14 Mayıs 2021 Cuma

Neden Tüm Gözleri Üzerimizde Hissederiz? Spotlight Etkisi Nedir?

 



Yeni aldığınız bir ürünün etiketini çıkarmadan tüm gün gezdiniz mi? Dişinizde kalan maydanoz parçasıyla çok önemli bir sunuma katıldınız mı? Lekeli bir gömlekle resmi bir ortama girdiniz mi? Peki fark edince ne hissettiniz? Gelin Spotlight Etkisi'ni daha detaylı inceleyelim!

İnsanlara rezil olduğunuzu, arkanızdan güldüklerini, içlerinden ne kadar da komik olduğunuzu söylediklerini düşündünüz mü? Aslında sandığınız kadar önemli değilsiniz. Sadece spotlight etkisindesiniz.

Sahne ışığı adı da verilen ‘Spotlight Etkisi’ en temel anlatımıyla sosyal hayatımızda diğer insanlar tarafından gerçekte olduğumuzdan daha fazla göz önünde olduğumuzu düşünmemiz durumudur. Yani diğer insanların davranışlarımızı, düşüncelerimizi veya görünüşümüzü daha çok incelediklerini, gözlemlediklerini, dikkat ettiklerini düşünmemiz, gözlerin sürekli üzerimizde olduğu fikrine kapılmamızdır. Sosyal psikologlara göre de ‘Başkalarının bizim hakkımızda ne kadar çok dikkat ettiğini abartmak zorunda olduğumuz eğilimimizdir.’

Elbette hepimizin hataları, kusurlu olduğu anları var. Ama gerçek yaşantımızda hiçbir zaman bir spot ışığı altında değiliz. Gerçek yaşantımız bir sahne değil. İnsanlar bizi, bizim sandığımız kadar önemsemiyorlar.

Birinin davranışlarımıza, düşüncelerimize veya görünüşümüze gerçekte olduğundan daha fazla dikkat ettiği yanılgımız bir süre sonra takıntı haline gelip sosyal anksiyeteye yol açabilir.

Peki Neden Spot Işığı Altındaymış Gibi Hissediyoruz?

Spotlight Etkisi, benmerkezci önyargı olarak da bilinen bilişsel bir yanılgıdır. Benmerkezci önyargı, kişinin kendi bakış açısına çok fazla güvenmesi ve kendisi hakkında gerçeklikten daha fazla bir görüşe sahip olma eğilimidir. Yani Sürekli başkalarının bize dikkat ettiğini düşünmemizin temelinde sürekli kendimize odaklanmak yatıyor. Diğer bir nedeni ise ‘Demirleme Etkisi’dir. Demirleme etkisi çok uzun zamandır kullanılan bir pazarlama yöntemi. 1974 yılında bilişsel psikologlar Daniel Kahneman ve Amos Tversky tarafından ilk kez ‘demirleme etkisi’ olarak tanımlanıyor. O günden beri de birçok marka tarafından kullanılıyor. Demirleme etkisinin temelinde ise insan psikolojisinin en temel eğilimlerinden biri var. ‘İnsanlar, özellikle rakamlar konusunda, duydukları ilk bilginin doğru olduğuna inanmaya veya bu bilgiyi temel almaya daha meyillidirler.’ Yani öğrendiğimiz ilk bilgi aklımızda demirleniyor ve vereceğimiz kararları bu demirlenen bilgi doğrultusunda veriyoruz. Bu etkiden dolayı düşüncelerimizi, davranışlarımızı, görünüşümüzü değiştirmemiz gerektiğinde buna direnç gösteriyoruz.

Cornell Üniversite’sinde yapılan bir araştırma spotlight etkisinin en güzel örneklerinden. Bir grup psikolog, katılımcıların, üzerinde bir müzisyenin fotoğrafının basılı olduğu bir tişört giyerek diğer grubun yanına gitmesini istiyor. Öğrenciler bu tişörtü giymekten utanç duyarak salona gidiyorlar. Bir süre sonra salondan çıkarılan tişörtlü öğrenciler, herkesin onlara baktığını ve rezil olduklarını söylüyor. Ancak salondaki öğrencilere tişörtü fark edip etmedikleri sorulduğunda verilen cevaplar arasında büyük bir fark gözlemleniyor. Tahminler ve gerçek sayılar arasında iki kattan daha fazla fark bulunuyor. Tişört, aslında öğrencilerin tahmininden iki kat daha az fark edilmiş. Bu yapılan tek araştırma değil ve diğer araştırmalarının sonucunda da tahmin ettiğimizden daha az fark edildiğimizi gözlemleyebiliyoruz.

Spotlight Etkisinden Nasıl Kurtulabiliriz?

Kendinizi gereğinden fazla merkeze koyduğunuzu, bu durumun artık takıntıya dönüşmek üzere olduğunu fark ettiğinizde empati yapmayı deneyebilirsiniz. Karşınızdaki kişinin yerine kendinizi koyun. İçinde olduğunuz durumu gerçekten önemser miydiniz? Bir diğer yöntem, çalışma kağıtları doldurabilirsiniz. Çalışma kağıtlarına önce kendi düşüncelerinizi yazıp diğer bir tarafa da kendinizi daha iyi hissetmek için gerçeğe daha yakın olan düşünceyi yazmayı deneyebilirsiniz. Örneğin ‘dişimde maydanoz kaldığı için herkes komik ve rezil olduğumu düşünüyor’. Ve ‘dişimde maydanoz kaldığını görmüş olmalılar ama bunun onlar için önemli olduğunu düşünmüyorum.’ Elbette isterseniz spotlight etkisini aşmak için bir terapistten yardım alabilirsiniz.

Yapılan tüm araştırmaların da gösterdiği gibi, insanlar bizi, bizim düşündüğümüz kadar umursamıyor. Geceleri bizi uyutmayan, zihnimizde dönüp duran hatalarımız sadece zihnimizin büyüttüğü bir yanılgı. Kimsenin dikkat etmediği ayrıntılar için kurguladığımız olgular bizim tüm günü belki de daha fazlasını stres içinde geçirmemize neden oluyor. Aldığımız kararlarda düşündüğümüz varsayımlar etkili oluyor ve yanlış kararlar vermemize yol açıyor. Ufacık ayrıntılar silsilelerle çığ yaratıyor. Korkularımız, hatalarımız, kusurlarımız, eksiklerimiz elbette var. Ama bunları sadece biz önemsiyoruz. Diğer insanlar düşündüğümüz kadar yargılamıyor aslında bizi. Çoğu, bizim yıllarca hatırlayınca rezil olduğumuzu düşündüğümüz anıyı bir daha hatırlamıyor bile. Zihnimizin bu yanılgıları büyütüp bizi huzursuzluğa ve anksiyeteye sürüklemesine izin vermemeliyiz. Sizce de artık ışığı kapatmanın ve sahneden inmenin vakti gelmedi mi?

Yarım Kalan Akılda Kalır - Ziegarnik Etkisi Nedir?

Zeigarnik etkisi, tamamlanmamış, bölünmüş, ya da yarım kalmış görevlerin anıların veya yaşananların, tamamlananlara göre daha kolay bir şekilde hatırlanmasını ifade eden psikolojik bir fenomen kavramdır.

Ünlü psikiyatrist Bluma Wulfovna Zeigarnik tarafından öne atılan Zeigarnik Etkisi'nin ilginç bir ortaya çıkma nedeni vardır: Garsonlar!


Bluma Wulfovna Zeigarnik arkadaşları ile bir restorana gider ve garsonun siparişleri yazmak yerine aklında tutarak alması ve hiçbir hata yapmadan siparişleri tamamlaması sonrasında ise unutması Zeigarnik’in dikkatini çeker. Zeigarnik bunun nedeni merak eder, bir dizi araştırma ve deney yapar. Bir deneyinde katılımcılara 20 basit görev verir ve müdahalelerle katılımcılara verdiği bazı görevlerin yarım kalmasını sağlar. Deney sonunda hangi görevleri yaptıklarını sorduklarında ise katılımcıların aklına genellikle yarım kalan görevler gelmiştir. Sonraki yıllarda yapılan pek çok deneyde benzer sonuçlar elde edildiği görülür.

Zeigarnik’e göre yarım kalan işlerin akılda kalmasının nedeni beynin kendisini bu görevi tamamlamaya kodlanmasıdır. Görev tamamlanamayınca zihinde yaşanan gerilim strese neden olur ve bu stres kişinin belleğinde görevin unutulmamasını sağlar. Bluma’nın hipotezinin yüksek oranda doğrulanması sonucunda pek çok bilim insanı Zeigarnik etkisini araştırmış ve deneyler yapmıştır, bu deneyler sonucunda da ortak bir olgu elde edilmiştir: Yarım kalan akılda kalmaya meyillidir…

Zeigarnik etkisi aslında gündelik hayatımızda çoğu kez karşımıza çıkmaktadır. Hatırlayamadığımız ve dilimize dolanan şarkılar, çözemediğimiz sorular, geçmişte yarım kalan unutamadığımız ilişkiler, ‘’ Ah keşke şunu da deseydim.’’ dediğimiz sözler zihinde bir sonuca bağlanmadığı ve zihinde oluşan gerilimin boşalmasına engel olduğu için hep aklımızın bir köşesinde kalıyor.

Zeigarnik etkisiyle dijital dünyada ve pazarlama alanında oldukça sık karşılaşılır. Örneğin diziler en heyecanlı yerinde biter, böylece hem bir sonraki bölümde neler olacak diye bekler hem de bir önceki bölümü unutamayız. Ya da bir siteye girdiğimizde içerik hemen karşımıza çıkmaz, önce giriş için küçük bir yazı okutulur bı sayede okuyucuya yazı hakkında biraz bilgi verilerek okuyucunun merakı bu yöne çekilir ve kişinin zihninde yazının sonunu getirmeye odaklı bir etki yaratılır.

Gün içerisinde zihnimizi oldukça meşgul eden ve dış etmenler tarafından maruz kaldığımız bu etkiyi elbette hayatımızda olumlu şekilde kullanabilmek de mümkündür.

Mesela asla başlayamadığınız ve sürekli ertelediğiniz bir işe birazcık da olsa başlayın. Ya da yeni bir dil öğrenmek istiyorsunuz ama başlayamıyor musunuz? İşe o dil hakkında bilgi veren bir video izlemekle başlayabilirsiniz. Ya da yapmak istediğiniz bir araştırma mı var? Konu ile alakalı çok az bir bilgi edinecek kadar, ufak çaplı bir araştırma yapın. Beyniniz bu işlere başladığınızı ancak tamamlamadığınızı fark ettiği için sürekli başladığınız işi bitirmeniz için size hatırlatmalarda bulunur. Bu sayede ‘’Bir işe başlamak bitirmenin yarısıdır.’’ sözünün ne kadar doğru olduğunu yaşayarak deneyimleme imkanı bulabilirsiniz.

Beni Onlara Verme (Tarık Tufan) Kitap Özeti, Konusu, Tahlili

 

KİTAP ADI: BENİ ONLARA VERME

KİTABIN YAZARI: TARIK TUFAN

KİTAP KONUSU:


Son dönemlerin beğenilen ve çok okunan yazarlarından biri olan Tarık Tufan yeni romanı Beni Onlara Verme ile hayranlarına bir mahalle hikayesi sunmaktadır.

Tarık Tufan Beni Onlara Verme kitabında birbirinden farklı karakterlerin kesişen hayatlarını sunar. Bu karakterlerin ortak noktası ile bazılarının aynı mahalleden olması, tümünün ise aynı semti paylaşıyor olmasıdır.

Romanda günümüz hayatımızda görmeye alıştığımız ama gerçek hayatlarını asla bilmediğimiz karakterlerin gerçekte nasıl yaşıyor olabilecekleri, verdikleri kararlar ve bunların çevrelerine etkilerini mükemmel hikayeler ile görmekteyiz.

ARKA KAPAK BİLGİSİ:

“Ruhuma musallat olmuş o uçurumların kenarında yaşayabilmek için aylardır bıkmadan usanmadan çocukluğumun yüzlerini, sokaklarını, ağrılarını yazıyorum. Delirmişçesine, hafızamın kuytu, karanlık, ıssız yerlerine, çocukluğuma, ilk gençliğime, utançlarıma, kavgalarıma bakıyorum bir şeyler bulabilmek için. Ne arıyorum?
Bu kadar öykünün içinde aradığım nedir? Bir kere de mutlu bitsin şu hikâyelerin sonu diyenlere ne cevap vereceğim?”

Bir kere sevdiğinin yüzüne baksa ölecek âşıklar…

Güzelliğini bir yara gibi taşıyan kadınlar…

Gururundan ölenler, gidenler, tam söyleyecekken susanlar,
yıkık krallıkların prensesleri…

Tarık Tufan, Beni Onlara Verme’de bir semti,
o semtin mahallelerini ve o mahallelere sıkışmış karakterlerin birbirinden ilginç hikâyelerini anlatıyor.

Tarık Tufan’ın etkileyici ve akıcı dilinden kimi zaman karanlık,
can yakan masalsı hikâyeler.

Beni Onlara Verme cüretli ve içten bir meydan okuma.
 
KİTAP ÖZETİ:

Beni Onlara Verme, okuyucuları hayatın içinden gerçek öykülerle buluşturur. Kitapta bahsedilen semtin mahallelerinde yaşanan her sıra dışı olayın insanın hayatına nasıl etki ettiğini her yaprağında görmekteyiz. Bu mahalledeki çarpıcı öyküler okuyucunun duygularını da son derece etkileyebilecek durumdadır. Bir mahalle düşünün ki insanların girmekten çekindiği, sokaklarında her uğursuzluğun döndüğü. Aşk acısından kavrulan yürekler, sevdiğine hasret kalan sevdalılar ve iftira atanlardan tutun da gasp yapanlara kadar tüm hikayeler bu kitapta. Buraya yazınca bile insanın içi daralabiliyor ancak gelin görün ki anlamak için okuyarak o öykülerde dolaşmak gerekir.

Şimdi kitabın içinden birkaç hikayeyi inceleyelim:

Cesur, iki senedir bir şirkette müdürün özel şoförü olarak çalışmaya başlamıştı. Şirkette sekreterlik yapan Zehra adında ki kıza aşık olmuştu. Zehra'yı deliler gibi günlerce izliyordu. Bir gün Zehra'nın müdürle bir ilişkisi olduğunu öğrenmişti. Zehra müdürden hamile kalmıştı. Müdür aslında evliydi ve iki çocuğu vardı. Cesur'u karşısına alarak Zehra ile evlenmesini istedi. Eğer Cesur Zehra ile evlenmezse müdürün hayatı ve kariyeri son bulacaktı. Cesur evlenmeyi bir şekilde kabul etti. Zehra ile evlendikten 7 ay sonra çocukları oldu. Ancak Zehra ona bir samimiyet göstermeyerek müdür ile görüşmesini kesmedi. Cesur daha fazla dayanamayıp müdüre kurşun sıktı. Sevdi ama sevdiği kadar sevilmedi Cesur. Sevdiğinin hayırsızlığına uğradı.

Kuşçu Hüseyin'in oğlu Murat şehit olduktan sonra kuşlara ilgisi artmaya başladı. Gidip üç tane kuş satın aldı. Üçünün adını da Murat koydu. O üç kuş daha sonra çoğalarak otuz kuş oldu ve daha fazla Murat oldu. Hüseyin kuşlarla uğraşmaktan işini de bıraktı. Diğer oğlu Cihan ise askere gitmemişti. Nedenini hiç kimse bilmiyor. Belki de çürük raporu vermişlerdi. Cihan alkol kullanmaya ve insanlara rahatsızlık vermeye başladı. Cihan, Necdet'in kızına aşık oldu. Kız üniversiteye hazırlandığı için ailesi okuyacağını bildirmişti. Cihan bunlara rağmen yine vazgeçmedi. Bir akşam sarhoşken kızın yanına gidince kızın abisi durumu görmüş ve müdahale etmek isteyince Cihan, kızın abisine bıçak saplayıp kaçtı. Adam öldürmeye teşebbüs etmekten tam on bir yıl hapis yedi. Bu olanlardan durmak bilmeyen kızın diğer abileri de Hüseyin'in terasındaki bütün kuşları öldürdüler. Hüseyin kuşların ölümüne yıkıldı ve psikolojisini kaybetti. Çırılçıplak bir vaziyette kuş gibi terasta tüneyerek oturduğu gözlendi. Evet Kuşçu Hüseyin'den de eser kalmadı.

Üç senedir hacca gidemeyen Gülseren Teyze.. Oğlu Tahsin'le birlikte yaşıyor. Bebek bakıcılığı yaparak geçimini kıt kanaat sağlıyorlar. Üç yıldır da hacca gidemediği için gözleri kanla karışık yaş akıtıyor. Daha sonra Gülseren Teyze radyoda bir yarışma duyuyor ve Peygamber efendimiz (s.a.v) hayatıyla ilgili bir kitap okunması gerektiğini öğreniyor. Bu kitabı okuyup sınava giren en başarılı on kişinin hac yolculuğu karşılanacak. Oğlunun yardımıyla bir kitap ediniyor. Kendi okuması yavaş olduğu için oğluna okutturuyor. Kitap bittiği zamanda sınava giriyor. Üç gün sonra sonuçlar belirlendiğinde seçilmediğini öğreniyor. Bir acı hikaye daha son buluyor. Gülseren Teyze Medine'ye varamıyor.

Zerrin, babasını çok küçükken kaybetmiştir. Bu nedenden dolayı baba hasreti çekmektedir. Birçok isteyeni olmasına rağmen karaktersiz bir adam olan Turgut'la evlenmeyi tercih etmişti. Daha sonra Dündar isminde bir adam Turgut'un eline para sıkıştırarak Zerrin'den boşanmasını istemiştir. Zerrin, Dündar ile evlenmiştir. Bir süre sonra bu evlilikten sıkılan Dündar başka kadınlara gitmeye başladı. Zerrin daha fazla dayanamadı ve boşandı. Gencecik yaşında iki talihsiz evlilik yaşamıştı. Bunun sebebi baba eksikliği miydi?

Bunu kimse bilemiyor. Bu evliliklerden sonra bir mobilyacıda çalışmaya başlayan Zerrin'e bir kısmet daha çıktı. Elli yaşlarında üç çocuklu bir adam Zerrin'e talip oldu. Zerrin bu evliliği kabul etti. Ancak çok sürmeden bu evlilikte sona erdi. Çünkü adamın çocukları Zerrin'e koca parası yiyen kadın olarak bakmaya başladılar. Zerrin bu kadere daha fazla dayanamadı. Güzelliğinin bedelini ödemekten sıkılan Zerrin bir maket bıçağıyla yüzüne yara yapmıştı. Bir gün köprüden atlamaya çalışırken kameralara yakalanmıştı. Tüm mahalleli bu güzel kızın neler çektiğini gördü.

Müfit ağabeyin oğlu Aydın, bir kıza aşık olmuştu. Daha sonra öğrenmişti ki bu kız Moldovalı ve bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyormuş. Atölyenin sahibi topladığı kızları ucuza çalıştırıyormuş. Ellerinde sigortaları ve bir güvenceleri olmayan bu kadınlar zorla çalıştırılıyor. Aydın bir şekilde bu kızı kaçırmayı başardı. Ortalardan kayboldular. Kısa süre sonra Müfit ağabeyi ve eşini rahatsız etmeye başladılar. Müfit ağabeyi vurdular. Aydın kızla kendine yeni bir hayat kurdu. Kız kurtuldu ancak bedelini Aydın'ın babası ödedi. Gerçekten de her yaşananın bir bedeli var mı? Bu da diğer sorular gibi bilinemiyor.

YAZAR HAKKINDA:

Tarık Tufan 5 Haziran 1973 yılında İstanbul'da doğmuştur. Kabataş Erkek Lisesinden sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu.

Marmara Üniversitesi İslam Ülkeleri Enstitüsünde Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı.

Birçok gazetede ve dergilerde yazıları yayınlandı. Televizyon kanallarında edebiyat sohbeti üzerine program sundu.

Edebi yönünün yanı sıra Uzak İhtimal ve Yozgat Blues filmlerinin senaristliğini yapmıştır.

Tarik Tufan edebiyat alanında sekiz adet kitabı vardır. Kitaplarında genellikle günlük yaşamı, insanın varoluş ve kimlik sorunlarını işler.

Kitaplarında naif bir anlatım üslubu kullanır. Uzak ihtimal filmi ile en iyi senaryo ödülünü almıştır. Yozgat Blues filmi ile de Altın Koza en iyi senaryo ödülünü almıştır.

Elveda Gülsarı (Cengiz Aytmatov) Kitap Özeti, Konusu, Tahlili


KİTABIN ADI: ELVEDA GÜLSARI

KİTABIN YAZARI: CENGİZ AYTMATOV

KİTABIN KONUSU: Cins ve ünlü bir yorga olan Gülsarı adındaki atın doğumundan yaşlanarak ölümüne kadar geçen fırtınalı hayat macerası, romanın ana konusudur.

KİTAP HAKKINDA:

Aytmatov kendine özgü anlatım biçimi ve gücü ile Kırgız-Kazak ellerinin doğasını, Kırgız-Kazak Türklerinin töresini ve folklorunu da pek canlı olarak gözler önüne serer. Tanabay’ın o oldukça özverili ama çileli hayatını okurken onun gençliğinde yürekten bağlandığı bir siyasi rejimin, komünizmin, can çekiştiğini bugünkü dağılma ve çöküşün kaçınılmazlığını da görüyoruz.

Gülsarı, cins ve ünlü bir yorga atın adıdır. Yazar, korkunç bir duygudaşlık yeteneğiyle bir yandan Gülsarı'nın doğumundan ölümüne kadar geçen fırtınalı hayat macerasını, diğer yandan onun biricik yetiştiricisi Tanabay'ın çilesini anlatır. Tanabay can çekişen sevgili atının başında geçmişiyle hesaplaşır. Kendini devrime, mutlu yarınlara adamış, ama siyasi rejim onun ömrünü mutsuzluklar ve sıkıntılar içinde geçirmesine sebep olmuştur. İçerisinde yaşadığı toplum değişim adı altında bütün değerlerini kaybetmiştir. Aytmatov, kendine özgü anlatım tarzı ve etkileyiciliği ile hikâyenin geçtiği tabiatı betimliyor, Kırgız - Kazak Türklerinin töre ve folklorunu ebedileştiriyor.
(Tanıtım Bülteninden)

KİTABIN ÖZETİ:
 
Tanabay gençliğinde hareketli bir hayat yaşamıştır. Rejimin uygulamalarını hayata geçirebilmek için çabalamış çalışkan bir adamdır. İkinci Dünya Savaşından dönünce mesleği olan demircilikle uğraşır. Çok sevdiği arkadaşı Çora’nın ısrarı üzerine at çobanlığına başlamıştır. Devraldığı at sürüsünde Gülsarı adlı, eşine ender rastlanacak çok değerli bir tayla karşılaşır. Tanabay bu atla bütün yarışlarda birinci gelmiştir. Onun adını yörede duyurur. 

Bir gün bu at merkezden Çora'nın yerine yeni tayin olan sekreterin bineği olmak üzere Tanabay’dan istenir. Tanabay önceleri vermek istemese de en sonunda mecbur kalır. Ama at her seferinde kaçıp Tanabay’ı bulur. Sekreterin adamları ata olmadık zulüm ve işkenceler uygularlar. Ayaklarına demir prangalar vurur, eziyet ederler. Tanabay her şeye rağmen canla başla çalışarak sekreterliğin verdiği görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır.

Günün birinde ondan yanına yardımcı gençler alarak koyun sürüleri ile uğraşması istenir. Tanabay kabul eder ancak dağlarda, yaylalarda zorluk çekerler. İşte burada eskilerin kullandıkları keçe çadırların çobanlık için ne kadar önemli ve işlevli olduğunu anlar ve zamanında gençlik çağlarında bu çadırların kullanılmasına karşı takındığı tavırdan dolayı utanır. Geleneklerin boşuna yerleşmediğini artık iyice anlamıştır. Ona koyunların kuzulayacakları zaman kullanması için tahsis edilen ağılın kullanılamayacak durumda olması, hava şartlarının kötülüğü, yardım için yanına verilen gençlerin işi bırakıp gitmeleri, her seferinde daha fazla ürün isteyen merkez yöneticilerinin problemlerine ilgisiz kalmaları moralini bozmuştur. 

O günlerde Çora’yla birlikte teftişe gelen müfettişe patlar. Müfettişe sadece konuştuklarını, problemin çözümüne dair kafa yormadıklarını, hep daha fazla istemekten başka bir şey bilmediklerini söyler. Bunları söylerken kullandığı “yeni efendi” sözünün sonucu onun devrim düşmanlığıyla yaftalanıp yargılanmasına ve partiden ayrılmasına kadar varır ve işler karışır.

ELVEDA GÜLSARI KİTABININ KARAKTERLERİ

Gülsarı: Bir çeşit doru atıdır. Tarım sektöründe örgütlenmiş ve birliklerin başına gelmiş kişilerin birinci tercihi olan, oldukça kaliteli bir attır. Tanabay'ın at çobanlığı yaptığı dönemde Tanabay ile iyi anlaşır, onunla birçok yarışa katılır ve kazanırlar. Bir süre sonra birliğin başındaki kişiler Gülsarı ile Tanabay'ı ayırsa da (birlikte göreve gelen birinin bineği olması için Gülsarı seçilir), Gülsarı sık sık Tanabay'ın yanına kaçar fakat bir süre sonra Gulsarı'nın ayağına pranga vurulur, çeşitli şekillerde cezalandırılır ve bu sebepten ötürü kaçamaz. Yaşı ilerledikten sonra Gülsarı, Tanabay'a iade edilir. Hikayenin sonunda Gülsarı ölür.
Tanabay: Ekim Devrimini (İktidarın Bolşeviklerin eline geçmesini ve Sovyetler Birliğinin kurulmasını sağlayan ayaklanma) destekleyen biridir ve ayrıca savaş gazisidir. Arkadaşı Çora ile birlikte, yaşadığı köyde birlik liderlerinin kendisinden istediklerini yerine getirir. Komünist Partisinin gençlik kollarında aktif bir rolü olsa da, zamanla partiden dışlanır. Kendi mesleği olan demirciliği yaparken, at çobanlığı yapmaya başlar ve o dönemde Gülsarı ile tanışır, birbirleri ile iyi anlaşırlar ve katıldıkları yarışları kazanırlar. Bir süre sonra devrim karşıtı olduğu bahanesiyle partiden atılır, hak ettiğinin verilmediğine inanır, daha sonra yaşlanmış olan Gülsarı kendisine verilir. Gülsarı'nın elinden alındığı dönemde sistemin aslında iyi olmadığını anlar ve sistem eleştirisi yapmaya başlar.
Çora: Tanabay'ın saygı duyduğu arkadaşı. Tanabay, at çobanlığına Çora sayesinde başlamıştır. Bir gün Tanabay'ı teftiş için bir müfettiş ile birlikte Çora da gelir. Fakat bu esnada Tanabay, müfettişe saldırır ve Çora'yı bir daha görmek istemediğini söyler. Bir süre sonra Çora ölür. Vasiyetinde Tanabay'ın partiye geri dönmesi için bir fırsat vardır (Çora, parti kartını Tanabay'ın teslim etmesini istemiştir) fakat yıllar geçmiştir ve Tanabay'ın bunu yapacak gücü yoktur.

YAZAR:

Cengiz Törekuloviç Aytmatov, 12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan’da Şeker adlı bir köyde doğmuştur. Babası Törekul Aytmatov at yetiştiricisidir. Kırgızistan’ın dağlık yörelerine Ekim devrimi daha yeni ulaşmıştır. Yazarın çocukluk yılları sistemin yeni yeni yerleşmeye başladığı yıllara rastlamıştır. Geçmişe bağlı yaşlı neslin yanında, yeni düzene ayak uydurmuş genç kuşak da toplumdaki yerlerini almaya başlar. Yazar, kolhoz (devlet çiftliği) tarlalarında çalışır. Çevresini, tabiatı, insanları o yıllarda tanımaya başlar. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bütün yetişkinler savaşta oldukları için gençlere çok iş düşmektedir. Henüz on beş yaşındayken köyünün Sovyetinde (ihtiyar heyetinde) sekreterlik yapar. Tarım makinalarının hesaplarını tutar. Daha sonra Kazakistan’daki Cambul veterinerlik teknik okulunda okur. Ardından Frunze (bugünkü Bişkek) tarım enstitüsünde okur. Zooteknisyen olarak Kırgızistan'ı ve Kazakistan’ı dolaşır. Aynı zamanda gazeteci kimliği ile de çalışmakta, sürekli gözlem yapmaktadır. Pek çok genç nesil mensubu gibi halkından uzaklaşmaz, aksine insanına daha da yakınlaşır. Kırgız gazetelerindeki yazıları, redaksiyon servislerinde aldığı görevler, muhabirlik faaliyetleri onu yavaş yavaş edebiyat dünyasına hazırlar. Yazarın akıcı üslubu, kurgudaki başarısı bu araştırmalarıyla yakından ilgilenir.

Eserleri:
-Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı (Roman – 2007)
-Darağacı – Dişi kurdun Rüyaları (1988)
-Gün Olur Asra Bedel, (Kırgız Türkçesi ), (1980)
-Fuji-Yama (Fuji Dağının Tepesi 1973)
-Beyaz Gemi (1970)
-Selvi Boylum Al Yazmalım , (1970)
-Gülsarı (1966)
-Dağlar ve Steplerden Masallar (1963)
-İlk Öğretmenim (1962)
-Cemile (1958)
-Yüzyüze (1957)
-Zorlu Geçit (1956)
-Toprak Ana
-Cengiz Han’a Küsen Bulut
-Çocukluğum
-Kızıl Elma
-Hiroşimalar Olmasın
-İlk Turnalar
-Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek
-Sultan Murad

13 Mayıs 2021 Perşembe

Memleket Hikayeleri (Refik Halit Karay) Kitap Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Memleket Hikayeleri

Kitabın Yazarı: Refik Halit Karay

Kitap Hakkında Bilgi:

Memleket Hikâyeleri Türk edebiyatında Anadolunun en hakiki hikâyeleridir. Anadolu Memleket Hikâyelerinde bütün gerçek varlığı ve iç dünyasıyla karşımıza getirilmiştir.
Nihad Sami Banarlı

Geniş ününü mizah ve siyasal yergi yazılarıyla sağlayan Refik Halidin mizah yazıları gibi hikâyeleri de edebiyatımızın bu alanında bir aşama olmuştur. O zamana kadar İstanbul sınırları
dışına çıkamayan Türk hikâyesini Anadoluya yöneltmekle hikâyeciliğimize yeni bir ufuk açmış, yeni bir soluk getirmiştir.
Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman

Refik Halidin anlattığı olaylar bütünüyle yaşadığı dönemin olaylarıdır. Memleket Hikâyeleri ile Gurbet Hikâyelerinde canlandırılan kişilerin çoğu adeta canlıdır. Bütün bu yönleriyle Halide Edip onun yalnız Türk edebiyatının değil, Rus ve Amerikan edebiyatlarından sonra, hikâyecilikte cihan ölçüsünde ön planda bir yer işgal edebilecek bir hikâyecimiz olduğunu belirtir.
Tanzimattan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi

Kitabın Özeti:

YATIK EMİNE

Yatık Emine, Ankara'da eşleri birbirinden ayırmış, neredeyse bütün memleketi birbirine düşürmüş bir hayat kadınıdır. Emine, kaymakamlık tarafından Ankara'ya iki gün uzaklıkta, kışları soğuk, yazları ise susuz ve dayanılmaz sıcak olan, çok ahlâklı bir kasabaya gönderilir. Amaç; Emine'nin oradaki insanları örnek alarak huylarını değiştirip, iyi huylu biri olmasıdır. Emine her yerden sürülerek bu kasabaya gönderilince herkes onu ters bir insan, bazen İstanbul sokaklarında rastladıkları; sigarası parmaklarında, allıkları yüzünde, peçesi açık, dişleri çürük, yürüyüşü kıvrımlı, tıknaz ve hazırcevap biri olarak düşünür. Fakat Emine tam tersine çok sakin, kaymakam tarafından sorulan sorulara bile korkarak cevap veren biridir. Kapkara çok güzel gözleri olan Emine'ye çoğu erkek ister istemez kendini kaptırır. Edindiği dostu Server'in Emine'ye aldığı giysileri ve evindeki eşyaları bir gün Emine yokken mahallenin kadınları evine girip alırlar. Âmâ kimse Emine'yi dinlemez. Bu yüzden açıkta kalır. Emine’ye yardım eden adamlar da birbirlerini kıskandıkları için anlaşmazlıklar çıkar. Bu yüzden Emine aç kalır. Bir akşam kötü amaçlarla Emine'nin evine giden adamlar Emine'yi donarak ölmüş olarak bulurlar.

KOCA ÖKÜZ

Hacı Mustafa ağa her sene pazardan öküz alır. Ekini kaldırır, döveni döndürür, malı ambara taşır. Öküzü iyice kullandıktan sonra güze doğru pazara götürüp aldığı paraya satar. Böylece karın tokluğuna yaşar. Mustafa jandarmalık yapmış, Hicaz’a gidip hacı olmuş, gözü açık ve hileci bir adamdır. Memurlarla ve işinin düşeceği adamlarla senli benli konuşur, odalarına uğradıkça ikram görür. Ara sıra Mustafa da onlara hediyeler verir. Bu sefer aldığı öküz tembeldir. Fakat bundan Mustafa'nın haberi yoktur. Öküz ahıra gidince bir yatar bir daha kimse onu yerinden kaldıramaz. Mustafa, oğlu, yanaşması ve birkaç kişi daha iple çekerler fakat hayvanı kıpırdatamazlar bile. Gerektiğinde döverler ama hayvan bana mısın demez... Bir gün Hacı Mustafa Kasap Cavga Rıza'ya gider. O'na iyi beslenmiş bir öküzü aldığı paraya satabileceğini söyler. Bütün sorumluluğu üstünden atar, kasabın kendisinin gelip öküzü almasını, öküzün hiçbir şekilde kıpırdamadığını söyler. Kasap bunu kabul eder fakat iki mecidiye eksiğe alacağını söyler. Mustafa kabul eder. Kasap öküzü almaya geldiğinde azıcık bir dürtmeyle öküzü kaldırır. Bunun üzerine Mustafa küplere biner. Sebepsiz yere yanaşmasına tokat atar. O sinirlerini yatıştırmaya çalışırken tellâl tüm kasabaya kasabın dükkânında öküz kesileceğine, isteyenlerin gelmesini duyurur.

VEHBİ EFENDİNİN KUŞKUSU

Vehbi Efendi, Düyunu Umumiye idaresinde kantar kâtibi ve kendi halinde, sakin biridir. Ürkek, bön ve durgun bir adamdır. Soru sorulmadıkça kendiliğinden konuştuğu görülmez. Bütün günlerini evi ve kalem arasında pürüzsüz, değişiksiz bir makara gibi sarmak, tüketmek onu memnun eder. Dört kuruş maaşına imrenerek kısmetler tâ ayağına kadar geldiği halde evlenmemiş, kadın nedir bilmez Vehbi Efendi. Oturduğu bina tahta bir kapı çekilerek ikiye bölünmüştür. Evinin diğer yarısında bir kadın, iki de kızı oturur. Kızların biri küçük biri de gelinlik yaşındadır. Büyük kız Vehbi Efendi'ye hep cilveler yapar ve onu ayartmaya çalışır. Bir gece Vehbi Efendi dayanamayıp kapıyı çıkarıp kızın yanına gider fakat korkusundan hemen geri döner ve kapıyı da yerine takar. Bir gün muhtar Vehbi Efendi'nin yanına gelir ve yan komşusu kızla evlenmek zorunda olduğunu çünkü kızı gebe bıraktığını söyler. Vehbi Efendi böyle bir şey olmadığını savunsa da muhtar, kapının çivilerinin yamuk olduğunu ve benzeri örnekler göstererek adamcağızı ikna eder. Kız ve Vehbi Efendi evlenir, dokuz ay sonra da çocukları olur. Bir gün Vehbi Efendi kahvenin önünden geçerken mahallenin en çapkın erkeği, Vehbi Efendi'ye çocuğu nasıl yutturduklarını bağırır.

SARI BAL

Sarı Bal bir çengidir. Eğlenmek isteyenler Sarı Bal'ın evine gider ve rakısını yudumlayarak Sarı Bal'ı izler. Bir gün Sarı Bal'ın kapısı çalar. Önce kapıyı açmak istemez ama kapıyı çalanın Hilmi Ağa olduğunu öğrenince kapıyı açmak zorunda kalır. Hilmi Ağa o kasabada herkese lâfını dinletir. Sarı Bal, Hilmi Ağa ve yanındakileri eğlendirir, sürekli rakı verir. Kasabaya yeni gelen polis müdürü katı olduğundan bu şekilde eğlenmeyi yasaklamıştır. Sarı Bal'ın evinin önünde sürekli devriye gezdirir. Fakat o gün kar yağdığından nöbetçiler ortalıkta olmaz diyen düşünüp gelir Hilmi Ağa ve arkadaşları. Fakat yanılırlar. Biraz sonra kapı çalar ve polis içeri girer. Herkesi toplar. Evde iki tane yatak vardır. Bir tanesinde iki çıkıntı bir tanesinde ise bir çıkıntı bulunmaktadır. Polis, Sarı Bal'ın iki tane çocuğu olduğunu bilir faka üçüncü kişinin kim olduğunu tahmin edemez. Örtüyü açar. Örtünün altından çıkan kişi amirine ne diyeceğini bilemez.

ŞAKA

Şakir Efendi, Servet Efendi ve Nedim Bey, deniz kenarında bulunan bir kasabada yaşayan samimi üç arkadaştır. Bu üç arkadaş işleri bittikten sonra hep balık pazarına giderler. Havası, suyu, yemeği istekler uyandıran bu memlekette kadınsızlıktan yakınırlar. Her akşam gezdikten sonra içmeye giden bu arkadaşlar yine içmeye giderler. Geçtikleri sokakta birden Servet Efendi karşıdan gelen iri uzun, ince yapılı kızı göstererek beğendiğini söyler. Arkadaşları da o kızın adının Despina olduğunu söylerler. Gazinoya varırlar ve bir güzel sarhoş olurlar. Daha sonra gazinodan çıkarlar ve yürüyerek kumsala giderler. Kumsalda, karanlıkta gevrek bir kadın gülüşü ve sularda çırpınma sesi duyarlar. Servet Efendi birden soyunmaya başlar. Arkadaşları naptığını sorduklarında o sesin Despina'nın sesi olduğunu iddia eder ve poposuna çimdik atmaya gideceğini söyler. Sonra da denize atlar. Ertesi sabah Üzerine jandarma kaputu örtülü ıslak ceset ağlara dolanmış bulunur.

KÜS ÖMER

Zehra, Ömer'le bir hafta içinde evlenecektir. Ömer herkese benzeyen bir adam değildir. Önceleri arabacılık yapardı. Fakat bir keresinde Hüsmen'in atları kendisinin atlarını geçtiği için arabacılığı bırakmıştır. Çocukluğunda güreşirken sırtı yere geldi diye alıp başını gitmiştir. Bunun üstüne bütün yaz kasabaya uğramamıştır. Bu yüzden de adı "Küs Ömer"e çıkmıştır. Şimdi tütün kaçakçılığı yapar. Zehra ile evlenir. Zehra'nın elleriyle baktığı ve çok sevdiği kazları vardır. Bir gün Ömer sözünden çıkamadığı Eşref Ağa'nın ısrarıyla kaz dövüştürmeye karar verir. Dövüşün sonunda Ömer'in kazı yenilir. Ömer eve gelir ve kısrağını alır. Kısrağına atladığı gibi başını alır gider.

YATIR

Kasabalı, yenecek ve yakacak ne gerekliyse eylül ayı içinde hazırlar ve soğuk aylara kaygısız girer. Fakat kasabalının bir sıkıntısı vardır. Çünkü girdiği köyde bir çift hayvan bırakmayan veba, yöreyi eli böğründe bırakır. İki sene için hamamı kiralayan İlistir Nuri hamamda yakmak için içinde Evliya yatır bulunan Maslak'taki ormana göz dikmiştir. Bir çare bulamadığı takdirde hamam ona tarlaları sattırıp İlistir'i batıracaktı. İlistir bir gün ak sakallı, yeşil sarıklı, yarı ermiş bir köylü olan Abdi Hoca'ya rastlar. Abdi Hoca’yı, Kadri Şeyhi'nin rüyasında üç gündür bir ermiş, yatırlar, karanlık nemli yerlerden, en çok da çam kokusunda hoşlanmazlar diye gördüğünü anlatıp kandırır. Abdi Hoca da Kadri Şeyhi'ne görünen ermiş bana görünmüyor, şanım şöhretim elden gidiyor diye rüyayı doğrular. Bundan sonra da Maslak Tepesi'nde sadece bir yatır kalır.

KOMŞU NAMUSU

Eyüp'de memur olan Şakir Efendi ile memur adayı Osman Efendi, Baki Efendi'nin karısının pencereye renkli mendiller asarak aşığına işaret verdiğini keşfetmiştir. Asılan mendil beyaz ise "Baki Efendi evde yok", kırmızı ise "evde demek" olduğunu keşfetmiştirler. Her gün bunu konuşurlar ve aralarında tartışırlar. Bir gün Osman Efendi'yle Şakir Efendi, Baki Efendi'yi iki tek atmak için akşam yemeğine davet ederler. Yemekte konuyu karısının eve adam aldığına getirirler. Sonra Baki Efendi'nin evinin karşısında oturan Şakir Efendi'nin evine giderler. Geç saate kadar beklerler. Karısının eve bir adam aldığını görürler. Şakir Efendi hemen eve gider. Ertesi gün Şakir Efendi merakla neler olup bittiğini sorar Baki Efendi’ye. Baki Efendi, evine giren adamın doktor olduğunu ve karısının sancılandığını anlatır. Şakir Efendi de neye uğradığını şaşar.

YILDA BİR
 
Köyden hayli uzakta bir su değirmeni çalıştırıcısı olan Değirmen Bekir, kadın özlemiyle kıvranıp durur. Her günü can sıkıntısı içinde geçer. Tek isteği bir kadına sahip olmaktır. Bir gün değirmenin yakınlarında konaklayan göçebelerden genç kız Elif un öğütmeye gelir ve birlikte olurlar. Göçebeler yine göçer giderler. Bekir bir dahaki yılı bekler. Göçmenler geri döndüğünde Elif yine değirmende un öğütmeye gelir. Bu defa Elif'in vücudunda kapanmış yara izleri vardır. Bekir bunları görünce çok şaşırır. Ertesi yıl Bekir aynı yerde konaklayan göçebe çadırlarına sokulur ve Elif'i arar fakat Elif'i bulamaz. Oradaki göçmenlere sorduğunda Elif'in gelmediğini öğrenir. Neden gelmediğini sorduğunda aldığı cevap Bekir'i yıkmıştır. Öğrendiğine göre Elif daha çok kötülemiştir. Yani kötü yola düşmüştür ve başını bir sürü belaya sokmuştur. Bekir ne kadar üzülmüş olsa da eli kolu bağlı oturur çünkü elinden hiç bir şey gelmez.

SUS PAYI 

Bursa'da ipek fabrikasında insanlar günde on dört saat kaynar sular başında, pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenirler, hayatlarının baharlarında, daha tazecikken, bu sağlıksız koşullar yüzünden ölürler. Fabrikada işçi başı olarak çalışan Hasip Efendi'nin sevgilisi Fotika da bu fabrikada körpeliğini ve sağlığını kaybetmiştir. Fotika da bu sağlıksız koşullara dayanamaz ve maalesef hayatını kaybeder. Gencecik yaşında, hayatının en güzel çağında hayatını kaybetmesi tabii ki herkesi üzer. Fotika'nın cenazesinde papaz Avrupa'daki fabrikalarda nasıl çalışıldığını, çalışma saatlerini, ücretlerini, bütün bu yoldaki kanunları, kavgaları, isyanları tüm ayrıntılarıyla açıklar. Ertesi gün Hasip Efendi, fabrika sahibi Hidayet Bey'e papazdan öğrendiklerini anlatır. Hidayet Bey, fabrikasının ustasız kalacağını ve bu fikirlerden dolayı kovulan adamlardan çekinilmesi gerektiğini düşünür. Aşıp Efendi bu bilgileri patronuna söylediği için patronundan zam alır. Hidayet Bey de bu konuları göz önünde bulundurarak gerekli önlemleri alır ve bundan sonra da işini düzgün yönetmeye gayret eder.

Yoksulluk İçimizde (Mustafa Kutlu) Kitap Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı: Yoksulluk İçimizde

Kitabın Yazarı: Mustafa Kutlu

Kitap Hakkında Bilgi:

Bedenî ve maddî hazlara bağlı bir mutluluk düşüncesini besleyip büyütüyoruz. Dünya muhabbetini sayısız teferruat ile zenginleştiriyoruz. Nefsin ihtirasları bizi her an değişik parıltılar yayan eşyaya doğru koşturuyor. Bu vahşi koşu modern dünyanın simgesidir. Yoksulluk İçimizde, kalbî olanı, aşkı ve öteleri dile getirerek hayatın hakikatine işaret ediyor.
Mustafa Kutlu’nun bu hikâyesinin öncesinde ve sonrasında pek çok İslami hidayet romanı yazıldı fakat hiçbiri ilk baskısını 1981 yılında yapan Kutlu’nun bu eserindeki derinliği yakalayamadı. Yoksulluk İçimizde, her seviyeden okuyucunun kendi derinliğine göre bir şeyler yakalayabileceği bir eser…

“Yoksulluk İçimizde” Mustafa Kutlu’nun pek çok eseri gibi roman ile hikâye türlerinin arasında bir yerde duruyor. Çünkü eser için; bir solukta okunması yönüyle hikâye, çok derin tahliller içermesi bakımından da roman denebilir.

Yoksulluk İçimizde; Mustafa Kutlu’nun hikâyeciliğinin en olgun örneklerinden biri kabul edilir. Kutlu; bu eserinde Engin ve Süheyla aşkı çerçevesinde kahramanlarda görülen sosyal değişim olgusu merkeze alınmak üzere, aşka, sosyal değişime, eşyaya İslâmî bir yorum getirmeye çalışır.

Yoksulluk İçimizde; Kutlu’nun, kahramanların başlarından geçen maceralardan ziyade değişen zamanın, toplum yapısının çeşitli alanlarında yaptığı yıkıntıları ve değişmeleri, estetik bir boyutta ve yeni bir tarzla işlediği, Türk hikâyeciliğine yeni bir boyut kazandıran eseridir.

Kitabın Özeti:

Süheyla, Şükran ve Engin aynı dairede çalışmakta olan arkadaşlardır. Süheyla ile Engin arasında bir gönül ilişkisi bulunmaktadır. Her ikisi de esasında hayata farklı cephelerden bakmaktadır. Engin, bir yandan okuyup bir yandan çalışmakta olan, fakirlik içerisinde büyümüş, bu yazgısını aşıp zengin olma hayalleri peşinde koşan hırslı ve yakışıklı bir gençtir. Süheyla ise, ortamın yaşantısına ayak uydurmuş, lise tahsilinin ardından annesinin emekli maaşının yetersizliği sebebiyle iş hayatına atılmış bir genç kızdır. Engin gibi hırsları ve ihtirasları olmadığı gibi, Engin’in hayallerini süsleyen o dünyadan bahsedişinden de hoşlanmamaktır.

Engin günün birinde iş yerinden de Süheyla’nın hayatından da çıkıp gider. Şükran, Süheyla’ya Engin’nin hiç de dengi olmayan fakat oldukça zengin bir kızla nişanlandığını haber verir. Bu haberin ardından büyük bir sarsıntı geçiren Süheyla’nın kafasından çeşitli sorular ve hatıralar binbir hızla geçip gider. Süheyla tam da böyle bir haldeyken önünde durduğu camiden okunan ezanla irkilir ve sanki ilk kez işitiyormuş gibi kulağına çalınır “hayyalel-felah” çağrısı. Henüz anlamını bilmediği bu çağrı ve Engin’den yoksun kalışı Süheyla’yı bambaşka bir dünyaya sürükler.

O günden sonra Süheyla bambaşka bir Süheyla olmuştur artık. İlk önce “Hayyalel-felah” çağrısının “haydin kurtuluşa” demek olduğunu öğrenir. Sonra annesinden kendisine Kur’an okumasını ister. Kızının bir an evvel evlenip yuva kurmasını isteyen annesi de kızındaki bu değişimleri yadırgasa da ses çıkarmaz. Süheyla’nın arkadaşları –başta Şükran olmak üzere- aynı fikirdedir: bir araba, bir kat, bir koca… 

Süheyla ise artık uzun başörtüsü, uzun mantosu ve makyajsız sade yüzüyle yeni bir dünyaya adımını atmıştır: “başka bir Süheyla, başka bir dünyadır.” İşinden de istifa etmiş olan Süheyla artık eski arkadaşlarını, eski yaşam biçimini, eski eşyalarını da terk etmiştir. Onun için artık “sevdiği şeylerden vazgeçme” vaktidir ve her gün kazanmakta olduğu bu yalnızlıklarla hayatı zenginleşmektedir.

Şükran, Süheyla’yı ziyarete geldiği bir gün Engin’in aslında o kızla nişanlanmadığını haber verir. Bu haber Süheyla’da beklenen etkiyi uyandırmaz, Engin’in hâlâ kendisini düşündüğünü bilmesi de. Şükran’a, Engin’in kendisini sorması halinde ona “Süheyla Müslüman oldu” demesini ister. Çünkü o, içinde “Engin” olan o dünyadan vazgeçmiştir.

“Bir araba, bir kat, bir koca” idealine ulaşan Şükran’ın nikâhına davetli olan Süheyla, bu mecburî eski arkadaşlığa binaen davete icabet eder. Nikâh salonundaki herkesten görünümüyle ayrı durmakta ve bu dünyadan olmadığını haykırmaktadır. Nikâha gelenler arasında Engin de vardır. Bu yeni görünümüne karşın Engin Süheyla’nın yanına gelir ve kendisine yemek teklifinde bulunur. Süheyla ise Engin’in aklını allak bullak eden cümlelerle yanıt verir kendisine. Artık birbirlerine yabancı olduklarını ve bu şekilde görüşemeyeceklerini ama Engin’in o ihtişamlı ve haram içindeki yaşantısından vazgeçmesi halinde bir araya gelebileceklerini ve “haramsız bir beldeye hicret edebileceklerini” söyler. Bu sözler karşısında şaşıran Engin bir yanıt veremez ve nikâh salonundan ayrılırlar.

Engin geçen süre zarfında oldukça zengin bir hale gelmiş, istediği araba ve evi de almayı başarmıştır. Süheyla ile olan karşılaşmalarının ve aralarında geçen sohbetin ardından ise onun da gönlü karmakarışık hale gelir. İçkili toplantıların birinde muhataplarına “haram nedir?” diye sorar fakat kimse cevabı bilmemektedir. Sonraki katıldığı toplantılarda da aynı türden sorular sorması üzerine kendisine tatile çıkması yönünde önerilerde bulunulur. Ancak Engin’in kafasında artan ve cevapsız kalan bu sorular onu Süheyla’nın oturmakta olduğu eve dek götürür. Süheyla ve annesinin taşınmış olduğunu öğrense de onları aramaya devam eder. Mahallede gördüğü uzun başörtülü ve uzun mantolu kişileri Süheyla’ya benzetir. Artık Engin de başka bir hayat, haramsız bir dünya arayışındadır ve o eski görkemli yaşantısı gözünde yoktur. Engin de, Süheyla da aynı hakikatin yolcusudur;

“Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. İçindeki yoksulluğu hissediyor musun? İşte senin için en hayırlı vakit... Ne ki nefsine ağır geliyor, onu yap. Kaldırdığın ağırlık miktarınca sana ferah erecektir.”

Memleket Hikayeleri (Refik Halit Karay) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı



1. Aşağıdakilerden hangisi “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde yer alan hikâyelerin hepsi için söylenebilir?

A) Mekân olarak Anadolu’dur.
B) Sonuç bölümüne yer verilmemiştir. 
C) Kahramanları idealist kimselerdir. 
D) Yaşanabilir olaylar konu edinilmiştir. 
E) Batıl inançların yol açtığı olumsuz durumlar işlenmiştir.

2. “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde yer alan hikâyelerin hangisinde yabancı unsurların taşkınlıkları karşısında zillet içerisindeki halkın bir panoramasının çizilmiştir? 

A) Sus Payı 
B) Kuvvete Karşı 
C) Bir Saldırı 
D) Garaz 
E) Yatır 

3. “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde yer alan aşağıdaki hikâyelerin hangisinde sosyo-ekonomik sınıf değişikliği nedeniyle bunalıma giren bir kahraman anlatılmıştır? 

A) Şeftali Bahçeleri 
B) Koca Öküz 
C) Sarı Bal 
D) Garaz 
E) Boz Eşek

4. “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde yer alan hikâyelerin hangisinde kahramanda içsel bir değişiklik olmuştur? 

A) Sus Payı 
B) Yılda Bir 
C) Komşu Namusu 
D) Sarı Bal 
E) Şaka 

5. “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde aşağıdakilerden hangisi Nuri'nin uzun zamandan beri zihnini meşgul eden bir olayın netleşmesine yardımcı olmuştur? 

A) Çam ormanlarından yararlanması 
B) Odun kıtlığına çözüm bulması 
C) Tanıdığı biriyle karşılaşması 
D) Hamamın odun ihtiyacının karşılanması 
E) Hayallerinde yaşamaktan kurtulması 

6. Muhtarı Hüsmen Hoca olan Anadolu’nun bir köyünde, köylüler bir ağacın altında hasta bir ihtiyar ile ihtiyarın boz eşeğini bulup onları beslemişler, hasta ihtiyar iyileşmiş ancak kısa bir süre sonra vefat etmiştir. 
“Memleket Hikâyeleri” adlı eserde geçen bu hikâyede ihtiyar adamın köylülerden son isteği aşağıdakilerden hangisidir? 

A) Memleketine gömülmesi 
B) Çocuklarının mezarını ziyaret etmeleri 
C) Eşeğinin Hicaz’a gönderilmesi 
D) Eşinin yanına defnedilmesi 
E) Servetinin muhtara bırakılması 

7. Bursa’da Amele Kâtibi olarak kırk yıldır görev yapan Hasip Efendi burada çalışan insanlar için oldukça üzülmektedir ve burada yaşanan ölümlerden kendini de suçlayıp vicdan azabı çekmektedir. En son çok sevdiği işçisi Fotika’nın ölümü onu istifa etmeye kadar götürmüş ama yapamamıştır.  “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde geçen bu bölümde ölümlerin sebebi daha çok aşağıdakilerden hangisinden kaynaklanmaktadır? 

A) Ağır makinelerle uğraşmaları 
B) Havasız bir ortamda çalışmaları 
C) Günde on altı saat çalışmaları 
D) İşçilerin kalp krizleri geçirmeleri 
E) Daima pis kokular çekerek zehirlenmeleri 

8. “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde yer alan hikâyelerin hangisinin adı kahramanın bir uzvuna benzetilerek verilmiştir? 

A) Yatık Emine 
B) Küs Ömer 
C) Cer Hocası 
D) Sarı Bal 
E) Ayşe’nin Yazgısı 

9. Bir kasabaya tahrirat müdürü olarak atanmış bulunan bu zat, ciddi bir görev bilinci ve hizmet derdindeydi. Büyük işler başarmak istiyordu. Orada bulunan memurların tümü zevk ve safa düşkünü bir hayat sürüyordu. Uzunca bir süre gelen davetlere karşı çıkıp onlar gibi olmamak için dirense de sonraları yavaş yavaş kendini, o arzularla dolu hayatın içinde buldu. Üstelik bundan hiçbir şikâyeti olmamakla beraber, bunu bir yaşam biçimi olarak kabullenmekten memnundu. 
“Memleket Hikâyeleri” adlı eserde alınan bu metin aşağıdaki hikâyelerden hangisine aittir? 

A) Boz Eşek 
B) Yatık Emine 
C) Şeftali Bahçeleri 
D) Vehbi Efendi’nin Şüphesi 
E) Yılda Bir 

10. “Memleket Hikâyeleri” adlı eserde geçen hikâyelerin birinde kişilerin aralarında yaşanan anlaşmazlıklar ve birbirlerini çekememeleri nedeniyle zarar gören kahraman aşağıdakilerden hangisidir? 

A) Hüsmen Hoca 
B) Yatık Emine 
C) Elif 
D) Ömer
E) Ayşe

Cevap Anahtarı:

1-D      2-B      3-D      4-A       5-C

6-C      7-E      8-D      9-C      10-B

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...