23 Ağustos 2020 Pazar

Siz Arı mısınız, Yoksa Sinek mi? Okuyup Karar Verin. Işığa Koşanlar veya Karanlığa...

 

Arıları ve sinekleri ağzı açık bir şişeye koymuşlar.

Şişenin taban tarafını ışığa doğru,

Açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştirmişler.

Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru ilerlemiş.

Ama şişenin tabanı kapalı olduğundan dışarı çıkmayı başaramamışlar.

Bu arada sinekler, şişenin ağzına doğru doluşmuşlar...

ve dışarı çıkıp karanlıkta kaybolmuşlar.

Karanlık tarafta bulunan şişenin açık ağzına doğru tek bir arı bile gitmemiş…

Camın önünde ışığa doğru çabalamaya devam etmişler.

İnsanın aklına hemen arıların akılsızca davrandıkları geliyor değil mi.

Ancak daha derinlemesine düşününce;

Karşımıza anıt gibi dikilen bir yaşam tarzı ortaya çıkıyor….

Einstein e göre arılar olmazsa, insan yaşamı 4 yıl sonra son bulur…

Arılar nerede, hangi çiçek ile besleneceğini bilen, 

yüzlerce kovan arasında kendi kovanını bulabilen, 

ve o kovanın yüzlerce peteği arasından kendi peteğine yumurtlamayı hiç şaşırmadan başarabilen bir canlıdır…

Bu olağanüstü canlı nasıl olur da şişenin ağzını bulup çıkamaz değil mi?

Kuşkusuz ışığa doğru yürüyenlerin önünde her zaman engeller olacaktır…

Onlar, engellere rağmen ışıktan vazgeçmeyeceklerdir…

Ve bu uğurda da gerektiğinde ölmeyi göze alabileceklerdir.

Sinekler ise karanlığa doğru sıvışan kaçaklardır.

Hiç umursamadan karanlığa doğru yürüyenlerdir.

Sinsi, ilkesiz, yüreksiz, korkak, bencil varlıklardır.

Sadece kendi yaşamları değerlidir.

Nerede yemek varsa, 

nerede rahat yaşayacaklarsa, 

nerede çok para kazanacaklarsa oraya giderler. 

Değerlerin bi önemi yoktur….

Arıyı kovalamak isterseniz o kaçmaz, sizinle savaşır.

İğnesini sapladığında öleceğini bilerek savaşır.

Ve değerleri için ölür.

Ama sinekler kaçarlar. 

Sonra yılışık yılışık tekrar dönerler terkettikleri yere…

Mikrop taşıyan ayaklarıyla ezerler; yaşadığımız her yeri…

Arılar yumurtalarını yalnızca kovanlarına bırakırlar.

Oysa sinekler her yere yumurtlar, her yerde ürerler.

Çöplüklerde, tuvaletlerde, bataklıklarda… 

Onlar için yumurtalarını bırakacakları yerin bile hiç önemi yoktur.

Sinek olup karanlığa mı?

Arı olup aydınlığa mı?

Engellere rağmen ışığa yürüyenlere, 

ışığa ulaşmak için çabalayanlara, 

insanca değerler yaratma adına mücadele edenlere 

ve çevrelerine ışık saçanlara selam olsun…

Farklı düşünenleri yoruma bekliyorum....

9 Ağustos 2020 Pazar

99 Kuralı Nedir? Vezirin, Kral'a Verdiği Hayat Dersi

Eski zamanlarda, çok uzaklardaki bir krallığı yöneten üzüntülü ve kederli bir kral varmış. Bu kral, üzüntüsünün sebebinin 99 çemberi ile ilgili olduğunu, bilge adamlarından biri ona anlatana kadar bilmiyormuş. Ve, bu onun için asla unutamayacağı bir ders olmuş.

Her şey, büyük bir depresyon yaşayan kralın, bir sabah uşaklarından birinin odaya girdiğini görmesiyle başlamış. Oldukça alçak gönüllü olan bu uşak, krala gülümsemiş ve neşeli bir şarkı mırıldanmış. Kral, uşağını her zaman mutlu görüyormuş ve bunun nedenini merak etmiş. Bir kral bile huzur bulamazken, nasıl olur da bir uşak bu kadar mutlu olabilir?

Kral, uşağına sormuş: “Neden bu kadar çok mutlusun?” 

Uşak ilk başta ne cevap vereceğini bilememiş ve biraz düşündükten sonra şu cevabı vermiş “Neden mutlu olmayayım ki? Bir sarayda yaşıyorum, ve krallığın en güçlü insanına hizmet ediyorum… Daha fazla ne isteyebilirim ki? Hayatta mutlu olmamak için bir neden göremiyorum…” demiş.

Uşağın bu sözleri kralı sinirlendirmiş, ve söylediklerinin tek bir kelimesine bile inanmamış. Tek bir evi olan ve kendisinden çok daha mütevazi bir hayat süren bir adam nasıl mutlu olabilir ki? Kral, uşağını mutluluğun sırrını söylemesi için kellesini almakla tehdit etmiş. Bunun üzerine uşak kralı rahatsız ettiği için özür dilemiş fakat ne cevap vereceğini bilememiş.

Sonunda, kral uşağının gitmesini emretmiş. Uşağının sürekli gülümsemesine dayanamamış. Onu ölümle tehdit etmesi bile uşağını üzmemiş. Kral, alçak gönüllü uşak ayrıldıktan sonra, mutluluğun sırrını açıklaması için derhal sarayın bilge adamlarının yanına gelmesini emretmiş.

Sarayın tüm bilge adamlarını bir araya getirdikten sonra onlara kendisi bu kadar mutsuzken, bir uşağın sefil hayatı yaşarken nasıl bu kadar mutlu olabildiğini sormuş. Bilge adamlardan biri ayağa kalkmış ve “Majesteleri, sorunuzun cevabı çok kolay. Uşağınız çok mutlu, çünkü 99 çemberinin dışında.” demiş. Kral bu cevabı anlamamış ve “99 çemberi de nedir?” diye sormuş.

Bilge adam, 99 çemberinin kelimelerle açıklanamayacağını ve kralın kendi gözleriyle görmesi gerektiği söylemiş. Kralın tek yapması gereken 99 altın parayı mutlu uşağa vermekmiş, bu şekilde mutlu 99 çemberine girecek ve mutsuz olacakmış. Kral, bunu teklifi kabul etmiş.

Kral, saf altından yapılmış krallığın en değerli paralarının getirilmesi emrini vermiş. Altın paraları bir çantaya koyup bilge adamın eşliğinde mutlu uşağının evine götürmüş. Çantayı uşağının evinin kapısının önüne koyup, bir not bırakmışlar: “Bu 100 altın sadık ve özverili bir uşak olmanın ödülü. Keyfini çıkar!” 

Ve, daha sonra neler olacağını görebilmek için saklanmışlar.

Uşak eve gelmiş, çantayı görmüş ve çok şaşırmış. Şaşkın bir şekilde etrafa bakınmış ve daha sonra içeri girmiş. Kral ve bilge adam her şeyi saklandıkları yerden izliyormuş. Alçakgönüllü adam altın paraları almış ve masanın üzerine dökmüş.

Uşak gözlerine inanamamış. Yeni servetini onar onar saymaya başlamış. Son onluğa geldiğinde, sayarken bir hata yaptığını düşünmüş. Çünkü, 100 yerine 99 altın para varmış.

Uşak bir altın paranın masadan düştüğünü sanmış, her yeri aramış, fakat bulamamış. Ve, yüksek sesle düşünmüş: “Biri torbayı benden önce gördü ve içinden 1 altın para çaldı.” Daha sonra bir altın parayı ne kadar zamanda kazanabileceğini merak etmiş ve hesap yapmaya başlamış.

Normal şartlarda, 1 altın parayı çalışarak kazanmasının yaklaşık 5 yılını alacağını düşünmüş. Peki ya daha fazla çalışırsa? Belki de 2 yılda 1 altın para kazanabilirdi. Peki ya karısını da daha fazla çalışması için ikna ederse? Bu şekilde hedefine sadece bir yılda ulaşabilirdi.

Uşak o günden itibaren stresli ve şüpheli bir hayat sürmeye başlamış. Saraydan birinin çantadan altınını çaldığından ve mirasının eksik olduğundan şüpheleniyormuş. Ve, tekrar soyulacağından endişeleniyormuş.

Uşak hayatı boyunca, bir altın para daha kazanma planları yapmış. Kısacası, uşak 99 çemberi tuzağına düşmüş. O günden sonra bir daha asla sahip olduğu şeylerin kıymetini bilmemiş, hep daha fazlasını istemiş. Bilge adam tüm söylediklerinde haklıymış.

“Asıl gelişmişlik, ihtiyaçların artmasıyla değil, azaltılmasıyla ilgilidir. Ancak, bu alçakgönüllük gerektirir.”

– Mahatma Gandhi

Dikenlerine Rağmen - Kaktüs Çiçeğinden Hayat Dersi Veren Bir Hikaye

“Anne bu çiçeğin adı ne?” dedi..

Kaktüs dedim.. 

“Ne uzun dikenleri vaaar” dedi.. 

Nasıl da hayret etmişti.. İlk defa kaktüs görmüştü..

“Bu ne işe yarar? İçinde ne var? Kuşlar konar mı?” vs… 

Dünya kadar soruyla eve getirdik.. Sorumluluk aşılamaktı amaç ve ‘bu çiçeği sulama görevini sana veriyorum’ dedim.. Nasıl da mutlu oldu.. 

 “Ama Anne dokunamam ki elime batar” dedi.. 

“Dokunmadan suyunu vereceğiz. Uzaktan seveceğiz.. İyi de güneş alırsa şahane çiçekler açabilir ” dedim.. 

Bunu duyunca daha büyük bir hayretle ”bu çiçek mi açıyooooo” dedi… 

Evet dedim.. Dikenli olmasına rağmen harika çiçekler açabilir kaktüsler.. Fakat şunu unutma çok fazla sulamayacaksın. Yoksa çürür.. Zamanında ve yeteri kadar tamam mı fıstığım? 

“Tamam Anne”…. 

Bir pinpon topu kadardı.. Yıllar içinde uzadı boy attı kocaman oldu. Çook sefer elimize battı.. Ama onu çok sevdiğimiz için, dikenlerine rağmen hoşgördük.. İhtiyacı kadar su, ihtiyacı kadar toprak ve yeterince ilgi gösterdik.. İhmal ettiğimiz zamanlar da oldu.. Yeri geldi çocuklar çarptı, düştü, toprakları döküldü.. Fakat her seferinde toparlamayı bildik.. 

Ne kadar büyüyecek, ne zaman çiçek açar hatta çiçek açar mı? Bilmiyoruz.. Karşılıksız sevmeye devam ediyoruz.. Dikenlerine rağmen.. 

Bir gün dikeni eline battı.. Canı çok yandı.. Ağlayarak geldi.. Batan dikeni çıkardık.Korkmuştu.. İlk defa eline kaktüs batmıştı.. Daha yaşı çok küçüktü.. 

“Ah güzel kızım.. Bu daha ne ki? Hayatta öyle insanlarla tanışacaksın ki gönülleri de dilleri de dikenli.. Her konuştukları kalbine kalbine batacak… Öyle canın yanacak ki.. Hatta için kanayacak.. Ama yine de susacaksın.. Birilerinin hatırına suyunu, güneşini, toprağını eksik etmeyeceksin.. Yıllarca hatır için sevip idare edeceksin de yine de çiçek açmayacak.. Taa ki kendi içinde çürüyüp seni terk edene kadar “diyemedim.. 

Desem de anlamazdı.. Yaşı çok küçüktü.. Uzun bir hayat vardı onu bekleyen ve ne kadar acımasız olabilirdi gelecek bilmiyordum. Anne olarak dileğim asla boyası kalın, ruhları kara insanlarla karşılaşmaması idi. Eminim Annem de bizim için aynı şeyleri dilemişti.. 

Sev güzel kızım.. Sen yine de sev herkesi, herşeyi.. Dikenleri de olsa sev, çiçekleri de olsa.. Sen sevmekten vazgeçme yavrucuğum.. Dünya bir bahçe.. İçinde her türlü bitki var.. Kimi zehirli, kimi lüzumsuz, kimi cennetten gelmiş gibi mis kokulu.. O bahçeden geçeceksin kuzucuğum.. Belki ayağına batacak, belki canını acıtacak belki de seni kendine hayran bırakacak.. 

İşte bu yolculuğa da hayat diyoruz kızım.. Bahçe çok büyük.. Bir ucundan diğer ucuna gitmek bir ömür yol… Büyük bir kısmını aştığında, artık hangi bitkinin zararlı, hangisinin zararsız olduğunu büyük ölçüde öğrenmiş oluyorsun.. 

Ama yine de gösterişli çiçekleriyle uzun dikenli kaktüslere aldanabilirsin.. Canın her zamankinden fazla yanabilir… İşte o zaman da ben varım bir tanem.. Hep yanındayım… Canının yanmasına engel olamam ama yaralarını sarabilirim.. Bu acıyla nasıl baş edeceğini, nasıl iyileşeceğini sana öğretebilirim.. 

Tıpkı benim Annemin de bana, onun annesinin de ona öğrettiği gibi.. Bahçenin sonu ömrümüzün sonu güzel kızım.. Sonrasını gidenler biliyor, biz bilmiyoruz.. Mühim olan bahçeyi tamamlamak da değil.. O bahçeye yol boyunca ne ektiğin.. 

Çünkü insan, ektiğini biçiyor..

26 Temmuz 2020 Pazar

Philadelphia Deneyi Nedir? Ne Zaman, Kimler Tarafından ve Nasıl Gerçekleştirilmiştir?


Philadelphia Deneyi

Büyük buhran'ın sonlarına doğru II. Dünya Savaşı'nı öngören Amerikan hükümeti gemilerinin radarlara yakalnmamasını istiyordu ve 1930'lu yıllarda bu konuda bilim adamlarından çalışma yapmalarını istediler. Başkanlığını Nikola Tesla'nın yaptığı bir grup bilim adamı bu amaç uğruna çalışmaya başladılar. Yaklaşık 10 yıllık bir çalışmanın sonunda proje deneme aşamasına geldi ve deneyde Amerikan donanmasında görevli küçük bir destroyer olan Eldridge adlı geminin kullanılmasına karar verildi.

Gemi; jeneratörler, vericiler, güç yükselticiler, modülasyon devreleri ve elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak araç gereci içeren tonlarca ekipmanla donandı. 22 Temmuz 1943'te saatler 09.00’ı gösterdiğinde elektromanyetik alan jeneratörleri aktifleştirildi ve Eldridge'in etrafını yeşil bir duman kaplamaya başladı. Kısa bir süre sonra artık gemiyi dumanların ardından görmek imkansızdı. Gemi kuvvetli bir elektromanyetik alanla çevrelenmişti bu alıcılar tarafından kolaylıkla gözlemlenebiliyordu. Havadaki duman çekildiğinde ise deneyin istenenden daha çok başarılı olduğu anlaşıldı. Eldrige'in radalara gözükmemesi isteniyordu fakat ne gemi ne de mürettebat insan gözleri tarafından da görülemiyordu!

Amerikan hükümeti ve deniz kuvvetleri böyle bir deneyin ya da projenin varlığını asla kabul etmemiştir. Bunların asılsız, hayal ürünü iddialar olduğunu savunuyorlar. Ancak diğer taraftan da görgü tanıklarının ifadeleri aksini iddia etmektedir. Philadelphia deneyi hakkında bilinenlerin çoğu bu tanıkların ifadelerinden sağlanmıştır.

Deneyle ilgili 1933 yılında Roosevelt ABD'nin başkanı olmuş ve hemen ardından eski dostu ve dünyanın sayılı bilim adamlarından Nikola Tesla'yı Washington'a davet ederek ondan devlet adına bazı projeleri yürütüp yürütemeyeceğini sormuştur.

Nikola Tesla'dan olumlu cevap alınmıştır. Başkan ona Gökkuşağı Projesi şeklinde bilinen projeden söz etmiş ve Tesla bu proje üzerinde çalışmaya başlamıştır. 1936'ya gelindiğinde Tesla önemli gelişmeler kaydetmiş hatta insansız bir gemiyi gözden kaybedip sonra da geri getirmeyi başarmıştır.
Ancak yetkililerin deneyin insanlı olarak yapılmasında ısrar etmişlerdir fakat Tesla bu deneyin insanlara zarar vermemesinin mümkün olmadığını savunmuştur. Bu konuda fikir ayrılığına düşülünce Tesla projeden ayrılmıştır. Bu noktadan sonra projeyi Dr. John von Neumann devralmıştır.

Amerikan hükumeti için çalışan bilim adamları arasında Nazi Almanya'sından kaçıp ABD'ye sığınan Albert Einstein da vardı. Einstein'ın "Birleşik Alan Teorisi"nin Philadelphia deneyini başarıya götüren en büyük etken olduğu varsayılmaktadır. Einstein bu teorisini 1925-27 tarihleri arasında Prusya'da yayımlanan bir bilim dergisine göndermiş ancak tamamlayamadığını düşünerek geri çekmişti. Einstein'ın bu teorisini ilerki yıllarda tamamladığı, ancak bunun savaş sırası ve sonrası hükümetlerce gizlenmiş olduğu varsayılmaktadır.

İlk Deney

UUS Eldrige, Philadelphia Deniz üssü açıklarındaki deney mahaline gelmişti. İçerisi elektromanyetik alan oluşturucu donanımla donatılmıştı. Tesla'nın ısrarla belirttiğinin aksine deney sırasında gemide mürettebat da bulunduruluyordu. Bu deneye ticari bir gemi olan Andrew Furuseth'in mürettebatı da tanıklık etti. (Andrew Furuseth'in orada olması çok büyük bir şanstır çünkü deney hakkında bilinenlerin çoğu Andrew Furuseth'de görev yapmış Carlos Allende'nin anlattıklarından oluşmuştur. Allende, 50'li yıllarda UFO araştırmacısı Morris Jessup'a yazdığı mektuplarda yaşadıklarını anlatmış ve bu deneyin gerçekltiğinden ilk bahseden Jessup olmuştur. Jessup ilginç bir şekilde 1959'da arabasının içinde ölü bulunmuştur. Otopsi raporuna göre egzoz gazıyla intihar etmiştir, Carlos Allende ise bir daha ortaya çıkmamıştır.)

22 Temmuz 1943'te şalterler kaldırıldı ve dumandan dolayı gemi gözden kayboldu. Ondan sonra olanlar daha da ilginçtir. 15 dakika sonra şalterlerin indirilmesi emredildi. Yeşil duman yeniden belirdi ve duman çekilirken Eldridge yavaş yavaş yeniden materyalize oldu. Ancak bir şeylerin ters gittiği hemen anlaşılmıştı. Gemiye iletilen telsiz mesajlarına yanıt gelmiyordu.

Gemiye çıkıldığında mürettebatın hiç de iyi durumda olmadığı görüldü. Bir bölüm mürettebat yaşadıkları korku dolu dakikalarda gemiden aşağı atladı (Gemiden o anda atlayanların hiç birinin cesedi bulunamadı). Sağ kalanların çoğu akıllarını kaçırmıştı. 5 asker geminin metal gövdesi ile kaynaşmıştı! İkisinin elleri çelik gövdenin içine geçmişti. Ellerini keserek adamları kurtardılar ve yerine protez eller taktılar. Normal durumda olan mürettebatın ileriki zamanda olağan üstü şeylerle karşılaştıkları rapor edilmiştir. Bulundukları yerde birden yok olup başka bir yerde görünebiliyorlardı. Duvarların içinden geçebiliyorlardı. Birçoğu bu duvarların arasına sıkışarak can verdi. Birden bire taş kesilip bir başkası onlara dokunana kadar öyle kalanlar vardı (Boyutlar arasında sıkışıyorlardı). Bunun yanında doğaüstü güçlere sahip olanlarda vardı. Sağ kalan adamlar asla tam anlamıyla düzelemediler. Akıl sağlıklarını kaybettikleri gerekçesiyle de ordudan uzaklaştırıldılar. Donanma bu personeli topyekûn emekliye sevk ederek gemiye yeni personel atadı. Bilim adamlarına da sadece radar görünmezliği istediklerini, optik görünmezliğe gerek olmadığını bildirdi.

İkinci Deney 

28 Ekim 1943'te yine Eldridge üzerinde ikinci deney gerçekleştirildi. Saatler 17:15’i gösteriyordu ve elektromanyetik jeneratörler yeniden çalıştırıldı. Gemi bir kez daha hemen hemen tamamen görünmez oldu. Sadece gövdesinin ana hatları seçilebiliyordu. Bir kaç saniye süresince işler yolunda gider gibiydi ki ansızın gözleri kör edebilecek kadar güçlü mavi bir ışık patlaması meydana geldi ve gemi gözlerden tümüyle kayboldu. Eldridge, inanılması güç bir şekilde bir kaç saniye sonra, 600 kilometre ötede, Norfolk açıklarında yeniden maddeleşti. Norfolk'ta bir kaç dakika boyunca görülür durumda kaldıktan sonra tekrar görünmez oldu ve saniyeler içinde Philadelphia Deniz Üssü açıklarında yeniden belirdi. Elektronik kamuflajı gerçekleştirmeye çalışan bilim adamları koca bir gemiyi, mürettebatı ile birlikte ışınlamış ve sonra da geri getirmişlerdi.

ABD hükümeti Philadelphia deneyinin yapıldığını ya da projenin yürütüldüğünü hiçbir zaman kabul etmemiştir. Donanmaya, Eldridge'in sözü edilen tarihlerde Philadelphia'da bile olmadığını iddia etmiştir. Deneyin yapıldığı günlere yakın bir tarihte Bermuda Şeytan Üçgeninde eğitim amaçlı olarak bulunduğu açıklanmıştır. Philadelphia deneyi, reddedilen iddialarla beraber tarihin en büyük sırlarından biri olarak kalmıştır.

Çin Elçisi Wang Yen-Te'nin Uygur (Türkistan) Seyahatnamesi (Doç. Dr. Özkan İzgi) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Çin Elçisi Wang Yen-Te'nin Uygur Seyahatnamesi

Kitabın Yazarı : Doç. Dr. Özkan İzgi

Kitap Hakkında Bilgi :

Bir Sung Sülalesi elçisi olarak Wang Yen-te'nin Kao-ch'ang Uygurlarına 10. yüzyılın sonlarına doğru yapmış olduğu seyahat, Türk tarihinin bu karanlık devresini aydınlatacak bir parıltı olarak görülmektedir. Takriben bir yüz yıl önce Stanislas Julien tarafından Fransızcaya tercüme edilen bu seyahatname Batı'da büyük bir ilgi ile karşılanmıştı. Ancak, hemen arkasından, Orta Asya tarihi ile meşgul olan bilim adamları, Julien'in bilhassa hatalı bir metin kullanıp, yanlış değerlendirmeler gittiğini görünce tenkit etmeye başladılar. İlerideki bölümlerde görüleceği gibi, Julien'in hem tercüme hataları hem de notladığı bazı kısımlar diğer bilim adamları tarafından düzeltilmeye çalışılmıştı. Hatta Edouard Chavannes ve Paul Pelliot “Un traité manichéen retrouvé en Chine” isimli makalesinde, bu seyahatnamenin mutlaka yeni bir tercümesinin yapılmasını önermişlerdi. (Önsözden)
Kitabın Özeti :

ÇİN ELÇİSİ WANG YEN-TE’NİN TÜRKİSTAN SEYAHATNAMESİ NOTLAR:

* Bu topraklarda fakir insan yoktur. Onlar ihtiyacı olanlara yemek yardımı yaparlar.

* İnsanlar uzun ömürlüdür. Umumiyetle yüz yaşının üstüne.

* Genç yaşta ölene hiç rastlanmaz.

* Halk giyinmek için kıymetli ipek kumaş kullanırdı.

* Onlar mutfak eşyaları için altın ve gümüş kullanıyorlardı.

* Beşbalığ’da evlerin çoğu iki katlıydı ve bütün evler beyaz badanalıydı.

* Türkler yoğun olarak tarım yapıyorlar. Suyu tarım ve değirmenlerde olmak üzere etkin bir şekilde kullanıyorlardı.

* Chinling dağlarından çıkan nehir, başşehrin bütün çevresini dolaşır, tarlaları ve meyva bahçelerini sular ve su değirmenlerini işletir. Bu yerde Wu-ku yetişir.

* Şehrin içinde pek çok iki katlı binalar vardır.

* İnsanlar iyi yüzlüdür ve usta sanatkarlardır. Altın, gümüş, bakır ve demir kaplar üzerinde çalışırlardı.

* Bütün fakirler et yerler.

* Bir tür kimya sanayisi vardı.Ürettikleri amonyak dericilikte kullanılıyordu.

* Pei-t’ing- Beşbalık'ın kuzeyindeki dağlarda Kang-sha imal ediliyordu.

* Altı gün sonra Chin-ling k’ou’ya vasıl olduk, çok kıymetli mallar imal edilir.

* Türklerde bir müzik zevki ve yaygınlığı vardı. Bunu toplu halde icra etmekten zevk alırlardı. Ayrıca tiyatro ve bunu meslek edinmiş oyuncular bulunuyordu.

* Sonra, müzik, içki, ziyafet ve gece yarısına artistler tarafından piyes vardı.

* Ertesi gün bir kayıkla gezdik. Gölün dört bir tarafından davullar çalıyordu.

* Onlar seyahat etmekten hoşlanırlardı. Onlar seyahat ederken çoğu müzik aletlerini yanlarında taşırlardı.

* Türklerin yaşadığı refah elçinin gözünden kaçmamıştı. O devrin en büyük zenginliği otlak at ve hayvan sürüleri sayılamayacak kadar çoktu.

* Kağan ve tiginler mallarının sayısını bilmiyordu.

* Onların kralı yemek için at ve koyun pişirtmişti. Çok lezzetli idi, arazide atlar çok boldur.

* Kral, prensesler ve veliahtların her birisinin at sürüleri vardır.

* Onlar bin Li’den daha fazla genişliğe sahip olan düz ovada sürülerini otlatırlar.

* Onlar derisinin rengi ile kendi sürülerini ayırt ederler. Hiç kimse sürüsünün sayısını bilmez.

7 Haziran 2020 Pazar

Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin - Johnny Maxwell 2. Kitap (Terry Pratchett) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı : Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin - Johnny Maxwell 2. Kitap

Kitabın Yazarı : Terry Pratchett

Kitap Hakkında Bilgi :

Hayata bir de ölülerin gözünden bakmayı deneyin!

Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesinin ikinci halkası Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.

Pratchett’ın, ölülerin üzerinden yaşayanları anlattığı bu enfes romanı, tarih ve kent bilincine yaptığı önemli göndermelerle, son yıllarda küresel boyutta palazlanmaya başlayan kentsel dönüşüm canavarının yarattığı tahribatı daha iyi anlamamızı sağlıyor.

Ölülerin, akıp giden hayatla ilgili şaşırtıcı yorumlarını olağanüstü bir mizahî deha ve parmak ısırtan bir kurguyla sayfalarına taşıyan Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, on iki yaş ve üzeri okurlarını, güldürürken düşünd... Eh, ürpertirken belirli çıkarlar uğruna insanların ne denli acımasız olabileceklerini eleştiren, heyecan verici bir mücadeleye ortak ediyor.

Johnny Maxwell’in yeni arkadaşları bir grup hayaletten, pardon yaşlı-ötesi-vatandaştan oluşuyor. Johnny, evine kestirme yoldan ulaşmak için mezarlığı kullanırken bir hayaletle karşılaşıyor. Sonrasında da neden kaynaklandığını kesinlikle bilmeyerek, hayaletleri görebildiğini, duyabildiğini ve hatta onlarla konuşabildiğini keşfediyor. Tesadüfe bakın ki tam da o dönemlerde belediye, mezarlık arazisini büyük bir holdinge satma derdine düşüyor. Üstelik üç beş kuruşa… Eyvah! Yoksa ölüler evsiz mi kalacak?! Johnny, mezarlıkta yaşayanları görebilen tek kişi olarak kolları sıvıyor ve yeniden hayata tutunmaya çalışan bir avuç ölüyle birlikte bu büyük kumpası faka bastırmak için buzz gibi bir maceraya girişiyor...

Ölümlülerin ve ölümsüzlerin hayatlarındaki ortak kesişme noktalarına değinerek dünyevi değerler üzerine uzun uzun düşündüren Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, ölülerin fısıltılarına kulak vererek, hayata bir de onların gözünden bakmamızı öneriyor. Pratchett alametifarikalarıyla dolu bu dört başı mamur roman, pek çok ünlü korku filmine, kitabına ve hatta şarkısına dokunarak, edebiyata mesafeli duran gençlere heyecan verici ve eğlenceli bir okuma deneyimi vadediyor.

Kitaptan Bir Bölüm :

BİRİNCİ BÖLÜM

Johnny, ölüleri neden görmeye başladığını kesinlikle bilmiyordu. Kasaba Eşrafından Thomas Bowler,
“Muhtemelen, görmemek için fazla tembel olduğundan,” dedi.
Eşraftan Bowler, çoğu insanın zihninin, onları rahatsız edecek şeyleri görmelerine izin vermediğini söyledi. Bowler,
“Ölü gören başka insanlar da olsa, bilirdim,” diyordu; çünkü kendisi tüm hayatını (1822-1906) bu tür şeyleri görmeyerek geçirmişti.

Bıngıl Johnson, ki teknik olarak Johnny’nin en iyi arkadaşıydı,
“Kafayı yediğin için ölüleri görmeye başladın,” dedi.
Ama diğer arkadaşı Yo-yok, ki bol bol tıp kitabı okur-du,
“Muhtemelen bu, normal insanların aksine, zihnini odaklayamamandan
kaynaklanıyor,” dedi. “Normal insanlar,” diye ekledi, “çevrelerinde olan biten hemen her şeyi görmezden gelebiliyorlar, böylece de çok daha önemli şeylere... mesela, şeye... eh, tuvalete gitmek ve hayatlarını yaşamak gibi şeylere rahatça odaklanabiliyorlar. Buna karşılık sen sabahleyin gözlerini açıyorsun ve koca evren suratına tokat gibi iniyor.”

Bıngıl, “Bu dediklerin zaten ‘kafayı yemek’ anlamına geliyor,” dedi.

Evet. Adına ne denirse densin, anlamı buydu. Johnny, hiç kimsenin görmediği şeyleri görüyordu. Örneğin, mezarlığın çevresinde oyalanan ölü insanları. Eşraftan Bowler... eh, en azından, eski Eşraftan Bowler, ölülerin geri kalanına burun kıvırıyordu; kocaman, siyah mermerden bir mezarı olan Bay Vicenti’ye bile. Bay Vicenti’nin (1897-1958) mezarı, küçük bir çerçevenin ardından bakan ve hiç de ölü görünmeyen bir gençlik fotoğrafıyla ve meleklerle süslenmişti. Eşraftan Bowler, Bay Vicenti’nin, Mafya’nın “Capo de Monte”si olduğunu söylemişti.*

Bay Vicenti ise, tam aksine, hayatı boyunca yalnızca tuhafiye toptancılığı, amatör kaçış sanatçılığı ve çocuk eğlendiriciliği yaptığını söylemişti Johnny’ye. Ki pek çok önemli açıdan, bu işler de Mafya üyesi olmaktan daha uzak sayılmazdı... Fakat tüm bunlar, sonradan olmuştu. Johnny ölüleri çok daha iyi tanıdıktan sonra. Ford Capri’nin de hayaleti gökyüzüne uçup gittikten sonra...

* Aslında “Capo dei Capi” (yani patronların patronu) demek istemiş, ama yanlışlıkla “dağın başı” demiş. [E.N.]

Johnny mezarlığı ancak dedesinin yanında yaşamaya başladıktan sonra gerçekten keşfetti. Sıkıntılı Zamanlar’ın Üçüncü Aşama’sındaydı artık; Bağrışmalar’dan (kötü bir aşamaydı) ve Bazı Konularda Sağduyulu Davranmak’tan (bu daha da kötüydü; Bağrışmalar bile daha iyiydi) sonraki aşama. Babası, ülkenin diğer ucunda, kendine yeni bir iş arıyordu. Ve herkes artık sağduyulu davranmayı da bıraktığından, her şeyin yoluna girebileceği gibi muğlak bir his vardı ortamda. Johnny bütün bunlar hakkında düşünmemeye çalışıyordu.

Eve, otobüse binmek yerine kanal boyundaki yoldan yürüyerek gitmeye başlamıştı. Kısa süre içinde de zaten, mezarlık duvarının yıkık kısmının üstünden aşarsa ve sonra da krematoryum binasının çevresinden dolanırsa, yolu yarı yarıya kısaltabileceğini fark etmişti. Mezarlar, kanalın kıyısına kadar uzanıyordu. Baykuşların ve tilkilerin yaşadığı eski mezarlıklardan biriydi burası. Hani şu, pazar gazetelerinde haberi çıkan, “Victoria Döneminden Kalma Mirasımız” gibi manşetlerle sunulan eski mezarlıklardan... Fakat o gazeteler bu mezarlıktan bahsetmezlerdi asla. Çünkü burası Londra’dan çok uzaktı ve dolayısıyla... eh, yanlış türden bir mirastı.

Bıngıl, mezarlığın ürkütücü olduğunu söyleyip eve bazen uzun yoldan gidiyordu. Oysa Johnny, mezarlık yeterince ürkütücü olmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. Hatta, buranın gerçekte ne olduğunu aklınızdan çıkarırsanız, yani yerin altında yatan ve bütün geceyi sırıtarak geçiren onca iskeleti unutmayı başarırsanız, epey dost canlısı bir yer bile sayılabilirdi. Kuşlar şakıyordu, trafik gürültüsü çok uzaktan geliyordu... Huzurlu bir yerdi. Yine de Johnny birkaç şeyi daha kontrol etmişti. Eski mezarların bazılarının tepesinde büyük taş kutular vardı. Bakımsız kalmış yerlerde bunlar çatlamış, hatta açılıp düşmüştü. Johnny, ne olur ne olmaz diye içeriye şöyle bir göz atmıştı...
...ve orada da hiçbir şey bulamayarak yine hayal kırıklığına uğramıştı.

Sonra bir de mozoleler vardı. Çok büyüktü bunlar. Kapıları vardı, küçük evlere benziyorlardı. Bol bol meleği olan minik bahçe barakaları gibiydi hepsi. Melekler de beklenmedik ölçüde gerçekçiydi; özellikle de şu, girişin yakınındaki mozoleye işlenmiş olan, cennetten çıkmadan önce tuvalete gitmeyi akıl edememiş gibi görünen melek... İki çocuk, yerdeki yaprak yığınlarını tekmeleyerek, mezarlıkta yürüyordu şimdi.
“Haftaya Cadılar Bayramı,” dedi Bıngıl. “Evde dans partisi veriyorum. Korkunç bir şey kılığında gelmen gerekiyor tabii. Yani senin kılık değiştirmen gerekmez.”
“Sağ ol be,” dedi Johnny.
“Bugünlerde dükkânlarda çok daha fazla Cadılar Bay-
ramı malzemesi olduğunu fark ettin mi?” dedi Bıngıl.
“Guy Fawkes Gecesi yüzünden,” dedi Johnny.
“Eskiden, Guy Fawkes Gecesi’nde, havai fişekler yüzünden bir dolu kişi yaralanıyordu. İnsanlar da bu yüzden Cadılar Bayramı’nı icat etti. Çünkü artık yalnızca maskeler falan takıyoruz.”*
“Bayan Nugent, bütün bunların hep doğaüstü güçlerle falan uğraşmak demek olduğunu söylüyor,” dedi Bıngıl. Bayan Nugent, Bıngılların yan komşusuydu. Gecenin üçünde bangır bangır Madonna çalmak gibi konularda biraz mantıksız davranmasıyla tanınırdı.
“Muhtemelen öyledir,” dedi Johnny.
“Cadılar Bayramı’nda, cadılar dışarıda oluyormuş. Öyle söylüyor,” dedi Bıngıl.
“Nasıl yani?” Johnny alnını kırıştırdı. “Mallorca’ya falan tatile mi gidiyorlarmış?”
“Sanırım,” dedi Bıngıl.
“Şey... mantıklı herhâlde. Muhtemelen, yaşlı olduklarından, sezon dışı özel indirimler falan alıyorlardır,” dedi Johnny.
“Halam, neredeyse hiç para ödemeden otobüsle istediği yere gidiyor. Üstelik cadı bile değil.”
“O zaman, Bayan Nugent neden endişeleniyor ki?” dedi Bıngıl.
“Bütün cadılar tatildeyken buralar çok daha güvenli olur?”

* Guy Fawkes, 1605 yılında İngiltere parlamento binasını havaya uçurmaya yönelik “Barut Komplosu”nun öncüsü olan kişiydi. Bu eylem bir şekilde engellendi ve ondan sonra her 5 Kasım, Guy Fawkes Gecesi olarak kutlanır oldu. Zamanla bu gösteriler sadece eğlence odaklı hâle geldi. Ve zamanla, Amerikan kültürünün yayılmacı siyaseti sayesinde Cadılar Bayramı küreselleşti ve İngiltere’de de bu gecenin önüne geçti. [E.N.]

Küçük, vitraylı pencereleri bile olan çok süslü bir mozolenin önünden geçtiler. Bir mozolenin içine kim bakmak isterdi ki? Gerçi, öte yandan... bir mozoleden dışarı bakmayı kim isterdi?
“Cadılarla aynı uçağa binmek istemezdim,” dedi Bıngıl, derin düşünceler içinde.
“Düşünsene... belki paran anca sonbaharda tatile gitmeye yetiyor, sonra uçağa biniyorsun ve bir bakmışsın, uçak dışarı giden bir sürü yaşlı cadıyla dolu!”
“Bir yandan da şarkı söylüyorlar, değil mi...” dedi Johnny.
“Haydi cadılar, haydi cadılar, haydiii! Tam zamanı tam zamanı şimdiii!..”
“Tabii. Hatta bir de, Viva Espanya.”
“Ama bahse girerim, otellerde en iyi hizmeti onlar alıyordur,” dedi Johnny.
“Evet.”
“Gerçekten komik,” dedi Johnny.
“Ne?”
“Bir kitapta okumuştum. Meksika gibi bir yerde yaşayan insanlar hakkındaydı. Her sene, Cadılar Bayramı’nda, hepsi birden mezarlığa gidip büyük bir kutlama yaparlarmış. Sırf öldüler diye insanların neden her şeyden dışlanmaları gerektiğini anlamıyorlarmış gibi falan...”
“Iyk. Piknik ha? Hem de mezarlıkta?”
“Evet.”
“Kesin, böyle... topraktan... yeşil, parlak eller çıkıp sandviçleri aşırıyormuştur da?”
“Sanmam. Hem... Meksika’da sandviç yemiyorlar. Tort... tost... turt? Öyle bir şey yiyorlar.”
“Tosbağa bence.”
“Öyle mi?”
“Kesin,” dedi Bıngıl, çevresine bakınarak.
“Kesin. Kesin... var ya, şu kapılardan birini çalmaya kesin cesaret edemezsin. Kesin, içeride sarsıla sarsıla yürüyen ölü insanlar duyarsın.”
“Neden sarsılıyorlarmış?”
Bıngıl düşündü.
“Eh, onlar her zaman sarsıla sarsıla hareket eder,”
dedi. “Neden, bilmiyorum. Videolarda izledim. Ayrıca duvarlardan da geçebiliyorlar.”
“Neden?” dedi Johnny.
“Ne neden?”
“Neden duvarlardan geçiyorlar? Yani... canlı insanlar yapamıyor öyle bir şey. Ölü insanlar neden yapabilsin ki?”
Bıngıl’ın annesi videolar konusunda çok rahat davranıyordu. Bıngıl, yüz yaşındaki insanların bile ancak anne babalarıyla birlikte izleyebileceği filmleri izlemeye izni olduğunu söylüyordu.
“Bilmiyorum,” dedi. “Genelde çok... öfkeli oluyorlar.”
“Ölmüş oldukları içindir herhâlde...”
“Muhtemelen,” dedi Bıngıl. “Yaşanacak hayat değil onlarınki.”

(Johnny o akşam, Eşraftan Bowler’la tanıştıktan sonra yani, bu konuyu uzun uzun düşündü. O zamana kadar tanıdığı yegâne ölü insanlar, bir tür hastalıktan ötürü hastanede ölen Bay Page ile doksan altı yaşında eceliyle vefat eden büyükninesiydi. İkisi de öyle öfkeli insanlar değildi. Evet, büyükninesinin aklı biraz karışıktı ama kesinlikle öfkeli değildi. Johnny onu ziyaret etmek için Günışığı Çayırları’na gitmişti. Büyükninesi orada, bol bol televizyon izleyerek ve bir sonraki yemek zamanının gelmesini bekleyerek, sakince yaşıyordu. Bay Page de oralarda sessizce dolaşırdı. O sokakta yaşayan ve gün ortasında hâlâ evinde olan tek erkekti. Yani, sırf Michael Jackson’la dans edecekler diye, öldükten sonra yeniden ayaklanacak tipler değildi ikisi de.* Ve büyükninesini duvarlardan geçmeye yöneltecek tek şey, uzaktan kumandayı kapmak için on beş yaşlı hanımla savaşmasını gerektirmeyecek bir odanın vaadi olurdu...) Johnny, insanların pek çok şeyi yanlış anladığını düşünüyordu. Bunu Bıngıl’a da söyledi. Bıngıl itiraz etti.
“Ölülerin bakış açısından bakınca farklı görünüyordur muhtemelen,” dedi.

Şimdi Batı Caddesi’nde yürüyorlardı. Mezarlık, yolları ve sokakları olan bir şehir gibi düzenlenmişti. Sokak isimleri pek yaratıcı değildi gerçi: Örneğin, Kuzey Yolu ile Güney Patikası, banklar konulmuş, çakıl taşı kaplı, küçük bir alanda Batı Caddesi’ne kavuşuyordu.

* Michael Jackson’ın Thriller şarkısının klibinde dans eden zombileri düşünüyor... [E.N.]

Bir tür şehir merkezi gibi... Ama bu şehir, Victoria Dönemi tarzında yapılmış büyük mozoleler yüzünden, dünyadaki en uzun hafta sonu tatiline girmiş bir şehre benziyordu.
“Babam, bunların üzerine binalar yapılacağını söyledi,” dedi Bıngıl. “Bakımı çok pahalı olduğu için belediye burayı büyük şirketlerden birine üç kuruşa satmış.”
“Nasıl yani? Hepsini birden mi?” dedi Johnny.
“Babam öyle dedi,” dedi Bıngıl, ama pek de emin değil gibiydi. “Bunun tam bir rezalet olduğunu söyledi.”
“Kavak ağaçlarının olduğu yeri bile mi satmışlar?”
“Her yeri,” dedi Bıngıl. “İş merkezi mi ne, öyle bir şey olacakmış.”
Johnny çevreye göz gezdirdi. Kilometreler boyunca, bölgedeki tek yeşil alan burasıydı.
“Üç kuruş ha...” dedi. “Bense en az bir pound verirdim buraya...”
“Evet ama sen buraya bina yapamazsın,” dedi Bıngıl.
“Önemli olan da o.”
“Ben zaten buraya bina falan yapmak istemezdim. Sırf, olduğu gibi bıraksınlar diye satın alırdım.”
“Evet,” dedi, sağduyunun sesi Bıngıl. “Fakat insanlara da iş lazım. İnsanların çalışması gerekiyor.”
“Eminim buranın sakinleri buna hiç memnun olmazdı,” dedi Johnny. “Bilselerdi yani.”
“Sanırım onları başka yere nakledecekler,” dedi Bıngıl. “Öyle bir şey olmalı yani. Yoksa... düşünsene, bahçeyi kazmaya bile cesaret edemez insan...”

İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin - Johnny Maxwell 1. Kitap (Terry Pratchett) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin - Johnny Maxwell 1. Kitap

Kitabın Yazarı : Terry Pratchett

Kitap Hakkında Bilgi :

İnsanlığın kaderi bir bilgisayar oyununun ellerine düşünce...

41 kitaplık “Diskdünya” serisinin kült yazarı Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesi, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.

Üçlemenin ilk halkası İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, savaş ve barış kavramları üstüne düşündürürken, etik değerlerle örülü, çarpıcı bir öykü anlatıyor.

"Gerçek olan oyunlar"la ilgili kaleme alınan tüm kitaplar arasından kolayca sivrilen bu eğlenceli roman, bir yandan güldürüyor, bir yandan da ünlü bilimkurgu filmlerine ve tarihî olgulara atıfta bulunarak okurun bilgi dağarcığını körüklüyor.

On iki yaşında, “sıradan” bir çocuk olan Johnny Maxwell’in hayatı son zamanlarda çelişkilerle doludur. Bir yandan ailesinin yaşadığı sıkıntılar, diğer yandan her gece televizyonda seyrettiği Körfez Savaşı haberlerinin etkisiyle zihni bir hayli karışıktır. Tüm bu sıkıcı olaylara rağmen, hayatını renklendiren tek şeyse bilgisayar oyunlarıdır. Günlerden bir gün Johnny’nin eline “İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin” adlı yeni bir bilgisayar oyunu ulaşır ve olanlar olur. Çünkü oyundaki uzaylılar, Johnny ile iletişim kurmaya çalışmakta, hatta ondan yardım istemektedir! Peki, her oyunda yok edilmeye programlı bir uzaylı filosu nasıl olur da bir anda teslim olmaya karar vermiştir? Yoksa artık savaşmayı bir kenara bırakıp konuşmanın, iletişim kurmanın, barışmanın zamanı mıdır?

Okurlarını bilgisayarın günlük yaşamımıza tam olarak hükmetmediği, İnternet’in hayatımızı esir almadığı 90’lı yılların başına doğru gerçeküstü bir yolculuğa çıkaran İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, gerçekle kurgu arasında gidip gelen bir dünyanın kapılarını aralayarak doğru ve yanlışı baştan aşağı sorgulatan bir öykü anlatıyor.

Unutmayın; siz yapmazsanız, Johnny yapmazsa, kim yapacak?

“Şimdiye kadar, ‘gerçek olan oyun’larla ilgili çok hikâye okuduk. Ama Terry Pratchett’ınki ciddiyetiyle de, mizahıyla da bu alanda kendine çok özel bir yer ayırıyor...” Kutlukhan Kutlu, İyi Kitap

Kitaptan Bir Bölüm :

Birinci Bölüm
FAzlAdAN BİN CANı OlAN KAhrAMAN

Johnny dudağını ısırdı ve odaklandı.
Tamam. Hızla yaklaş, füzelerden biriyle ilk savaş gemisine nişan al. Biip biip biip biibiibiibiip! Füzeyi fırlat! Bammm!
Topları geminin üzerine boşalt!
Pat pat pat pat!
Şimdi ikinci gemiyi vur; lazerle kalkanını yok et! Ciyuvvv!
Yeni füzeyi ateşle: Fişşuvvv!
Birinci gemiyi indir, pike yap, silah değiştir, dönmekte olan üçüncü gemiyi tara...
Pat pat pat!
Yukarı kıvrılırken vizörde ikinci gemiyi yakala, bir füze daha fırlat! Bammm!
Şimdi taramaya başla... Fit fit fit!
İşte dördüncü gemi! Ah, bu hep en son gelirdi ama ilk önce onun peşine
düşerseniz, diğerleri dönüp tekrar gelme fırsatı bulurlardı ve bir anda üçü birden size nişan alırdı...

Johnny şimdiye kadar altı kez ölmüştü bile. Ve saat daha akşamüstü beşti.
Elleri klavyenin üzerinde âdeta uçuyordu. Hızlanarak kargaşadan çıkarken, yıldızlar kükreyerek etrafından geçti. Bu hamle tüm yakıtını tüketecekti, fakat düşman gemiler yetişene kadar kalkanlarını kaldırmasını ve hazır olmasını da sağlayacaktı; hem, iki gemi hasar almıştı bile... Ve işte... geliyorlardı... Füzeler fırladı...

Vay! İlk atışta şansı yaver gitti! Öl, öl, öl! Kırmızı Ateş Topu! Fişşuvvv!
İşte sonuncusu da kaçıyor, ama hâlâ yetişilebilir, gaza bas! GgrrRRRŞŞŞ!
Hiç durmadan ateşle ve sakın gözden kaybetme! Fişşuvvv! Ah!

Amiral gemisinin iri cüssesi ekranın köşesinde belirdi. Onuncu bölüm, işte geliyoruz! Dikkatlice, dikkatlice... Artık başka gemi yoktu, bu yüzden Johnny’nin
tek yapması gereken, amiral gemisinin atış menziline girmemek ve sonra da pike yaparak yaklaşmak ve Konuşmak istiyoruz.

Johnny gözlerini kırpıştırarak mesaja baktı.
Konuşmak istiyoruz.
Gemi kükreyerek geçip gitti. Viiiyooouuunn...
Johnny fren tuşuna uzandı ve yavaşladı, sonra döndü ve büyük, kırmızı şekli yine vizöre aldı.
Konuşmak istiyoruz.
Parmağı Ateş tuşu üzerinde oyalandı. Sonra, hiç bakmadan, elini klavyenin diğer yanına uzattı ve Duraklat’a bastı.

Oyun kitapçığını okumaya başladı. İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin!
yazıyordu kapağında. “Eksiksiz Ses ve Grafiklerle. Bundan İyisi Yok.”
Sayfa 17’de, bir ScreeWee ağır kruvazörünün, yetmiş altı lazer atışı ile yok edilebileceği yazıyordu. Savaş gemilerinden oluşan koruma filosunu temizleyip öteki ScreeWee silahlarının sizi vuramayacağı kullanışlı bir yer bulduktan sonra, gerisi yalnızca zaman meselesiydi.
Konuşmak istiyoruz.
Duraklat’a basmış olmasına rağmen, mesaj ekranda yanıp sönmeye devam ediyordu. Kitapçıkta mesajlar hakkında hiçbir şey yazmıyordu. Johnny sayfaları karıştırdı. Oyuna doldurduklarını iddia ettikleri “Güncellenmiş Özellikler”den biri olmalıydı bu.

Kitapçığı bıraktı, ellerini tuşlara götürdü ve dikkatle yazdı: Öl, uzalyı pislik.
Hayır! Ölmek istemiyoruz! Konuşmak istiyoruz!
Böyle olmaması gerekiyordu, değil mi?
Ona diski veren ve oyun kitapçığını da babasının fotokopi makinesinde kopyalayan Bıngıl Johnson, bir seferinde, onuncu bölümü geçince fazladan 10.000 puan ve Cesaret Ödülü aldığını, sonra da daha fazla sayıda ve çeşitte geminin bulunduğu Arcturus Sektörü’ne geçtiğini söylemişti. Johnny o Cesaret Ödülü’nü istiyordu. Lazeri son bir kez daha ateşledi. Fişşuvvv!

Neden yaptığını bilmiyordu aslında. Sırf, elinde bir oyun kolu ve onun da üzerinde bir Ateş düğmesi olduğu içindi galiba. Sırf, tüm bunlar böyle tasarlandığı içindi. Ne de olsa, Ateş Etmeme düğmesi diye bir şey yoktu, değil mi?
Teslim Oluyoruz! LÜTFEN!
Johnny yeniden klavyeye uzandı ve büyük dikkatle, Kaydet tuşuna bastı. Bilgisayar uğuldadı, tıkırdadı, sonra sustu. Johnny akşam boyunca oyunu tekrar açmadı. Ödevini yaptı. Coğrafya ödeviydi. Dünya haritasında Büyük Britanya’nın yerini işaretlemesi ve sonra da içini boyaması gerekiyordu. ScreeWee’nin kaptanı, ön bacaklarından birini masaya indirdi.
“Evet?
”İkinci kaptan yutkundu ve kuyruğunu saygılı bir açıda tutmaya çalıştı.
“Yine ortadan kayboldu, hanımefendi,” dedi.
“Peki kabul etti mi?”
“Hayır efendim.”
Kaptan, üç elinin parmaklarını masanın üzerinde tıkırdattı. Semender hayvanına benziyordu birazcık; ama en çok benzediği şey, timsahtı.
“Fakat ona ateş etmedik!” dedi.
“Etmedik efendim!”
“Mesajımı gönderdin, değil mi?”
“Evet efendim!”
“Ve onu her öldürdüğümüzde, usanmadan geri geliyor...”

Johnny teneffüste Bıngıl’a yetişti. Takımlar seçilirken Bıngıl hep en sona kalırdı. (Gerçi şu anda bu pek de sorun değildi, çünkü beden öğretmeni, rekabeti körüklediği inancıyla, takımlara karşıydı.) Bıngıl, bıngıl bıngıl bıngıldıyordu. “Hormonlarlailgili bir şey,” diyordu. Özellikle koşarken bıngıldıyordu, farklı kısımları farklı yönlere gitmeye çalışıyordu. Bıngıl’ın belli bir yöne, ancak
ortalama olarak gittiği söylenebilirdi. Oyunlar konusunda iyiydi ama. Her ne kadar, bilindik türde bir “iyilik” olmasa da bu, iyiydi. Mesela, tüm okullar arasında bir “Galaktik-Gemiler’in -Kopyalamaya-Karşı-Kırılması-İmkânsız-Koruma-Sistemini-İlk-Kıran-Kişi-Olma” yarışması düzenlenecek olsa,
Bıngıl yalnızca takıma girmekle kalmaz, takımı seçen kişi olurdu.
“Yo! Bıngıl!” dedi Johnny.
“Artık ‘Yo’ demek havalı değil,” dedi Bıngıl.
“‘Havalı’ demek fiyakalı mı peki?” dedi Johnny.
“Havalı her zaman havalıdır. Ve artık kimse ‘fiyakalı’ da demiyor.”
Bıngıl, bir sırrı varmışçasına çevresine bakındı, sonra da çantasından bir torba çıkardı.
“İşte asıl bu havalı. Şunu bir dene.”
“Bu ne ki?” dedi Johnny.
“Savaşçı Yıldız TeraBombacı’yı kırdım,” dedi Bıngıl.
“Ama kimseye söyleme. Klavyede ‘SYB’ yaz, yeter. Aslında pek de iyi bir oyun değil. Boşluk tuşu bomba bırakıyor ve... Eh, tuşlara bas ve ne yaptıklarını gör işte...”
“Tamam... Bir şey diyeceğim, İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’i biliyorsun ya...”
“Hâlâ onu mu oynuyorsun?”
“Sen ona... şey... bir şey yapmadın, değil mi? Yani, bana kopyasını vermeden önce?”
“Yoo. Korumalı bile değildi ki o. Kitapçığı kopyalamak dışında hiçbir şey yapmadım. Neden?”
“Ama oynadın, değil mi?”
“Biraz.” Bıngıl, oyunları yalnızca bir kere oynardı. Bir oyunu birkaç dakika izledikten sonra, oyun kolunu eline alıp puan rekorları kırabilirdi. Sonra da zaten o oyunu bir daha oynamazdı.
“Peki, tuhaf bir şey olmadı mı?”
“Nasıl yani?” dedi Bıngıl.
“Şey...” Johnny duraksadı. Bıngıl’a söyleyebilirdi tabii. Ama sonra Bıngıl ya gülerdi, ya ona inanmazdı ya da yalnızca bir tür hata, bir tür numara falan olduğunu söylerdi. Ya da virüs. Evet. Bıngıl’ın diskler dolusu bilgisayar virüsü vardı. Galiba koleksiyon yapıyordu. Pul koleksiyonu falan gibi. Johnny, Bıngıl’a söylerse, bir şekilde gerçek olmaktan çıkardı.
“Şey... ne bileyim, tuhaf bir şeyler işte.”
“Ne gibi?”
“Garip. Şey... sanırım, gerçek gibi.”
“Öyle olması gerekiyor zaten. ‘Tıpkı gerçek gibi,’ yazıyor kutusunda da. Umarım kitapçığı doğru düzgün okumuşsundur, babam onu kopyalamak için koca bir
kahve molasını harcadı.”
Johnny rahatsızca sırıttı.
“Ah, evet. Doğru. Okusam iyi olacak. Yıldız Savaşçısı Pilotu için de teşekkürler...”
“TeraBombacı. Bu arada, babam Amerika’dan ne getirdi, biliyor musun?
Alabama Smith ve Kader Mücevherleri.* Diski sonra geri getir de onu da kopyalayayım.”
“Tamam,” dedi Johnny.
“Sorun değil.”
“Tamam,” dedi Johnny.
Johnny’nin, Bıngıl’ın verdiği oyunların büyük çoğunluğunu hiç oynamadığını söyleyecek cesareti yoktu. Oynayamazdınız ki çünkü. Uyuyacak ve yemek yiyecek zaman istiyorsanız, oynayamazdınız. Ama bu da pek sorun değildi, çünkü Bıngıl asla sormazdı. Bıngıl’ı ilgilendirdiği kadarıyla bilgisayar oyunları, oynamak için değildi. Oyunlar, koruma programını kırmak, yazılımına müdahale edip fazladan can falan kazanmak ve sonra da kopyalayıp herkese dağıtmak içindi.

*Indiana Jones ve Kutsal Hazine Avcıları (Indiana Jones and the Raiders of the Lost Ark) filmini bilirsin ya? Bir zamanlar, onun oyunu da vardı. Indiana Jones ve Atlantis’in Kaderi (Indiana Jones and the Fate of Atlantis) adındaki oyun büyük ses getirmişti. [E.N.]

Temel olarak, dünyada yalnızca iki taraf vardı: bilgisayar korsanlığını yok etmek için muazzam bir çabaya girişmiş koca bir oyun sektörü, bir de Bıngıl. Ve şu
anda, Bıngıl öndeydi.
“Tarih ödevimi yaptın mı?” dedi Bıngıl.
“Al,” dedi Johnny.
“‘İngiliz İç Savaşı Sırasında Köylü Olmak Nasıl Bir Şeydi?’ Üç sayfa.”
“Sağ ol,” dedi Bıngıl. “Çabuk yapmışsın.”
“Ah, geçen dönem coğrafya dersi için, ‘Bolivya’da Köylü Olmak Nasıl Bir Şeydir?’ diye bir ödev yapmıştık. Onu kopyaladım. Yalnızca lamaları çıkardım, yerine de kralların kelle uçurmasıyla ilgili şeyler ekledim. Köylü ödevlerinde bu tür şeyler eklemen gerekiyor. Sonra da hava durumu ve ekinler hakkında şikâyet edip duruyorsun. Köylü ödevleri kolay iş...”

Johnny, yatağına uzanmış, İnsanlığı Ancak Sen Kurtara bilirsin’in kitapçığını okuyordu. Kitapçıklarının, basitçe, “Sola gitmek için < tuşuna, sağa gitmek için > tuşuna, ateş etmek için Ateş tuşuna basın,” gibi şeyler söylediği oyunları daha dün gibi hatırlıyordu... Oysa artık, oyun hakkında yazılmış küçük bir kitabın tamamını okumak gerekiyordu. Basit bir kitapçıktı, fakat adına “Roman” diyorlardı. Aslında bu kitapçıklar bir tür “anti-Bıngıl” önlemiydi. Amerika’daki ya da öyle bir yerdeki birisi, oyunun size, “Kitapçığın 19. sayfasının 23. satırının 1. sözcüğü nedir?” gibi küçük sorular sormasının ve doğru yanıtı vermezseniz bilgisayara reset atılmasının çok akıllıca olacağını düşünmüştü. Demek ki, muhtemelen, Bıngıl’ın babasının ofisindeki fotokopi makinesini hiç duymamışlardı...

Her neyse, sonuçta bu kitapçık vardı. Kitapçığa göre, ScreeWeeler yok yerden ortaya çıkmışlardı ve üzerinde insanlar yaşayan bazı gezegenleri bombalamışlardı. Neredeyse tüm yıldızgemileri havaya uçmuştu ve geriye bir tek bu deney gemisi kalmıştı. ScreeWee sürülerine karşı bir tek o direniyordu. Ve insanlığı ancak sen kurtarabilirdin. Sen. Yani, o. On iki yaşındaki John Maxwell.
Hem de okuldan eve gelip bir şeyler atıştırdıktan sonra, ödev zamanına kadar.
Fakat, savaşmak istemeyen ScreeWee sürülerine yönelik hiçbir şey yazmıyordu...
Johnny önce bilgisayarı, sonra da oyunu açtı. Gemi, vizörün tam ortasında yeniden belirdi.

Johnny, düşünceli düşünceli, oyun kolunu eline aldı. Ve ekranda hemen yeni bir mesaj belirdi. Yani... tam olarak mesaj değildi aslında. Daha çok, bir tür resimdi. Yumurta şeklinde, yarım düzine kadar leke. Hem de kuyruklu. Hareket etmiyorlardı. Bu ne biçim mesaj? diye düşündü Johnny. Belki de göndermesi gereken özel bir mesaj vardı?
“Öl, seni pislik” şu anda pek uygun gelmiyordu çünkü.
Johnny yazdı: Neler olyor?

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...