“Sanırım,” dedi Bıngıl.
“Şey... mantıklı herhâlde. Muhtemelen, yaşlı olduklarından, sezon dışı özel indirimler falan alıyorlardır,” dedi Johnny.
“Halam, neredeyse hiç para ödemeden otobüsle istediği yere gidiyor. Üstelik cadı bile değil.”
“O zaman, Bayan Nugent neden endişeleniyor ki?” dedi Bıngıl.
“Bütün cadılar tatildeyken buralar çok daha güvenli olur?”
* Guy Fawkes, 1605 yılında İngiltere parlamento binasını havaya uçurmaya yönelik “Barut Komplosu”nun öncüsü olan kişiydi. Bu eylem bir şekilde engellendi ve ondan sonra her 5 Kasım, Guy Fawkes Gecesi olarak kutlanır oldu. Zamanla bu gösteriler sadece eğlence odaklı hâle geldi. Ve zamanla, Amerikan kültürünün yayılmacı siyaseti sayesinde Cadılar Bayramı küreselleşti ve İngiltere’de de bu gecenin önüne geçti. [E.N.]
Küçük, vitraylı pencereleri bile olan çok süslü bir mozolenin önünden geçtiler. Bir mozolenin içine kim bakmak isterdi ki? Gerçi, öte yandan... bir mozoleden dışarı bakmayı kim isterdi?
“Cadılarla aynı uçağa binmek istemezdim,” dedi Bıngıl, derin düşünceler içinde.
“Düşünsene... belki paran anca sonbaharda tatile gitmeye yetiyor, sonra uçağa biniyorsun ve bir bakmışsın, uçak dışarı giden bir sürü yaşlı cadıyla dolu!”
“Bir yandan da şarkı söylüyorlar, değil mi...” dedi Johnny.
“Haydi cadılar, haydi cadılar, haydiii! Tam zamanı tam zamanı şimdiii!..”
“Tabii. Hatta bir de, Viva Espanya.”
“Ama bahse girerim, otellerde en iyi hizmeti onlar alıyordur,” dedi Johnny.
“Evet.”
“Gerçekten komik,” dedi Johnny.
“Ne?”
“Bir kitapta okumuştum. Meksika gibi bir yerde yaşayan insanlar hakkındaydı. Her sene, Cadılar Bayramı’nda, hepsi birden mezarlığa gidip büyük bir kutlama yaparlarmış. Sırf öldüler diye insanların neden her şeyden dışlanmaları gerektiğini anlamıyorlarmış gibi falan...”
“Iyk. Piknik ha? Hem de mezarlıkta?”
“Evet.”
“Kesin, böyle... topraktan... yeşil, parlak eller çıkıp sandviçleri aşırıyormuştur da?”
“Sanmam. Hem... Meksika’da sandviç yemiyorlar. Tort... tost... turt? Öyle bir şey yiyorlar.”
“Tosbağa bence.”
“Öyle mi?”
“Kesin,” dedi Bıngıl, çevresine bakınarak.
“Kesin. Kesin... var ya, şu kapılardan birini çalmaya kesin cesaret edemezsin. Kesin, içeride sarsıla sarsıla yürüyen ölü insanlar duyarsın.”
“Neden sarsılıyorlarmış?”
Bıngıl düşündü.
“Eh, onlar her zaman sarsıla sarsıla hareket eder,”
dedi. “Neden, bilmiyorum. Videolarda izledim. Ayrıca duvarlardan da geçebiliyorlar.”
“Neden?” dedi Johnny.
“Ne neden?”
“Neden duvarlardan geçiyorlar? Yani... canlı insanlar yapamıyor öyle bir şey. Ölü insanlar neden yapabilsin ki?”
Bıngıl’ın annesi videolar konusunda çok rahat davranıyordu. Bıngıl, yüz yaşındaki insanların bile ancak anne babalarıyla birlikte izleyebileceği filmleri izlemeye izni olduğunu söylüyordu.
“Bilmiyorum,” dedi. “Genelde çok... öfkeli oluyorlar.”
“Ölmüş oldukları içindir herhâlde...”
“Muhtemelen,” dedi Bıngıl. “Yaşanacak hayat değil onlarınki.”
(Johnny o akşam, Eşraftan Bowler’la tanıştıktan sonra yani, bu konuyu uzun uzun düşündü. O zamana kadar tanıdığı yegâne ölü insanlar, bir tür hastalıktan ötürü hastanede ölen Bay Page ile doksan altı yaşında eceliyle vefat eden büyükninesiydi. İkisi de öyle öfkeli insanlar değildi. Evet, büyükninesinin aklı biraz karışıktı ama kesinlikle öfkeli değildi. Johnny onu ziyaret etmek için Günışığı Çayırları’na gitmişti. Büyükninesi orada, bol bol televizyon izleyerek ve bir sonraki yemek zamanının gelmesini bekleyerek, sakince yaşıyordu. Bay Page de oralarda sessizce dolaşırdı. O sokakta yaşayan ve gün ortasında hâlâ evinde olan tek erkekti. Yani, sırf Michael Jackson’la dans edecekler diye, öldükten sonra yeniden ayaklanacak tipler değildi ikisi de.* Ve büyükninesini duvarlardan geçmeye yöneltecek tek şey, uzaktan kumandayı kapmak için on beş yaşlı hanımla savaşmasını gerektirmeyecek bir odanın vaadi olurdu...) Johnny, insanların pek çok şeyi yanlış anladığını düşünüyordu. Bunu Bıngıl’a da söyledi. Bıngıl itiraz etti.
“Ölülerin bakış açısından bakınca farklı görünüyordur muhtemelen,” dedi.
Şimdi Batı Caddesi’nde yürüyorlardı. Mezarlık, yolları ve sokakları olan bir şehir gibi düzenlenmişti. Sokak isimleri pek yaratıcı değildi gerçi: Örneğin, Kuzey Yolu ile Güney Patikası, banklar konulmuş, çakıl taşı kaplı, küçük bir alanda Batı Caddesi’ne kavuşuyordu.
* Michael Jackson’ın Thriller şarkısının klibinde dans eden zombileri düşünüyor... [E.N.]
Bir tür şehir merkezi gibi... Ama bu şehir, Victoria Dönemi tarzında yapılmış büyük mozoleler yüzünden, dünyadaki en uzun hafta sonu tatiline girmiş bir şehre benziyordu.
“Babam, bunların üzerine binalar yapılacağını söyledi,” dedi Bıngıl. “Bakımı çok pahalı olduğu için belediye burayı büyük şirketlerden birine üç kuruşa satmış.”
“Nasıl yani? Hepsini birden mi?” dedi Johnny.
“Babam öyle dedi,” dedi Bıngıl, ama pek de emin değil gibiydi. “Bunun tam bir rezalet olduğunu söyledi.”
“Kavak ağaçlarının olduğu yeri bile mi satmışlar?”
“Her yeri,” dedi Bıngıl. “İş merkezi mi ne, öyle bir şey olacakmış.”
Johnny çevreye göz gezdirdi. Kilometreler boyunca, bölgedeki tek yeşil alan burasıydı.
“Üç kuruş ha...” dedi. “Bense en az bir pound verirdim buraya...”
“Evet ama sen buraya bina yapamazsın,” dedi Bıngıl.
“Önemli olan da o.”
“Ben zaten buraya bina falan yapmak istemezdim. Sırf, olduğu gibi bıraksınlar diye satın alırdım.”
“Evet,” dedi, sağduyunun sesi Bıngıl. “Fakat insanlara da iş lazım. İnsanların çalışması gerekiyor.”
“Eminim buranın sakinleri buna hiç memnun olmazdı,” dedi Johnny. “Bilselerdi yani.”
“Sanırım onları başka yere nakledecekler,” dedi Bıngıl. “Öyle bir şey olmalı yani. Yoksa... düşünsene, bahçeyi kazmaya bile cesaret edemez insan...”