9 Ekim 2021 Cumartesi

Balıkçı ve Oğlu (Zülfü Livaneli) Kitabının Konusu, Özeti, Tahlili

KİTABIN ADI: Balıkçı ve Oğlu

YAZARIN ADI: Zülfü Livaneli

KİTAP HAKKINDA BİLGİ:

Toplumsal konulara duyarlılığı ile tanınan edebiyatçı ve fikir adamı Zülfü Livaneli, bu kez Ege balıkçılarının ve hayal kurmaktan bile mahrum bırakılan göçmenlerin kaderine eğiliyor. Usta edebiyatçı Livaneli, Balıkçı ve Oğlu ile son yılların en can yakıcı ve büyük dramı “göçmenliği” balıkçı Mustafa, Mesude ve Samir bebek üzerinden anlatıyor. O güne dek sıcak evlerinde televizyondan izledikleri haberlerden aşina oldukları ölü insan bedenleri ve yarı ölü bir bebek evliliklerinin tam ortasına düşerek bir bomba etkisi yaratıyor; aile ilişkilerini bambaşka bir çehreye büründürüyor. Balıkçı ve Oğlu, Ege’nin tarihinden bugününe, balık çiftliklerine ve rant hırsıyla dağlara, kıyılara saldıran şirketlerin yarattığı ekolojik yıkıma dair çok şey söylüyor. Bunun ötesinde göçmenlerin bir bilinmeze doğru göze aldıkları yolculuğu, hayatta kalma çabalarını ya da ölümü; kısacası “deryaya yakın, dünyadan uzak” yaşamlarını odağına alıyor. Livaneli’nin belki de en şiirsel romanı olan Balıkçı ve Oğlu; aile, aşk, ebeveynlik, evlat, kadın dayanışması, dostluk, göç, doğa üzerine çağdaş bir epope. Zülfü Livaneli’nin, uzun bir aradan sonra yazdığı ve heyecanla beklenen yeni romanı Balıkçı ve Oğlu, ustalıkla seçilen tasvirlerle okurun zihninde capcanlı bir anlatı oluşturuyor. (Tanıtım Bülteninden)

KİTABIN KONUSU:

Roman Ege'nin bir kasabasında yaşayan Mustafa adlı bir balıkçının hayatını anlatmaktadır. 

KİTABIN ÖZETİ:

Balıkçılık mesleği Mustafa’ya babasından yadigâr kalmıştır. Mustafa iyi yürekli, vicdanlı, merhametli ve kendi halinde biridir. Ekmeğini balıkçılıkla kazanmaktadır. Tüm hayatı denizle iç içe geçmekte hayatını bu sayede devam ettirmektedir. 

Mustafa diğer balıkçılara göre doğaya karşı daha duyarlı ve sevecen tutumludur. Hatta bazen balıklara merhamet edip onları denize bile salmaktadır. Bu özelliği takdire şayan bir şekilde tasvir edilmiş bir karakterdir. 

Denizle iç içe bir hayat süren Mustafa’nın çocuğu Deniz ise denizde boğularak hayatını kaybetmiştir. Mustafa bu olaydan sonra içine kapanmış, kendi halinde biri olmuştur. Bu duruma üzülen Mustafa’nın arkadaşları onu çoğu zaman gece eğlencelerine çağırmıştır ancak Mustafa bu eğlencelerde de yine sessiz ve içine kapanık bir tutum sergilemiştir. 

Mustafa her gün sabah erken saatlerde denize açılıp kendini Ege’nin eşsiz denizine, doğasına bırakmaktadır. Ruhunu doğanın sessiz huzurlu halinde dinlendirir. Yine denize açıldığı günlerden bir gün teknesine sert bir şey yanaşır bu suyun yüzeyine çıkmış bir kadındır, Mustafa şok geçirir. Bu kadını jandarmaya teslim etmek için tekneye alır. Kadını bırakıp tekrar denizde yola koyulur yine aynı durumla karşı karşıya kalır, bu kez de bir erkek cesedidir, bunu da alıp tekneye bırakır. İki kez bu durumla karşı karşıya kalınca muhtemelen bir göçmen botu batmıştır bu cesetler o yüzden su yüzeyinde diye düşünür. Bu düşüncelere dalmışken bu kez de bir bebeği su yüzeyinde görür. Bunu görünce içi daha çok parçalanır. Çocuğun yaşayıp yaşamadığından emin olmak için teknede yiyecek bir şey arar ve çikolata bulur. Bu çikolatayı çocuğun ağzına sürer, çocuk bunu süt gibi emmeye başlayınca Mustafa çok mutlu olur. Onu kurtardığı için sevinir. Çocuğa kanı kaynar. 

Mustafa çocuğunu kaybettiği için evlat hasreti çekmektedir bu yüzden bu çocuğu saklayıp evine götürme planı yapar. Jandarmalara kadın, erkek cesedini teslim eder, daha sonra evine gider. Eşi bebeği görünce şaşırır, Mustafa eşine durumu anlatır. Eşi önce mutlu olur daha sonra bu durum fark edilirse başlarının belaya gireceğini söyler. Mustafa çocuk hasretinden bu dediklerini dinlemez. Eşiyle konuştuktan sonra savcıya bu cesetlerden dolayı ifade vermeye gider, ifadeyi verip acele şekilde eve döner. 

Eşi Mesude çocuğa kendi çocuğu gibi bakar. Gel zaman git zaman çocuğu nereye kadar bu şekilde saklayabileceklerini Mesude eşine sorar. Mustafa çocuğu verme niyetinde değildir. Bu düşünceler içinde kıvranırlarken onların bu durumu ile ilgili köyde bir dedikodu yayılmaktadır. Bu durum savcılığa kadar duyulur. Çocuğun annesi hala yaşamaktadır ve çocuğunu sorup durur. Bu durum üzerine Mustafa savcılığa tekrar çağrılır. Mustafa telaşlanır. Savcılığa gittiğinde de dikkat çekici hareketler sergiler. Bebeği görmediğini söyler ve eve döner. 

Mesude artık işin çıkılmaz bir hal aldığını söyler, çocuğu annesine teslim etmeleri gerektiğini düşünür. Mustafa hayır diye diretir. Aralarında büyük bir kavga olur. Mustafa eşine sen de kadın olaydın da bana çocuk vereydin der, bunu duyan karısı çok kırılır. Çekip annesinin evine gider. Mustafa bu dediklerinden dolayı çok pişman olur. 

Mesude evlat hasretinin ne olduğunu bildiği için çocuğu hastanede annesine teslim eder. Bu durum üzerine Mustafa tutuklanıp hapse girer. Suçsuzluğu avukatın çabası ile açığa çıkar, serbest bırakılır. Mustafa ile eşi hala küslerdir. Mustafa evde yalnız yaşar. 

Bir gün Mesude annesinin evinde otururken resmi bir araçla birkaç kişi gelir. Merakla dışarı çıkar. Gelen bu kişilerin gelme sebebi bir zamanlar sahiplendikleri Samir bebekle ilgilidir. Samir bebeğin annesi çocuğuna bulunduğu göçmen şartlarından dolayı iyi bakamayacağını bundan dolayı çocuğunu Mesude'lere vermek istediğini söyler. Mesude gelenlerden bu durumu öğrenince çok mutlu olur. 

Hemen eşi Mustafa’nın yanına gider durumu anlatır. Mustafa da çok mutlu olur. Beraber çocuğu almaya giderler. Bu olaydan sonra mutlu mesut bir şekilde hayatlarını sürdürürler.

8 Eylül 2021 Çarşamba

Babamın Gözleri Kedi Gözleri (Sevim Ak) Kitabının Konusu, Özeti, Tahlili

 

Kitabın Adı : Babamın Gözleri Kedi Gözleri

Kitabın Yazarı : Sevim Ak

Kitap Hakkında Bilgi :

Bugün annem, ilk kez, ben sormadan, babamdan söz etti. Doğum günümden konuşuyorduk. İki gün sonra doğum günüm. Annem, babamın da doğum günüme gelebileceğinden üstü kapalı söz etti. Nereden biliyor? Demek benden gizli görüşüyorlar. Ben de annemden gizli, babamla mektuplaşıyorum. Ama üçümüz bir araya gelemiyoruz. Tuhaf bir bilmece. Babam doğum günüme gelirse sevinçten çıldırırım. Boynuna sarılır, asla gitmesine izin vermem.

Babamın Gözleri Kedi Gözleri, ilkokula giden bir kız çocuğunun günlüğünden oluşan bir roman. Bir gün yeni bir eve taşınırlar. Küçük kız, her gün, o çok sevdiği babasının eve gelmesini bekler. Baba gelmez. Çünkü, anneyle araları açılmıştır. Yine de babasıyla küçük kız arasında küçük haberleşmeler, kısa mektuplaşmalar olur. Duygu dolu, sevgi dolu bir kitap. Sevim Ak, ülkemizde çocuk kitabı yazan en başarılı yazarlardan biri. Yazdığı birbirinden güzel kitapları ardı ardına yayınlayacağız. Bu kitabı resimleyen Behiç Ak da ülkemizin sayılı çizerlerinden. Üstelik de Sevim Ak'ın kardeşi.
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Özeti :

Kitabımız, annesi ile babası ayrılacağı için günlerini babasından ayrı geçirmeye başlayan Ayçiçeği'nin günlüğünden oluşmaktadır. 

Ayçiçeği henüz ne olduğunu anlamadan babasından ayrılmak zorunda kalır. Ayçiçeği bu yüzden kötü günler geçirmektedir. Bu ayrılık ona üzücü olaylarla baş etmeyi ve daha birçok şeyi öğretir.

Ayçiçeği ile annesi başka bir eve taşınırlar tabiiki babası onlarla gelmez. Ayçiçeği bu evlerinin daha geniş, yeni odasının da daha güzel olduğunu düşünürken bir yandan da babasını özler.

Okulların açılmasına az kalmıştır, bunun için annesiyle okul alışverişi yaparlar. Daha sonra yeni mahallesinde ip atlamaya dışarı çıkar. Ama yeni komşuları bu durumdan pek hoşlanmazlar ve oturup gelen geçeni izlemeye başlar. Biraz sonra penceresinin önünde oturan garip bir kadın onu çağırır. Kadının onlarca sorusunu cevaplar, bir yandan da pencerenin iki yanındaki aynalardan kendini görmeye çalışır. Vakit böylece geçerken kadını sever ve ona "Aynalı Kadın" ismini verir.

Bir de apartmanlarında bir kız görür ve onunla tanışıp arkadaş olabileceği için heyecanlanır. Bir yandan da babasının onu aramamasına üzülür.

Okul başlayınca apartmanda gördüğü kızın adının Çağrı olduğunu öğrenir. O gün bir de eski çantasının içini boşaltır. Babasının çokça kullandığı ve "diyot" dediği bir parça düşer çantasından, eskiden hiç önemsemediği o parçayı alarak yastığının altına koyar. Her geçen gün babasını daha çok özler.

Başka bir gün okula giderken yine o kızla ve bir kediyle karşılaşır. Ama ikisiyle de arkadaş olamaz. Yeni mahallelerini pek sevmediğini düşünür.

Eski mahalledeki en iyi arkadaşı Bilge'yi hatırlar. Hem onun hem de babasının kendisini aramadığını düşününce daha çok üzülür. Sevginin ne olduğu hakkında annesiyle konuşurlar.

Gece rüyasında çiçekli bir gemide babasını görür ve çok sevinir. Okul dönüşünde penceresinin önüne koymak için çiçekler alır.

Bir gün okul dönüşünde babasını görmek için eski evlerine gider. Ama babasının yerine yabancı insanlarla karşılaşır. Büyük bir hayal kırıklığıyla eve dönerek babasının nerede olduğunu öğrenmeye çalışır, annesi babasının yolculuğa çıktığını söyler.

Annesine inanmaz ve nerede olursa olsun babasını bulmaya karar verir.

Anneannesi onlara gelince ona babasının kaybolduğunu söyler. Anneannesi babasının kaybolmayacağını söyleyince biraz olsun rahatlar.

Babasını özledikçe onun yaptığı ilginç eşyaları ve başkalarının kullandığı normal eşyaları düşünür. Değişik ve ilgi çekici olmak yerine herkes gibi olmak ister.

Annesi çok istediği masa ve kitaplığı alır. Anneannesi de yakında yine gelmek üzere evine döner.
Bir akşam Çağrı ile annesi onlara gelince Çağrı'yla birlikte bahçeye çıkarlar. Birkaç ateşböceği yakalayıp kavanoza koyarak eve dönerler. Annesi kavanozu açınca ateşböcekleri kavanozdan çıkar. Ayçiçeği de gece yatarken dışarıdaki ateşböceklerini izler.

Okula giderken Serkan'la karşılaşır. Serkan'ın babasının olmadığını bildiği için ona, bunun çok kötü bir şey olup olmadığını sorar. Serkan da babasının yüzünü unutmadığı sürece babasını gerçekten kaybetmemiş olacağını söyler. Okul çıkışında yine konuştuklarında Serkan, babasının her an yanında olduğunu düşündüğünü söyler. Bu fikir Ayçiçeği'nin hoşuna gider ve o da öyle düşünmeye başlar. Bir de odasına babasının fotoğrafını koyar.

Anneannesi yeniden gelir. Yolda Bilge'yle karşılaşır ve çok sevinir. Ertesi gün parka giderek sonbahar yapraklarından cebine doldurur. Eve dönerken babasının arkadaşıyla karşılaşır. Babasının arkadaşı ona babasını gördüğünü ve onu öpmesini istediğini söyler. Ayçiçeği de ondan babasına onu çok sevdiğini söylemesini ister ve babasına vermesi için ona bir yaprak emanet eder.

Pazar günü babasının arkadaşı ona babasından bir zarf getirir. Zarfın içinden çok kısa bir mektup ve babasının yaptığı bir el feneri çıkar. Bunlar sevinmesi için yeter de artar.

Bir gün okulda resim çizerler, Ayçiçeği de resim çizerken kendisine bakan kedinin gözlerini çizer. Öğretmeni Ayçiçeği'nin resmini haftanın resmi seçer. Bu olay Ayçiçeği'ne, babasının gözlerini kedi gözlerine benzettiğini hatırlatır.

Babasının arkadaşı, Ayçiçeği ile babasının özel postacısı gibi olur. Böylece babasına olan özlemi biraz olsun hafifler ve babasını daha yakından tanımaya başlar.

Günler böyle geçerken Ayçiçeği'nin doğum günü gelip çatar. Ayçiçeği'nin uzun süredir beklediği gün, o gün olur. Babası doğum gününe gelir. Böylece bir günden daha az bir süre de olsa babasıyla vakit geçirir. Uzun zaman sonra yeniden bir arada olmalarına çok sevinir.

Günleri, kimi zaman babasının ona doğum günü hediyesi olarak getirdiği kedi ve daha önceden kendisinin aldığı iki balığı ile kimi zamansa arkadaşları ve babasının arkadaşıyla geçer.

Bir gün okuldan geldiğinde babasının evde olduğunu görür. Annesi ile babası ona o gün boşandıklarını söylerler. Artık hafta sonu babasıyla, hafta içi annesiyle kalacağını anlatırlar. Ayçiçeği belki de babasından uzak geçirdiği günler sayesinde bu durumu kolayca kabullenir. Hatta artık babasıyla da kalacağını öğrenince çok sevinir.

Babaannem Geri Döndü (Şermin Yaşar) Kitabının Konusu, Özeti, Tahlili

Kitabın Adı : Babaannem Geri Döndü

Kitabın Yazarı : Şermin Yaşar

Kitap Hakkında Bilgi :

Dedemin Bakkalı ve Abartma Tozu kitaplarıyla her yaştan yüz binlerce çocuğun en sevdiği yazarlardan biri olan Şermin Yaşar'ın son kitabı Babaannem Geri Döndü yine bol bol ironi, kahkaha ve katıksız sevgi içeriyor.

7’den 70’e tüm okurların sayfalarında kendilerinden bir parça bulacağı Babaannem Geri Döndü, aslında son derece tonton ve şefkatli bir babaanne olan Hasibe Hesapoğlu’nun hiç beklenmedik bir şekilde çocuklarının evine yerleşme macerasını anlatıyor. Torununun ağzından dinleyecek olursak olaylar tam olarak şöyle gelişiyor:

Her şey babaannemin âniden kapıda belirmesiyle başladı. Ayağında pateni, üstünde balerin eteği ve pembe saçlarıyla bir babaanne ancak bu kadar kapıda belirebilirdi! Neredeyse bir barınağı dolduracak kadar evcil hayvanın yanı sıra legolar, yapraklar, taşlar, hayalî bir arkadaş ve daha bir sürü tuhaf şeyle dolu 15 valiziyle bize yerleşmeye karar verdi!

İnsanın babaannesinin yaramaz bir çocuğa dönüşmesi çok acayipti. Bazen oturup bağıra çağıra ağladı, bazen de olur olmadık kahkahalar attı! Kıyafetleri de arkadaşları da fikirleri de oyuncakları da birbirinden garipti.

Babaannem yüzünden ne uyuyabildik ne oturabildik ne de eğlenebildik.

Tek istediğimiz eski tonton, şefkatli babaannemizdi. Gerçek babaannemi o kadar özlemiştik ki...

Ve tam da artık ümidimizi kestiğimiz anda işler değişti.

Ne mi oldu?

Babaannem geri döndü! (Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Özeti :

Kitabımızın baş karakteri olan Çınar çok yaramaz ve meraklı bir çocuktur. Çınar, kendisi yaramazlığının nedeni olarak can sıkıntısını söyler. 

Çınar gerek okulda gerekse evde çeşitli yaramazlıklar yapar. Çınar'ın annesi Leyla ve babası Yusuf'un ikisi de çalışmaktadırlar. Anne ve babası eve geldiklerinde de çoğunlukla yorgun oldukları için Çınar'la ilgilenememektedirler. Anne ve babası Çınar'la oynamadıkça Çınar'ın canı daha çok sıkılır. 

Anne ve babası ise sürekli Çınar'ın yaramazlıklarından şikayet ederler. Çınar'ın bir an önce büyümesini isterler. Çınar'ın halası Ayşe, onun eşi olan eniştesi Murat ve Çınar'ın kuzeni olan Beren ile birlikte yanlarındaki evde oturmaktadırlar. Beren ile Çınar çok fazla anlaşamasa da sonuç olarak yaşıt kuzenlerdir. Ayşe kızı Beren'i, babası Yusuf ise Çınarı sürekli olarak Çınar'ın babaannesi olan Hasibe hanım'a şikayet ederler. Hasibe hanım onların da bir zamanlar çocuk olduklarını hatırlatmak üzere onlara bir oyun oynamaya karar verir.

Bir gün kapıyı açtıklarında Hasibe hanım iki kedi, bir köpek, muhabbet kuşları, balıklar ve kaplumbağa ile birlikte on beş valiz ile kapıya gelir ve artık Çınarlar da yaşayacağını söyler. Ancak her zamanki halinden çok farklıdır. Bir çocuk gibi davranmaya başlar. Sürekli mızmızlanan, evi batıran, dağıtan, yaramazlık yapan küçük bir çocuk haline dönmüştür. Yusuf, Ayşe, Leyla ve Murat ne yapacaklarını bilmez halde Hasibe hanımın peşinde dolanırlar. Çınar ve Beren de çok şaşkındır. Günboyu Hasibe Hanım'ın yaramazlıklarını temizlemeye çalışırlar. Hasibe hanımı normal haline döndürmeye çabalarlar ancak tüm çabalar yetersiz kalmıştır. Hasibe hanım gün sonunda hala küçük bir çocuk gibi davranmaktadır.

Getirdiği valizlerin içerisinde taş, sopa, küçük kağıt parçaları, eski bir gelinlik, boya gibi farklı ve çeşitli şeylerle on beş tane valiz ile gelmiştir. Tüm zamanı boyunca duvarlarda resim yapmış, sürekli çizgi film izlemiş, evin içinde futbol oynamış, Çınar'ın anne ve babası olan Yusuf ile Leyla'nın aralarında uyumuş, yemekleri beğenmemiş, yeniden yapılmalarını istemiş, sofraya geç gelmiş, taş boyamış bu taşları sokakta satmaya çalışmış, eski bir gelinlik giyip gün boyu onunla gezmiş, dışarıya külotlu çorap ve atlet ile çıkmak gibi birçok şey istemiş ve yapmaya çalışmıştır. Yusuf, Leyla, Ayşe, Murat, Çınar ve Beren Hasibe Hanım’ı durdurmak için birçok yol denemişlerdir.

Ayşe'nin psikolog arkadaşına gitmişler o ise Hasibe Hanım'ın uslu çocuk sendromuna yakalandığını söylemiştir. İnternette ise bu sendromla ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ne yapacaklarını şaşırmış haldeyken Çınar kendisini anne ve babasının nasıl davranmasını istiyorsa Hasibe Hanım’a da öyle davranmaya karar vermiş ve ailecek yapılan etkinlikleri çoğaltmıştır. Orman yürüyüşleri, çeşitli piknikler, ormanı tanıma, babaannesi ile birlikte resim yapma gibi hem ailecek hem de babaannesi Hasibe Hanım ile birlikte çok fazla etkinlik yapmıştır.

Bir haftanın sonunda ise Hasibe Hanım artık evlatlarının ve torunlarının yorulup, kendisinin öz halini özlediklerini anladıktan sonra bir kahvaltı sofrası hazırlayarak ebeveynlere kendilerinin de bir zamanlar çocuk olduklarını ve Çınar ile Beren'in yaptıklarının çok normal şeyler olduklarını çocukların bu şekilde büyüdüklerini Yusuf, Leyla, Murat ve Ayşe'ye göstermiştir. Hasibe Hanım onların yanından gitse de artık Çınar ve Beren'in aileleri onları daha iyi anlamakta ve onlarla birlikte vakit geçirmektedir.

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Dünyada Yapılan İlk Satranç Otomatının Adı - Türk


Dünyanın ilk satranç otomatı, 1734-1804 yılları arasında yaşayan Macar Kempelen tarafından geliştirilmiş, kurulduktan sonra karşısındaki kişiyle satranç maçı yapan "Türk" adındaki bir mekanizmaydı.

Macar mucit Kempelen tarafından geliştirilen satranç otomatı "Türk", 1800'lü yılların en gizemli ve ilgi çeken satranç oyuncusuydu.

UNESCO tarafından 20 Temmuz 1966'da ilan edilen Dünya Satranç Günü'nün bu yıl 55'incisi kutlanmaya hazırlanılırken, AA muhabiri tarihin en gizemli satranç oyuncusu "The Turk", yani "Türk"ün hikayesini derledi.

Tarihi en az 4 bin yıl öncesi Mısır'ına dayandığı rivayet edilen, bugünkü ismiyle ise ilk kez milattan sonra 3-4. yüzyılda Hindistan'da "Çaturanga" adıyla oynanmaya başlayan satranç, dünya çapında milyonların ilgiyle oynadığı bir oyun.

Satrancın en iyilerini belirlemek için her yıl düzenlenen dünya şampiyonalarında birincilik kürsüsüne çıkan oyuncular arasında olmasa da "Türk" adı aslında satranç tarihinin en gizemli ve ilgi uyandıran hikayesinde yaşıyor.

Tarihteki ilk satranç otomatı olan makinenin adı "The Turk", yani "Türk"tü. 1734-1804 yılları arasında yaşayan Macar mucit Johann Wolfgang Ritter von Kempelen de Pazmand tarafından geliştirilen otomat, üzerinde sarıklı ve bıyıklı bir Türk figürü oturtulmuş, 120 santim uzunluğunda, 105 santim genişliğinde ve 60 santim yüksekliğinde akçaağaçtan yapılmış bir mekanizmaydı.

Kempelen'in 1769'da yapımına başladığı otomat ilk maçını Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa için yapmıştı. Otomat kurulduktan sonra karşısında oturan gönüllü ile satranç maçı yapan "Türk", oyun sırasında başını hareket ettiriyor, tıpkı bir sonraki hamlesini hesaplayan gerçek bir oyuncu gibi gözlerini oynatabiliyordu.

Her ne kadar bir otomat olsa da "Türk" iyi bir satranç oyuncusuydu. Öyle ki ünü hızla yayılınca Napolyon Bonapart ve Benjamin Franklin ile de maçlar yapmış ve bu maçlarını kazanmıştı.
Edgar Allan Poe da "Türk"ü yazdı

"Türk"ün çalışma mekanizması sırrını hep korudu. Otomatın nasıl çalıştığına dair sorular ise yanıtsız kaldı. Mekanizmanın çalışma prensiplerine dair ortaya pek çok tez atıldı. Bu tezlerden bazıları "Türk"ün içinde bir çocuk ya da bir satranç ustasının oturduğu yönündeydi. Bu teze göre bir otomata karşı oynadığını düşünen oyuncular, aslında bir satranç ustasıyla maç yapıyorlardı.

Bir başka tez ise her taşın altında bir mıknatısın olduğu ve hamlelerin yine usta satranç oyuncusunun oynadığı tahtaya yansıtıldığı yönündeydi. Hatta dönemin usta satranç oyuncularından bazılarının "Türk"ün içinde oynayan isim olduğu yönünde iddialar da ortaya atıldı.

"Türk"ün sırrını çözmek için kafa yoranlardan birisi de ünlü Amerikalı şair ve yazar Edgar Allan Poe'ydu. Poe, "Maelzel's Chess" adlı yazısında otomatı, "Akçaağaç ağacından olduğu anlaşılan büyük bir kutunun yanında, bağdaş kurmuş şekilde Türk gibi oturan bir figür görülmektedir." diye tanımlamıştı. Poe yazısında "Türk"ün çalışma prensiplerine ilişkin tahminlerine de yer vermişti.
"Türk" bir yangında yok oldu

Kempelen'in ölümünden sonra otomat oğlu tarafından, metronomun mucidi Johann Maelzel'e satıldı. Maelzel'in girişimleriyle otomat 1817-1837 yılları arasında tüm Avrupa ve ABD'de "turneye" çıktı.

Maelzel'in vefatının ardından bu kez de Edgar Allan Poe'nun doktoru John Kearsley Mitchell "Türk"ü satın aldı ancak eskisi kadar ilgi görmeyen otomatı Philedelphia'daki bir müzeye bağışladı.

"Türk" 5 Temmuz 1854'te Philadelphia'da Ulusal Tiyatro'da başlayıp müzeye sıçrayan bir yangında sırlarıyla birlikte kül oldu. Tıpkı mekanizmanın nasıl çalıştığı gibi neden tarihin ilk satranç otomatına "Türk" adının verildiği sorusu da yanıtsız kaldı.

"Türk"ün son sahibi Michell'in oğlu Silas Michell bu durumu şu sözlerle anlatmıştı:

"Hiçbir zaman Türk'ünki gibi bir sır tutulmadı. Kısmen, birçok kez tahminlerde bulunuldu ama hiçbirisi bu eğlenceli bulmacayı çözemedi.

Sunay Akın - Sonsuza Kadar Derin Aşk - Dumlupınar Denizaltısı


SONSUZA KADAR DERİN AŞK - Dumlupınar Denizaltısı

Delikanlı Askeri Deniz Lisesini kazanır ve Heybeliada da okula başlar. Bu arada tanıştığı o Çanakkaleli kıza aşık olmuştur. Okulla beraber aşkını büyüterek geliştirir. Arada mektuplaşmalar yazışmalar ve gün gelir okul biter. Deniz Harp Okulunu da bitiren delikanlı artık Teğmen olmuştur.
 
Yine her zaman buluştukları kır kahvesinde buluşmak için randevulaşırlar. Önce delikanlı gelir sonra da genç kız. Genç kız geldiğinde delikanlının yüzü düşmüş suratı asık onu beklemektedir. Genç kız bu suratı hiç beğenmemiştir. Ayrılık vakti geldi diye düşünerek hazırlamıştır kendini. Önceki buluşmalarda ki o heyecan o sevinç artık yoktur delikanlıda. Usulca yanına yaklaşır ve "Hoş geldin" der. Kuru bir "sen de hoş geldin" diye aldığı cevap iyice hüzne boğmuştur genç kızı. Artık bu aşkın sonuna geldiğini düşünerek sorar;

- Senin bir sıkıntın mı var?
- Evet!
- Hadi söyle o zaman, her şeye hazırlıklıyım.
- Yaa beni bir denizaltıya verdiler. dedi kızgınca.

Genç kız artık rahatlamıştır. Sorunun kendisi değil denizaltı olduğunu duyunca içinden bir ohh çeker.

- Ne var bunda? diye sorar genç kız.
- Yaa öyle deme, biz denizciler gemideyken sevdiklerimizle haberleşemiyoruz denizaltıdan nasıl haberleşeceğiz? Delikanlı üzgün bir sesle sorar genç kıza;
- İstersen ayrılalım!
- Hayır asla. Ben seni bırakmam . diye cevaplar genç kız.

Delikanlı beklediği bu cevabı alır almaz heyecanlanır ve elinde tuttuğu paketi kıza uzatır.

- Sana armağan getirdim al.

Kızın kalbi hızla atmaya başlar. Neredeyse duracak gibi olur ve içinde yüzük olduğunu tahmin ettiği paketi heyecanla açar ama şaşkınlıktan duraklar. Paketin içinde bir fener ve mors kitabı bulunmaktadır. Kız şaşkınlıkla yine sorar.

- Bunlar da ne?
- Yaa biz Çanakkale boğazından denizaltı ile çok geçeceğiz ve geçişlerimiz hep satıhtan olur. Sen de fenerle mors alfabesini kullanarak sana haber verdiğim zamanlarda yazışırız. Olmaz mı?
- Bunlarla mı yazışacağız? diye sorar genç kız yeniden.
- İstemiyorsan ayrılalım. der delikanlı.
- Yok hayır. der gençkız. Ayrılık yok yaşasın mors. diye yineler delikanlıya.

Genç kız mors alfabesi üzerinde çalışmaya başlar. Tüm detayıyla öğrenir ve kullanabilir hale gelir artık. Bir kaç gün sonra haber gelir delikanlıdan. Gelen mesaja göre 5 gün sonra gece saat 01:00 de geçeceğini ve kendisine mesaj yazmasını kendisinin de ona mesaj yazacağını iletir. Gençkız söylenen zaman ve saatte pencerede hazır bekler. Gelibolu da denizaltı denizden süzülerek geçerken çevrenin zifiri karanlığında uzaklardan bir yerden yanan ışık pırıltılarını fark eder güvertedeki komutan ve diğer subaylar. İçlerinden birisi,

- Bakın bakın ilerden bir yerden ışık yanıp sönüyor. diye dikkat çeker.
- Çabuk okuyun bakalım ne diyorlarmış. diye emir verir komutan. Subaylardan biri heceleyerek okur;
- Se ni se vi yo rum.
- Bu ne lan. der komutan.

Hemen yanında duran delikanlı Teğmen,

- Efendim, o benim sevgilim. der en lirin haliyle.
- Ne iş oğlum bu?
- Efendim mors alfabesi hediye etmiştim ve ben geçince bana yazarsın demiştim işte o. diye cevaplar delikanlı Teğmen.
- Vayy be aferin lan! desene biz bunca zaman boğazları hep boş geçmişiz.
- İzin verir misiniz komutanım ben de bir mesaj yazayım.
- Neyle?
- Cep fenerim var komutanım. der delikanlı teğmen.
- Lan ne feneri aç projektörü geç başına ver mesajını. der komutanı Teğmenine.

Projektörü açan teğmen yanıp söndürürken sanki Gelibolu'yu yakıp tutuşturuyordu aşkından. İlk kez böyle bir şeyle karşılaşan Gelibolu sanki uzaylılar istila etmiş gibi heyecan yapmışlardı teğmen ile gençkızın aşkından.

Gelen mesajları heceleyerek kağıda dökmeye çalışan gençkız denizaltı geçtikten sonra elindeki kağıdı okudu. "Sonsuza kadar" yazılıydı delikanlıdan gelen mesajda.

Bu olay tüm denizaltıcılar arasında duyulmuştu. Artık herkes delikanlı Teğmen ile gençkızın aşkını anlatıyordu.

Birkaç gün sonra bir haber daha gelir. " Bir hafta sonra gece saat 02:45 de pencerede ol ben geçiyorum bana mesaj yaz. Ama dikkat et konvoy halinde geliyoruz ve ilk denizaltıda ben varım sakın sırayı şaşırma. "

Gençkız yine söylenen saatte pencerede bekler. Gecenin karanlığında Ege denizinden Çanakkale boğazına giren denizaltılar süzülerek ilerliyorlardı. Genç kız fenerini yakıp söndürerek mesajını vermeye başladı. Denizaltıdaki mesajı gören denizciler;

- Bakın bakın ışık yanıp sönüyor okuyun; "se ni se vi yo rum"
- Vay be, duyduğumuz doğruymuş böyle bir aşk varmış. der denizaltının kaptanı Bahri Kunt.
- İyi de bu kızın sevgilisinin denizaltısı öndeydi niye bize mesaj yazdı ki? diye kendine sormadan sormadan edemez kaptan.
- Efendim herhalde uyuyakaldı ya da sırayı şaşırmıştır. diye cevaplar subaylardan biri.
- Yahu geçip gideceğiz şimdi kız haber almazsa yanlış anlayacak rahat uyuyamaz. Nasılsa gecenin karanlığı kimse anlamaz açın şu projektörü. emrini verir kaptan Bahri Kunt.

Ve mesajı gönderir "Sonsuza kadar"

Tarih 04/04/1953 o konvoyun 1. gemisi Dumlupınar Çanakkale Nara burnu açıklarında İsveç Bandıralı ve buzkıran donanımlı bir geminin çarpması sonucu Boğazın derin sularına gömülmüştü. 2. Gemi bunu hiç fark etmeden devam etmiş ve boğazdan ilk geçen gemi olmuştu. 81 Denizcimiz ile beraber o delikanlı Sonsuza kadar sürecek olan son uykularına dalıyorlardı.

-Sunay Akın

İnsanlarda Çip Kullanımı - İsveç'de Vücuduna Çip Takan İnsanlar - 3 bin İsveçli Neden Çip Takıyor?


3 bin İsveçli neden çip takıyor?

Dünya genelinde, vücuduna çip enjekte edilmiş “cyborg” sayısının 10 bine ulaştığı tahmin ediliyor. Çok fazla mikroçip şirketinin bulunduğu İsveç, 3 bin kişi ile "çiplenmiş" en fazla insana sahip ülke konumunda.

Geçtiğimiz sene İsveç merkezli Epicenter isimli bir şirket, çalışanlarının derisinin altına çip yerleştirme uygulamasını başlattı.

El derisinin altına şırınga aracılığıyla yerleştirilen pirinç tanesi büyüklüğündeki mikroçipler sayesinde, çalışanlar şirket içindeki tüm cihazları kullanmaya, kimlik kartı olmadan şirkete girmeye başladılar.

Deri altına yerleştirilen çipe “RFID” adı veriliyor. Bir antene sahip olan çip, pile ihtiyaç duymuyor. Şırınga yardımıyla derinin altına yerleştirildikten sonra, bir RFID kodu yolluyor. Bu kod etrafta bulunan teknolojilerle iletişime geçebilmeyi sağlıyor.

Şirketin CEO’su Patrick Mesterton’a göre, çalışanlar bu uygulamadan son derece memnun. Uzmanlar ise deri altına yerleştirilen çiplerle kişilik haklarının kolayca ihlal edilebileceğini ve sağlık gibi çok sayıda gizli bilgiye kolayca ulaşılabileceğini belirtiyor.

Kurumsal dünyada uygulamanın etik tarafı tartışılırken, çip uygulaması kamusal alanda da hayata geçmiş durumda.

İsveç’te bazı trenlerde yolcular e-biletlerini derilerinin atında taşımaya başladılar. Ülke genelinde şu anda tam 3 bin kişi, eline çip enjekte ettirmiş durumda.

Fiyatı 150 dolar

Deri altına yerleştirilen çipin fiyatı 150 dolar. Bu çip, kişisel verileri, kredi kartı numaralarını ve tıbbi bilgileri depoluyor; radyo frekanslarını kullanarak cihazlar ile iletişime geçiyor.

Bugün dünya genelinde, vücudunda çip enjekte edilmiş “cyborg” yani uzaktan kumanda ile hareket eden yapay "canlı" sayısının 10 bine ulaştığı tahmin ediliyor. Çok fazla mikroçip şirketinin bulunduğu İsveç, en büyük paya sahip ülke konumunda. Hatta insanlar, kendi kendilerine enjekte edebilecekleri çip siparişi bile vermeye başlamış durumdalar. “Çiplendim!” t-shirtlerini giyip gezenler de işin cabası!

İsveçli BioHax firmasının kurucusu Jowan Österlund, The Economist dergisine yaptığı açıklamada, insan vücuduna entegre edilen çiplerin mobil telefonlardan daha güvenli olduğunu, çiplerin “hack”lenmesinin çok daha zor olduğunu söylüyor. Tabi ki, bunun tersini düşünenler de var. RDIF çiplerin GPS’i yok, ama otomatik kapı, printer gibi cihazlarla iletişime geçtiğinde, iz bırakıyor.

Örneğin Meksika’da kaçırılma olaylarına karşı önlem olmak için deri altına çip yerleştirmek moda olmuş durumda.

Deri altına enjekte edilen çipin fiyatı 150 dolar

Peki insanlar bu riski neden alıyor? Bunun başlıca nedeni rahatlık. Temassız işlem, ödeme teknolojisinin olduğu her yer, mikroçip kullanımı için gerekli olan altyapıyı sağlıyor.

Dolayısıyla Kanada’nın ardından dünyanın en az nakit para kullanılan ikinci ülkesi olan İsveç, çip kullanımı açısından son derece elverişli bir ortam sunuyor. Çip kullanımının artmasında ise en büyük rol şirketlere düşüyor. Çin implantlarını algılayan mağazaların sayısı henüz çok sınırlı. Algılayanlar ise hala ciddi sorunlarla karşılaşabiliyorlar. Örneğin İsveç demiryolları yetkilileri yolcuların çiplerini okuduklarında, e-bilet yerine LinkedIn verilerine ulaşabiliyorlar. Dolayısıyla çipler, henüz sadece dijital iş kartları veya anahtar yerine geçen kartlarda kullanılıyor.

İnsanlarda Çip Kullanımı - Rus Bilim Adamı Vücuduna Taktığı Çiplerle Kapıları Açıyor ve Bankamatik Kullanıyor

 

Mikro çipler, insan hayatını çok kolay hale getirebiliyor. Peki o çipleri vücudumuzda kullanabilir miyiz? Rusya'da bir doktor ellerine yerleştirdiği çiplerle kapıları açıp, bankamatikten işlem yapabiliyor. İşte bilim kurgu filmlerini hatırlatan o görüntüler...

Filmlerde, fantastik romanlarda sıklıkla karşılaştığımız çipler gerçek oldu. Rusya'da bir doktor, kendine yerleştirdiği çiplerle kapıları açabiliyor.

Birçok bilim kurgu filminde kullanılan ve geleceğin teknolojisi olarak adlandırılan çipler bu kez gerçek oldu. Rusya’nın Novosibirsk kentinde doktor olan Aleksandr Volçek, vücuduna yerleştirdiği beş adet çip yardımıyla sadece bir el hareketiyle günlük bazı işlerini halledebiliyor. Bu çipler sayesinde tek bir el hareketiyle kapı açabiliyor, bankamatik kullanabiliyor. Kadın doğum uzmanı olarak çalışan Volçek, sol eline üç, sağ eline iki çip yerleştirdi. Çiplerin boyutları ise iki milimetre ila on üç milimetre arasında değişiyor.

Rus hekim birinci çipini 2014 yılında yerleştirmiş ve altı çipten birini eskidiği için çıkarmak zorunda kalmış. Fakat çipler yeniden programlanabildiği için eskimesi sorun teşkil etmiyor. Çipler derinin altına bir enjektör yardımıyla enjekte ediliyor. Eğer istenirse kalın iğneli bir şırıngayla bile deri altından çıkarılabiliyor.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...