30 Ekim 2017 Pazartesi

Sanayi Devrimleri Nelerdir ve Endüstri 4.0 Nedir?


Dördüncü sanayi devrimi olarak da adlandırılan Endüstri 4.0’a değinmeden önce ilk üç sanayi devriminden kısaca bahsetmemiz gerekir.

Endüstri devriminin ilk aşamasında buhar, kömür ve demirin birleşimi önemli siyasal, ekonomik ve toplumsal sonuçlarıyla birlikte demiryolu çağını da açmıştır. Kömür yalnızca demiryolunda haraket eden araçlara güç sağlamakla kalmamış, aynı zamanda demiryolları da kömürü çok uzak ve eskiden taşınamayan yerlere götürmüştür. Böylece Avrupa'da kömürle çalışan makinaları barındıran fabrikalar hem büyümüş hem de en uzak noktalara kadar yayılmıştır. Sanayinin, el işçiliğinden buhar gücü ve makine kullanımına geçmesiyle birinci sanayi devrimi yaşandı.

Ardından elektriğin yaygınlaşması ve seri üretime geçiş sonucunda ikinci sanayi devrimi gerçekleşti. 

Sonrasında bilgisayar ve otomasyon ile gelen üçüncü sanayi devrimi yaşandı. 

Şimdilerde ise siber sistemlere, yapay zekaya dayalı dördüncü sanayi devrimi olan Endüstri 4.0

İlk kez 2011 yılında gerçekleştirilen Hannover Fuarı’nda adı duyulan Endüstri 4.0, Alman Federal Hükümeti’nin sağladığı desteklerle günümüz sanayisinde yerini aldı. İleri gelen teknoloji devleri ABD ve Japonya gibi ülkeler bu endüstriyi desteklediler ve gelecek hedeflerini Endüstri 4.0’a uygun bir şekilde planladılar.

Endüstri 4.0 genel hatlarıyla; robotların üretimi tamamen devralması, yapay zekanın gelişimi, üç boyutlu yazıcılarla üretimin fabrikalardan evlere inmesi, devasa miktarda ki bilgi yığınını veri analizleriyle ayıklanıp değerlendirilmesi ve daha birçok yeniliklerle incelenebilir.

Endüstri 4.0, tamamen teknoloji odaklı olup, işletme içerisindeki tüm fiziksel sistemlerin otomatikleştirilmesi ve uzaktan takip edilebilir hale getirilmesidir. Bir başka deyişle de, akıllı fabrikaların devreye girmesi anlamına gelmektedir.

Üretim sistemi içerisinde endüstriyel robotların görev alması ve bu robotların kusursuz çalışarak çevre ile etkili bir iletişimlerinin olması. Bunun neticesinde bu devrim ile birlikte kullanılacak üç boyutlu yazıcılar, yapay zeka ve makine öğrenmesi, büyük veri yönetimi, bulut bilişim sistemleri ve nesnelerin interneti gibi teknolojiler…

İşletmelerde tam otomasyon anlamına gelen bu sanayi devriminin getireceği en büyük faydalar; yüksek verimlilik, üretimde esnekliğin artması, maliyetin azaltılması, sistemin izlenebilir olması ve arıza tespitinin kolaylıkla yapılabilmesidir.

Dördüncü sanayi devriminin, 10-20 yıl içinde entegrasyonunu tamamlayarak firmalar tarafından uygulanabilir hale gelmesi beklenmektedir. Ülkemizde endüstri 4.0 konusunda toplantılar, kongreler ve seminerler yapılıyor olmasına rağmen altyapıların oluşturulması ve hayata geçilmesi konusunda herhangi bir ciddi adım gözükmemektedir. Unutulmamalıdır ki; bu devrime en hızlı bir şekilde uyum sağlayan ve üretim süreçlerini adapte eden ülkeler, ekonomik anlamda büyük avantaj sağlayacaktır.

Endüstri 4.0’a geçişten sonra, birçok fabrika tamamen insansız olarak çalışacak, bütün fiziki işleri akıllı makineler ve robotlar yapacak, hatta üretim sonrasında bile sürücüsüz kamyonlara yükleyip gidecekleri yerlere sevk edecekler. Peki bunların neticesinde işsizlik mi ortaya çıkacak? Bunca insanın yaptığı işleri robotlar yaptığında bu çalışalar ne olacak?

Fiziki güç gerektiren işleri akıllı makinelerin yapması sonucunda sanayi devrimi ile birlikte yeni meslekler, yeni iş alanları doğacaktır. Örnek verecek olursak; fiziki işleri yapacak olan bu robotların artması, bu robotları kullanan koordinatörlerin de artması demektir. Bu robot koordinatörlerinin, robotların düzenli ve düzensiz bakımlarını yapabilecek, yeni robot ihtiyaçlarını belirleyerek, servis dışı kalan robotlar yerine yedeğini devreye sokabilecek ve robotlara yeni yetenekler kazandırabilecek.

Robotların üretimi devralmasıyla insan gücüne duyulan ihtiyaç azalacak ve robotlar bir anlamda insanları işlerinden kovacaktır. Bu durum sadece fabrikalardaki mavi yakalılar için değil beyaz yakalılar içinde bir risktir çünkü yapay zeka ile robotları kodlayabilen robotlar ve tasarım yapabilen robotlar, üretimi devralacaktır.

Endüstri 4.0 devrimiyle birlikte, şüphesiz en fazla ihtiyaç duyulacak meslek grubu Mühendislik olacaktır. Günümüzde popülerliğini koruyan Endüstri Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği, Elektronik Mühendisliği, Mekatronik Mühendisliği gibi mühendislik dallarına ilerleyen yıllarda da ihtiyaç duyulacağı gibi bu mühendislik dallarına ilave olarak Endüstri 4.0’ın getirdikleri süreçlere dayalı farklı Mühendislik dalları kaçınılmaz olacaktır. Bunlar; 3-D Yazıcı Mühendisliği, Şebeke Geliştirme Mühendisliği, Endüstriyel Bilgisayar Mühendisliği, Yazılım Mühendisliği.

Endüstri 4.0’ın en büyük amacı, birbirleriyle haberleşen, sensörlerle ortamı algılayabilen ve veri analizi yaparak ihtiyaçları fark edebilen robotların üretimi devralıp; daha kaliteli, daha ucuz, daha hızlı ve daha az israf yapan bir üretim yapmaktır.

4. Sanayi Devrimi daha çok fabrikaları etkileyecek gibi görünse de aslında gelecekteki sosyal hayatımızı bile etkileyebilecek bir yeniliktir. Üç boyutlu yazıcıları sadece sanayide değil, evlerimizde dahi kullanabilecek konuma geleceğiz. Kendi ihtiyaçlarımızı başkaları tarafından yapılan ürünlerle karşılamak yerine, kendi hayal gücümüzü kullanarak istediğimiz ürünü evimizde üretebilecek ve evimizi minik bir fabrikaya dönüştürebileceğiz.

Günümüzde yaygın olan marka bağımlılığı gelecekte yerini fayda bağımlılığına bırakacaktır. Gelecekte hangi marka kıyafeti giydiğimiz değil yerine hangi faydalı kıyafeti giydiğimiz önem kazanacaktır ve bu faydalı kıyafetleri kendimiz evimizde üretebilir konuma geleceğiz.

Endüstri 4.0’ın gelişmesiyle artan üretim hızı ve ürünün kalitesi rekabet için yeterli olmayacak ve en çok üreten değil müşterinin isteğini en çok karşılayan galip gelecektir. Apple’ın dünyanın en büyük şirketi olması ve eski dünya devi Nokia’yı piyasadan silmesi bu duruma en güzel örnektir.

Müşterinin isteğini en güzel belirleme yolu ise veri analizidir. İnternetin hayatımıza girmesiyle oluşan devasa bilgi yığınını analiz edip en iyi şekilde yorumlayan gelecekte galip gelecek olanlardır. Endüstri 4.0 aynı zamanda Google ve Facebook gibi şirketlerinde üretime girmesini sağlayacak ve endüstride zorlu bir rekabetin başlamasına neden olacaktır.

4.Sanayi Devrimi aynı zamanda ülkeler arasındaki rekabeti arttıracak ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi hem insan gücü bakımından hem de sahip olduğu akıllı fabrikalarla gelecekte tahtı devralacaktır. Artan üretim hızının yanında Çin, üretim kalitesini da arttırarak, günümüzde herkesin kalitesiz olarak gördüğü ürünleri, gelecekte en kaliteli ürünlerin başını çekecektir.

Türkiye, dünyanın önde gelen üretim merkezlerinden biridir ve üretim kapasitesi Türkiye endüstrisini cazip kılsa bile gelecekte robotların üretimi devralmasıyla insan gücüne olan ihtiyaç azalacak ve yabancı şirketlerin yatırımlarını kendi ülkelerine yapmalarını sağlayacaktır. Bu nedenle ülkemizin üretim merkezi yerine, inovasyon merkezi olarak gelişen global pazarda kendine yer bulması gerekmektedir.

Bu nedenle Türkiye’nin önünde zorlu bir süreç mevcuttur. 2. ve 3. Sanayi Devrimi arasında bir evrede bulunan ülkemizin, 10 ila 15 yıl içerisinde tamamen Endüstri 4.0 girileceği düşünüldüğünde gelişen teknolojiyi yakalayıp rekabet edebilecek konuma gelmelidir. Bu anlamda Türkiye’nin mühendisliği kız istemek için bir araç olarak kullananlara değil, ülkesini gelişen teknolojiye ayak uyduracak mühendislere ihtiyacı vardır.

Sonuç olarak, Endüstri 4.0 geleceğimizi iyi ve kötü yönleriyle doğrudan etkileyecektir. Gelecekte içerisinde insan olmayan ve ışığa ihtiyaç duymayan robotlarla çalışan fabrikalar bizi beklemekte ve insanoğlu artık robotlarla yarış içine girmeye hazırlanmalıdır. Yapmamız gereken Endüstri 4.0’dan kaçmak değil ona en iyi şekilde uyum sağlamaktır. Bazı masalların sonunu bilemezsiniz ve yenilik sonu bilinmeyen bir masaldır.
Endüstri 4.0’ı anlayacağımız dilde tanımlarsak, tamamen makineleşme yani sistemden insanı çekme diyebiliriz.

Mühendisbeyinler

26 Ekim 2017 Perşembe

Enerji Sistemleri Mühendisliği Nedir? Nerelerde Çalışabilir?


Enerji sistemleri mühendisliği bölümü ilk defa 2008 yılında Yalova Üniversitesi bünyesinde açılmıştır. Şuan 45 üniversite bünyesinde enerji sitemleri mühendisliği bölümü mevcuttur. İlk açıldığı yıllarda gerek reklamının iyi yapılmaması gerek bölümün yeni oluşundan herhangi bir mezunu olmadığı için belli tecrübesizlikler yaşandı. Bu yüzden bu bölüm Türkiye’de üniversite ve piyasa bazında 2012 yılından itibaren yaygınlaştı. Her geçen yıl mezun vermesiyle de piyasada artık tanınan bir mühendislik konumuna geldi. 2011 yılında bölümde sadece 6 devlet üniversitesinde mevcuttu. Gerek devlet kurumlarında gerek özel kurumlarda bu bölüm için istihdam her geçen gün artmaktadır. Piyasanın bu tarz spesifik mühendislik dallarına ihtiyacı var.

Enerji Sistemleri Mühendisi Kimdir?

Enerji sistemleri mühendisliği kendi tanımıma göre dünya üzerinde bulunan enerji kaynaklarının kullanılabilir (elektrik veya mekanik) hale getirilene kadar bilgi toplama, hesaplama, tasarım, simülasyon, raporlama, uygulama ve kalite-kontrol süreçlerinde yer alan ayrıca halihazırda enerji üreten sistemlerin verimini arttırma ve maliyeti düşürme yollarını arayan tüm bunları yaparken de çevresel etkileri de göz önünde bulunduran enerji uzmanı kişidir. Enerji sistemleri mühendisliği sadece makine mühendisliğinin enerji alanında uzmanlaşmış dalı olarak düşünülmemelidir. Makine mühendisliğinin müfredatında yer alan enerjiyle alakalı tüm dersleri ve ayrıca elektrik mühendisliğinin de bazı derslerini müfredatında barındıran bir bölümdür. Kısacası enerji sistemleri mühendisliği, makine mühendisliği ile elektrik mühendisliğinin birleşimi şeklinde düşünülebilir.

Enerji Sistemleri Mühendisliği Dersleri

Enerji sistemleri mühendisliği müfredatında birçok disiplinde çok sayıda ders bulunur. Bunlar temel mühendislik derslerinin yanı sıra (matematik, fizik, kimya, termodinamik, akışkanlar mekaniği, mukavamet, makine elemanları, teknik resim, 3D modelleme, temel imalat, programlama) soğutma sistemleri, mekanik tesisat (binalarda doğal gaz, kalorifer ve sıhhi tesisat), yanma ve yakma teknolojileri, yenilenebilir enerji uygulamaları (güneş, rüzgar, jeotermal, biyogaz, hidroelektrik, hidrojen enerjisi…), nükleer enerji teknolojileri, yalıtım sistemleri, enerji iletim dağıtım ve dönüşümü (elektrik makineleri, güç elektroniği, elektromekanik enerji dönüşümü) gibi alanlarla alakalı birçok ders bulunur. Müfredat ayrıntılarına ise her üniversitenin bölüm sayfalarında müfredat bilgileri mevcuttur. Bu alanlar ve dersler genelde öğrenim göreceğiniz üniversitenin akademik kadrosuna göre şekillenir.

Örneğin, bir üniversitenin akademik kadrosu yenilenebilir enerji kaynakları üzerine uzmanlaşmışsa müfredat ve ders işlenme şekli de o branşa göre şekillenir. Bu yüzden tercih yapmadan önce üniversitelerdeki enerji sistemleri mühendisliği bölümü akademik kadrolarını da araştırmanızı tavsiye ederim. İlginizi çeken disiplinlerde uzmanlaşmış bir akademik kadroyla hem dersleri çok verimli bir şekilde alırsınız hem de araştırma-geliştirme yönünüz de bir o kadar artar.

Enerji Sistemleri Mühendisliğinin Gelecekteki Yeri ve Önemi

Enerji sistemleri mühendisliği bölümü ucu açık bir bölümdür. Bu bölümde birçok farklı disiplinde ders verildiği için kendinizi istediğiniz alanda geliştirebilirsiniz. Enerji alanındaki ihtiyacın ve istihdamın artmasıyla enerji üretimi konusunda uzmanlaşmış kişilere hem ülke bazında hem de dünya bazında ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle de dünyanın enerji açığı nüfusun günden güne fazlalaşmasıyla beraber artmaktadır. Bu nedenle her ülke enerji konusunda yatırımlarını arttırmış ve bunun neticesinde ise bu sektörde çalışacak uzman personel açığı oluşmuştur. Bu bölümde her geçen sene mezun sayısının artmasıyla birlikte gerek devlet kurumlarında gerekse de özel kurumlarda bu bölüme istihdam artmaktadır. Kısacası enerji sistemleri mühendisleri geleceğin dünyasının şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktır. 2011 yılında İŞKUR enerji sistemleri mühendisliğini en popüler bölüm olarak seçti.

Peki, Bir Enerji Sistemleri Mühendisliği Adayı Hangi Alana Yönelmeli?

Bunun cevabı sizin ilgi alakanızda saklı pek tabi makul ve geleceği göz önünde bulundurarak karar vermelisiniz. Enerji sistemleri mühendisliğinin birçok disiplin barındırdığından bahsettik. Bu alanların birçoğunda çok sayıda istihdam mevcut ancak bu noktada sizin idealleriniz devreye giriyor. İlgi alanınıza bağlı işinizi zevkle yapabileceğiniz ve merak ettiğiniz alana yönelmelisiniz. Mühendisliğin püf noktası merak ve yaptığınız işi sevmektir. Merak da ilginizi çeken alanlarda şekillenir. Size bahsettiğim alanlarda en fazla istihdama sahip ve kazancıda en yüksek olan alan “soğutma ve havalandırma sanayisi” çok kolay iş bulabileceğiniz ve maaşı iyi olan bir alandır. İkinci sırada ise “mekanik tesisat” bulunur bu alanda çok kolay iş bulabilirsiniz ve yaptığınız tesisat projeleriyle tatmin edici kazançlar elde edebilirsiniz.

Hepinizin merak ettiği soru ve genellikle enerji sistemleri mühendisliği bölümüyle ilişkilendirilen yenilenebilir enerji sektöründe istihdam var mı? Bu yenilenebilir enerji alanlarının türüne göre değişebilir ancak genel olarak Türkiye için bu alanda artan bir istihdam söz konusudur. Özellikle de Rüzgar, Güneş ve Biyogaz alanlarında projelendirme ve santral tasarımında önemli bir açık mevcut tabi bu alanda çalışmak istiyorsanız teknik bilginizden çok enerji hukuku bilginizin de iyi olması gerekir. Yani bu alanda projelendirme kısmı enerji hukuku kurallarına göre yapılır. Bu alanda ise alacağınız maaş yer aldığınız projelere göre değişiklik gösterse de tatmin edici miktarlara ulaşmaktadır.

Diğer alanlarda da iş bulabilirsiniz ancak istihdam ve maaş olarak Soğutma ve havalandırma Sanayi, Mekanik Tesisat ve Rüzgar, Güneş ve Biyogaz enerji uygulamaları ilk üç sırayı alıyor. Size anlattığım alanları siz artık ilginize ve gelecek planlamanıza göre belirleyebilirsiniz. Ama benim tavsiyem gelecek bu bölümü okuyorsanız soğutma sistemleri ve yenilenebilir enerji teknolojileri üzerine şekillendirmelisiniz.

Enerji Sistemleri Mühendisi Nerelerde Çalışabilir?

Enerji üretimi, dönüşümü ve Ar-Ge’si olan tüm kurum ve kuruluşlarda bu bölümün istihdamı mevcuttur. Bu kurumlar aşağıda belirtildiği gibidir.

Özel sektörde enerji sistemleri ve teknolojileri ile ilgili tüm alanlar,
Mekanik-Tesisatçılık (Isıtma, Soğutma, Havalandırma, Sıhhi Tesisat),
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı,
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK),
Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM),
Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA),
Bor Enstitüsü,
Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE),
Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ),
Türkiye Elektrik İletim A.Ş.(TEİAŞ),
Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş. (TEDAŞ),
Devlet Su İşleri (DSİ),
Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ),
Türkiye Petrolleri Arama Ortaklığı (TPAO),
Türkiye Boru Hatları Taşıma A.Ş. (BOTAŞ),
Türk Petrol Rafineleri A.Ş. (TÜPRAŞ),
Türkiye Atom Enerjisi Araştırma Kurumu (TAEK).
TEMSAN
BM Hidrojen Enstitüsü
Taş Kömürü İşletmeleri
TCDD
MEB’da Teknik Öğretmen

Piyasada bulunan çoğu sanayi kuruluşlarının enerji üretimiyle alakalı birimleri olduğu için iş alanı çok geniş bir bölümdür. Ayrıca “5627 sayılı enerji verimliliği kanunu ve bu kanuna bağlı Binalarda Enerji Performansı yönetmeliğinde tanımlanmış olarak 1 Ocak 2011 tarihi itibarı ile 50 m² üzerinde inşaat alanına sahip tüm binalara çıkarılması zorunlu hale gelmiştir.” Kanun maddesiyle de çoğu sanayi kuruluşu bünyesinde en az 1 tane de olsa enerji uzmanı bulundurmak zorundadır.

Mühendis Beyinler

Çöplerden Elektrik Üreten Termik Santraller Nasıl Çalışır?

Günümüz dünyasında enerji her şeydir.

Varlığı bu denli önemli olan bir kavramı elde etmek için her geçen gün farklı yöntemler ileri sürülmekte, bilim adamları bu uğurda gündüz ve gecelerini harcamaktadırlar.

Ne yazık ki gerçek bazen gözümüzün önünde olmasına rağmen, bu kadar kolay olamayacağı düşüncesiyle görememekteyiz. Bu gerçeklerden en belirginlerinden biri olan, yazımızda ele alacağımız konumuz çöp termik santralleri.

İsminden de anlaşılabileceği gibi çöp termik santralleri; işe yarama ihtimalini dahi aklımızın ucuna getirmediğimiz çöplerin yakılmasıyla enerji elde edebildiğimiz santrallerdir.

Toprağa gömerek ya da denize dökerek sistemimize çok büyük zararlar verdiğimiz çöpler araştırmalarla ortaya konulan miktarları ile dudak uçuklatacak cinsten olmasıyla birlikte, kullanarak elde edeceğimiz faydası ile daha da şaşırtıcıdır.

Ne Kadar Çöp?Bir GündeBir HaftadaBir Ayda
KgLitreKgM3Tonm3
Bir Evden3-715350,111,10,5
Bir Binadan501503501,051,05031,5
Bir Sokaktan1000300070002121000630
Bir Mahalleden50.000150.000350.0001.05017.50031.500
Üretilen Çöp Miktarının Zaman-Mekan Tablosu
Çöp termik santralinin işleyişi tipik bir kömürlü termik santrale benzer.

Diğer termik santraller gibi genel olarak buhar kazanı, buhar türbini ve jeneratör gibi ünitelerden oluşmaktadır.

Onlardan belirgin en büyük farkı ise yakıt olarak çöplerin kullanılmasıdır.

Bu santrallerde enerji üretmek için öncelikle çöp arıtımı ardından ise ayrıştırma işlemi yapılmalıdır. Ayrıştırılan cam, kağıt, plastik, metal, taş gibi malzemeler ilgili sanayide kullanılmak ya da yeniden işlenmek üzere gönderilir.

Karbon içeren maddeler ise bir kazana gönderilerek yakılır. Bu noktada şuna dikkat çekmek yerinde olacaktır, belirtildiği üzere yapısında karbon bulunan her madde santrallerde yakılmak üzere kullanılabilir. Bilindiği gibi Karbon maddenin yapı taşlarından biridir. Miktarı her maddede farklı olmasına rağmen bulunduğu bir gerçektir. Yani hemen hemen her maddenin çöpünü yakıt olarak kullanabileceğimiz gibi kompozit (ki çok iyi bir yakıttır) vb. malzemelerin kalıntısından çok daha yüksek enerji elde edebiliriz.

Örnek verecek olursak belediye atıklarından üretilen 1.7 ton ATY (atıktan üretilmiş yakıt) ile 1 ton pet-kok kömürünün yanarken verdiği ısı enerjisi birbiriyle eşdeğerdir. ATY’nin yanarken çıkardığı CO2 miktarı fosil yakıtlara göre çok azdır. Yanı sıra atıklardan elde ettiğimiz yakıt hem masrafsız elde ettiğimiz hammaddeler kullanılarak üretilmekte hem de fosil yakıtlara göre her açıdan daha temiz bir yakıt türü elde etmemizi sağlamaktadır.

Ancak üretilen yakıtın kalitesi büyük oranda gelen atığın içeriğine yani Karbon açısından ne kadar zengin olduğuna bağlıdır. Kabaca ele alarak örnek verecek olunursa günde 3,000 ton civarında atık üreten bir şehrin atıklarının işlenmesi sonucu elde edilecek ATY’nin (Atıktan türetilmiş yakıt) eşdeğeri günlük 500 – 600 ton kok kömürüdür.



Farklı fosil yakıtların yaklaşık ATY (Atıktan türetilmiş yakıt) eşdeğerleri

Dev kazanlarda yakarak elde edilen ısı eşanjöre yollanır. Ayrıca yakma işleminden sonra oluşan küller ve diğer atıklar değerlendirilmek üzere gübre ve çimento sanayilerine gönderilebilir.

Örnekleri olduğu üzere, santrallerin hemen yanına kurulan seralarda organik besinler yetiştirilmektedir. Bu seralarda küllerden elde edilen gübreler kullanılmakta, sera içerisindeki nem ve ısı sabitliği santrallerden sağlanmaktadır.

Yakmadan elde edilen ısı sayesinde, eşanjöre dışarıdan verilen soğuk su buhara dönüştürülür ve basıncının yükseltilmesi için kademeli kompresörlere oradan de buhar türbinine iletilir. Türbinlerden geçen buhar jeneratöre aktarılarak elektrik enerjisine çevrilir.

Daha sonra bu elektrik enerjisi, şebekeler aracılığıyla tüketiciye ulaştırılır. Bu şekilde elektrik enerjisi elde edilen santrallerin ısıtma gücü ile de santralin yakın olduğu şehrin şebeke suyu ısıtılarak güneş enerjisinden daha kaliteli bir ısıtma yöntemiyle sıcak su ihtiyacı giderilmektedir.

Termik santralde dönüşüm şeması

Çöp termik santrallerinde kısaca elde edilme şekli böyle olan enerji ülkemizde de bu yöntemle rahatlıkla üretilebilir. Ülkemizde İstanbul, Ankara, Bursa gibi metropollerde üretilen atıklar yüksek ısıl değere sahip ATY (Atıktan türetilmiş yakıt) üretimine uygundurlar.

Dünya’da ülkemize göre daha yaygın olan bu yöntemle nükleer gibi kısmen daha tehlikeli santrallerin yerine kaliteli enerji elde edebiliriz.

Çöp termik santrallerinin kurulması için yer seçiminde; şehir çöplüklerine yakın alanlarda kurulmasına dikkat edilmelidir. Sebebi; çöp taşıma maliyetinin çöpten elde edilecek parasal değeri geçmesidir. Az miktardaki bir çöp yığınını uzak bölgede kurulmuş bir santrale taşımak hiç ekonomik olmayacaktır. Lakin taşınan çöp nitelikli( C oranı yüksek ve kuru) ve miktarı fazla ise büyük kazanç sağlayacaktır.

Nitekim enerjisinin büyük bölümünü dışarıdan çöp alarak çöp termik santrallerinde üreten ve ekonomisini buna bağlayan Norveç gibi ülkeler dünyaya örnek oluşturmaktadır. Yanı sıra kaliteli filtreleme yapılmazsa hava kirliliğine, soğutma suyu güzel arıtılmazsa toprak ve suya karışarak zehirlenmeye sebep olduğu için yerleşim yerlerine uzak arıtılmış ve belli sıcaklığa kadar soğutulmuş olması gerekmektedir.

Kullanılarak tekrar bırakılan suyu için yakınlarında göl, deniz olması avantaj sağlar. En kısa ve basit haliyle, bir fikrimiz olması açısından bu şekilde açıklayabileceğimiz çöp termik santralleri yenilenebilir enerji imkânının yanı sıra yer tasarrufu ve enerji (enerjiye bağlı olarak kazanç, kazanca bağlı olarak güç) sağlamakta olup dünyada da yükselen bir trenddir.

Mühendis Beyinler

17 Ekim 2017 Salı

90 / 10 Kuralı Nedir? Başımıza Gelen Olaylarda Verdiğimiz Tepkiler Nasıl olmalıdır?


Günlük yaşamda almış olduğunuz kararlar ya da yaptığınız seçimler gibi, göstermiş olduğunuz tepki ve davranışlar da nasıl bir sonuca ulaşacağınıza dair iki farklı yol ortaya çıkarır.

Size sunulan bir teklife “HAYIR ” cevabını verdiğinizde karşılaşacağınız sonuç; “EVET ” cevabını verdiğinizde farklılaşır ve sizi bambaşka bir serüvene sokar.

Hayatınızın %10'u sizin başınıza gelenlerden oluşur. Hayatın %90'ı ise sizin başınıza gelenlere verdiğiniz tepkilerden oluşur.

Şimdi gelin 90/10 kuralını açıklayan bir senaryo çizelim;

Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz. Kızınız, kahve fincanına çarpıyor ve bir fincan kahve gömleğinizin üzerine dökülüyor.

Biraz önce olan olay üzerinde hiç bir kontrolünüz yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek.

Lanet ediyorsunuz. Kahveyi üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde kızınızı azarlıyorsunuz. Kızınız üzülüyor ve ağlamaya başlıyor. Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve kahve fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz. Bunu kısa bir sözlü tartışma takip ediyor. Öfkeyle üst kata çıkıyor ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz. Aşağıya indiğinizde kızınızı, ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz. Kızınız otobüsü kaçırıyor. Eşinizin ise işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle arabanıza koşuyorsunuz ve kızınızı okula bırakmak üzere hareket ediyorsunuz. Geç kaldığınız için saatte 90 km hız sınırlaması olmasına rağmen saatte 150 km hızla gidiyorsunuz. 75 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz trafik cezasından sonra okula ulaşıyorsunuz. Kızınız size ‘hoşçakal’ demeden okula koşuyor. Ofise 20 dakika gecikmeyle geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz.

Gününüz korkunç bir şekilde başladı! Devam ettikçe, kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor. Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz. Eve ulaştığınızda eşiniz ve kızınızla olan ilişkilerinizde bir problem oluştuğunu görüyorsunuz. Bunun nedeni ise sabah elinizde olmadan gelişen olaya verdiğiniz tepki!

Bir de bu senaryoyu, diğer bir seçeneği ile başa saralım;

Kızınız, kahve fincanına çarpıyor ve kahve gömleğinizin üzerine dökülüyor. Siz bu durumu, insanlık hali olduğunu söyleyerek sakin karşılıyorsunuz. Yukarı çıkıyor ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz. Çantanızı alarak aşağı iniyor ve eşinizi öperek işe gitmek üzere evden ayrılıyorsunuz. Bu sırada kızınız okul servisinden size el sallıyor ve iş yerinize gidiyorsunuz.

Bu iki somut örnekte senaryo aynı iken, sizin olayları karşılayış şekliniz tüm gidişatın olumlu ya da olumsuz olarak ilerlemesini sağlıyor.

Eşinize ya da çocuğunuza aşırı bir tepki verdiğinizde, hem kendiniz hem de onlar için gergin bir gün yaratmış olursunuz.

Hayatınızın %10’luk bir kısmı, sizin elinizde olmadan gelişen olayları ve %90’lık kısımlar ise sizden bağımsız gelişen olaylara verdiğiniz reaksiyonları ifade eder.

Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve baş ağrısından acı çekmektedir. Hayatın %10'u, sizin başınıza gelenlerden oluşur. Hayatın diğer %90'ına ise sizin bu başınıza gelenlere bakışınıza ve nasıl davrandığınızla ilgilidir.

Bir zamanlar bilginler ve şairler, 'suskunlar meclisi' adıyla bir topluluk oluşturmuşlardı.
Üye sayısı kırk kişiydi ve bunu artırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek fakat çok az konuşmaktı. O zamanlar meşhur şair ve bilgin Molla Câmî, bu meclise girmek istiyordu. Günün birinde suskunlar meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kağıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan suskunlar meclisine gönderdi. Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler. Molla Câmî oraya layık bir bilgindi, ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardı.
Yeni bir üye için yer yoktu.

Meclisin başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Câmî'ye gönderdi. Zeki bilgin durumu kavramıştı. Bir damla daha olsa bardak taşacaktı. Bunun üzerine o da hemen oracıktaki bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın mânasını anlamışlardı. Zarif insanların yeri başkaydı. Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdiler.

Başkan listeye Molla Câmî'nin adını ekledi. Kırk sayısının sonuna bir sıfır koyarak, 400 yazdı. Bununla Molla Câmî sayesinde, meclisin değerinin on misli arttığını belirtiyordu. Listenin son şekli Molla Câmî'ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı. Sağdaki bir sıfırı silerek, kırk sayısının soluna koydu. Yani 040 yazdı. Alçak gönüllü Molla Câmî, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylemek istiyordu.

Gül yaprağı olmak, kolay değil. Ama, evde, işte, çevrede geçim ehli olmanın, gül gibi geçinmenin yolu gül yaprağı olmaktan geçiyor. Yük olmayıp yük almak, gül yaprağı güzelliğine kavuşmak… Kendi içimizde, ailemizle, çevremizle uyumlu olmanın, ebedi güzellikler yolunda yürümenin müjdecisi. Gül yaprağı sırrına erenler, sağdaki sıfır gibi bulundukları topluma güç katarlar hem de bire on, ama soldaki sıfır gibi davranıp kimseye yük olmazlar.

Ne dersiniz şöyle bir düşünmeğe, evdeki, sitedeki ve işyerimizdeki hayatımızda gül yaprağı gibi miyiz, yoksa, bir damlası hayat karartan zehir miyiz?

16 Ekim 2017 Pazartesi

Batı Toplumu Özgüvenli Doğu Toplumu Egolu Çocuklar mı Yetiştiriyor?


Doğu çocukları niçindaha egoist, batı çocukları daha özgüvenli yetiştirilmektedir?

Yurtdışına Dil öğrenimi ve eğitim için çıkmıştım. Türkiye’de daha önce ciddi hiçbir iş deneyimim yoktu, rahat bir öğrencilik hayatım olmuştu..

Yaşam masraflarını karşılamak için bir Restaurant’ta çalışmaktaydım. Benimle birlikte 14-15 yaşlarında yerli bir Lise öğrencisi çocuk daha çalışıyor, hafta sonları gece saat 10-11’e kadar bulaşık yıkıyordu. Acıyordum çocuğa. Arada izin veriyor, yerine ben yıkıyordum.

Ülke refah düzeyi yüksek bir ülke idi.

Birgün, çocuğa niçin çalıştığını sordum.

“Yaşam masrafları için.. kiramı ödemem lazım,” dedi.

“Kiminle kalıyorsun? Ailen ödemiyor mu kirayı,” dedim

“Ailemle kalıyorum ve aileme ödüyorum.”

(İçimden ‘Vay acımasızlar,’ dedim) Bir yandan çocuğa üzülüyordum bir yandan da ona elimden geldiği kadar yardım ediyordum bizim oraların yüreğiyle ” Aman ezilmesin bu yavrucak,” diyordum.

Haftalar geçti.. Birgün gazete okuyordum. Ülkenin vergi rekortmenleri listesi açıklandı. Tam gazete okuyorken çocuk ise geldi.

Bana selam verdi içeri girerken. Ben de bir anda ” Bak bu adam sana ne kadar benziyor, ” dedim. Adam cidden benziyordu ama ben şaka yapıyordum.

Yanıma geldi gazeteye baktı ” Babam, ” dedi. Bu sene 2. olmuş. Geçen sene 3. idi, ” dedi. İnanamadım. Çocuğun babası ülkede en çok vergi veren 2. zengin işadamıydı.

Çocuğun ailesine karşı içimde duyduğum kızgınlık daha da artmıştı. “Şuna bak, ülkenin en zengin adamlarından birisinin çocuğu hafta sonu sabahlara kadar bulaşık yıkıyor, kirasını ve yaşam masraflarını karşılamak için uğraşıyor; ailesiyse yardım etmiyor,” diyordum.

Çocuk beni çok severdi. Birgün doğum günü partisine davet etti. Gittim. Denize sıfır, harika bir villada yaşıyordu. Ailesi ve bütün arkadaşları oradaydı. Partide babası ile tanışma ve konuşma fırsatı buldum. İyi bir adama benziyordu. Sıcak kanlıydı, herkesle teker teker ilgileniyordu. Daha ceberrut bir baba bekliyordum karşımda.

Konuşup konuşmamak konusunda içim içimi yiyordu.

Kendimi tutamadım.

Adama: Bu çocuğa niye sahip çıkmıyorsun, niye korumuyorsun dedim.

Adam şaşkınlıkla bana bakarak, “Niçin böyle düşünüyorsun,” dedi.

“Bu çocuk hafta sonları yanımızda bulaşık yıkıyor.” dedim.

Adam şaşırdı: “Koruyorum işte,” dedi, “çalışıyor ve kimseye muhtaç değil. Yaşam masraflarını şimdiden kendisi çıkartıyor,” dedi.

 Kızgınlıkla, “Bu çocuğun okuması gerek. Kira alarak mı sahip çıkıyorsun bak şunun haline… Bizim de ailelerimiz var; bizim için herşeyi yapıyorlar. Bir de vergi rekortmenisin. Yazık şu yaptığına,” dedim.

Adam önce şaşırdı ve sonra güldü. Daha sıcak bir ifadeyle, “Bak,” dedi, “sizin yardım etmek anlayışınızla, bizim yardım etme anlayışımız çok farklıdır. Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmeyi tercih ediyoruz. Senin dediğin gibi bu çocuğun masraflarını ailecek biz karşılasak, bu çocuk rahat bir eğitim dönemi geçirir; ancak asalak, bencil, kibirli bir çocuk olur. Toplumla ve insanlarla hep problemli olur ve herkese üst perdeden konuşur. Evet kira alıyorum, yaşam masraflarını kendisi karşılıyor. Bana şükran borcu yok. Hayatın ne olduğunu biliyor. Hayat hep birşeylerin masrafını ödetmiyor mu sana? Bunu erken yaşlarda öğrenip, ona göre gerçekleri görmesi ve hayatını daha rasyonel temelde ona göre kurması olumsuz birşey mi?”

Salonun daha sakin bir köşesine geçtik. Pencere kenarına kadar attığımız adımlar bitince adam devam etti:

“Eğitim çocuğa harika bir kapı açabilir, bu sayede çok para da kazanabilir. Ancak meslek öğrenmesi insanları hayatı genç yaşta tanıması onu farklılaştırır, olgunlaştırır. Toplumda sadece kendisinin olmadığını ve öteki insanların da olduğunu fark eder. Eğitim insanı farklı bir yöne, meslek farklı bir yöne hazırlar. Kira almasam, bütün parası kendisine kalsa kazandığı parayı gidip uyuşturucuya, eğlenceye, alkole, kumara harcayacak. Kira sorumluluğu olduğu için bütçesini ona göre ayarlıyor. Bu yaşta bütçesini yönetebiliyor. Oğlum seni çok sever. Bahsetti. Çok iyi bir insanmışsın. Ona yardım ediyormuşsun. Üniversite okumuşsun, ancak iş yerinde bir domatesi bile kesemiyor, kızıyor ve küfür ediyormuşsun; elin birçok ise yatmıyormuş restaurantta. Oğlum komik hallerini anlatıp gülüyor. Biz de ailecek gülüyoruz. Ancak bir domatesi kesemiyorsan, yetiştirilme tarzın da eksiklikler var demektir. Bir yerde Üniversite diplomasi ile iyi bir iş bulabilirsin. Ancak hafife aldığın, basit gördüğün domates kesme işini yapan adamı aşağılarsın,” dedi.

“Yeri gelecek şu gördüğün bütün servetim bu oğlumun olacak. Çalışmadan servet sahibi olursa canavara dönüşür. Herkesi aşağılar. Bir işçinin nasıl iş yaptığını, nasıl işçi maaşı ile geçindiğini bilmez. Sürekli onlarda kusur arar, uğraşır durur. Ben bir evlat yetiştirmek istiyorum; bir canavar yetiştirmek istemiyorum. Sadece eğitimi önemsiyorsunuz. Mesleği önemsemiyorsunuz. Eğitim ne yapacağını öğretirken, mesleki tecrübe başkalarıyla birlikte nasıl yapacağını öğretir. Meslek sayesinde egoyu atar. İş yapabilme yeteneği ile özgüveni gelişir. Hem yetenekleri çoğalır, hem insanları anlar,’ dedi.

Söyledikleri çok etkilemişti. Gelelim bana… Kendi hikayemi anlatacağım ama bilin ki bu hikaye neredeyse hepimizin hikayesi… Bütün eğitim dönemimde ailem masraflarımı karşıladı. Hiç çalışmadım o dönemler. Durmadan kitap okudum,durmadan dolaştım, eğlendim ve durmadan siyaset yaptım.. Birçoğunuz gibi çocukluğun ilk günlerinden ” Büyük adam olacak, ya da ünlü adam olacak, ” diye yetiştirildim.

Bizim gibi toplumlarda, “Büyük devlet adamı, kurtarıcı vs” gibi yetiştirilen çocukların durumunu destekleyen bir de rüya görülür. Bir yakınımız, biz çocukken rüyasında büyüyünce çok büyük bir adam olacağımızı görür. Ya bu rüyayla ya da çocukken söylediğimiz bir sözün keramet alameti sayılmasıyla hepimiz ayrıcalıklı, üstün ” Büyük adam” adayı olarak yetiştiriliriz. Doğu toplumlarının destan, efsane ve masal toplumları olması, kahramanlık temasının bu efsanelerde, masallarda ve destanlarda çok yüklü olması da başka bir faktördür.

Türkiye'de iken’deyken herhangi bir kitabı okuyup bitirince, “Çok güzel bir kitap ama birşey eksik yine,” derdim. Cevabını yurtdışında buldum: ” Hayatın kendisi eksikti..

Beğendiğim bütün hikayeler, bütün sonuçlar bütün deneyimler ne kadar güzel olursa olsun bana değil, başkalarına aitti. Başkalarının tecrübeleriyle geldiği sonuçtu okuduğumuz kitaplardaki öyküler, romanlar ve tavsiyeler…

Gelelim bizim anne ve babalarımıza..

Bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum…

Bizim annelerimiz ve babalarımız çok iyi insanlar, ancak çok “kötü” anne ve babalar. Çocukları gerçeklere göre değil, hayallere göre yetiştiriyorlar. Batı’da çocuk hayallere göre değil, gerçeklere göre yetiştiriliyor. Gerçekleri daha erken gören çocuğun hayalleri de daha gerçekçi oluyor. Gerçekçi olunca gerçekleştirilme oranları da hayliyle yüksek oluyor. Ailemizin bir yanlışı var. Anne babalarımız sebebi ne olursa olsun hayatta kendi gelemedikleri yerlere bizleri getirmeye çalışıyorlar. Çocuklarından kahramanlar, kurtarıcılar çıkartmaya çalışıyorlar.

Hiçbir annenin ve babanın hayatta kendi gelemediği yere çocuğunun gelmesini beklemek gibi bir hakkı yoktur. Bu arzu çocuğun yaranına görünse ve masum gibi dursa da değildir. “Senin için neler çektim. Sana verilen imkanları kimsenin çocuğu göremedi. Saçımı süpürge ettim,” gibi anlayışlar son derece zarar vericidir.

Annelere babalara şunu söylüyorum. Çocuğunuz için fedakarlık yapmayın. Onu da küçük yaşta hayata atın. Hem sorumluluk alsın hem de görsün herşeyi. Bizde çocuk 23-25 yaşlarında Üniversiteyi bitiriyor ve hayatı öğrenmeye ancak mezun olunca başlıyor. Batı’da üniversite bitiren çocuk eş zamanlı olarak çalıştığı için hayati da bir bakıma görmüş, öğrenmiş oluyor. Bizim Doğu toplumlarında çocuk sürekli korunduğu ve sürekli olağanüstü hayallerin varisi olarak yetiştirildiği için ” Egoist” oluyor.

Birgün parkta küçük bir çocuk seviyordum, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sordum. Annesi güldü. Sonra bir daha sordum, bu sefer memnuniyetsiz bir ifade belirdi yüzünde. “Çocuğa böyle sorular sormayın. Ne olacağına yıllar sonra hayatı görüp karar verecek. Şimdiden kafasının bununla meşgul olması anlamsızdır. Şu an öğreneceği şey ayakkabılarını bağlamak, yatağını toplamak, tabağını yıkamak gibi disiplin ve organize edici şeyler yapmak; bir de çocukluğunun tadını çıkartmak.

Batı’da çocuğa ilk yatak toplamayı, ayakkabılarını bağlamayı öğretirler. Önemlidir bu. Hergün yatağını toplayan çocuk düzen, disiplin öğrenir. Bizde düzen, disiplin, system,organizasyon öğretilmez. Bütün hayatımız boyunca en büyük eksikliğimizdir aslında. Herşeyi anne baba yapar. Çocuk geleceğin dehasıdır, büyük adamıdır, kahramanıdır ya da kurtarıcısıdır, yeter ki ezilmesin.

Özgüven, insanın yaptığı işlerden, uğraşlardan, becerilerden, yarattıklarından, ürettiklerinden gelmektedir. Bizler uzun süre hiç çalışmıyoruz yaratmıyoruz, üretmiyoruz da. Batı’da çocuk küçük yaşta kendine uygun işlerde çalışarak önce ÖZGÜVENİNİ gelştiriyor.

Biz de, çocuk sürekli korunarak ve aşırı övülerek EGO’su olağanüstü şekilde şişirilmektedir. Bizler büyük adam, olarak yetiştirildiğimiz için daha çok EGOİST, bencil ve kibirli oluyoruz. Buna rağmen iş yeteneğimiz ve becerimiz olmadığı için ÖZGÜVEN’imiz çok daha azdır.

Egoizmin, kibirin pan zehiri küçük yaşta becerimizi, iş yapabilme yeteneğimizi, başkalarıyla ortak hareket edebilme tecrübemizi geliştirmek, yani yaşamla ve gerçeklerle erken tanışmaktır. Tanıdığım ne kadar üst düzey müdür ve yönetici varsa hepsi zamanında bulaşıkçılık, cafe işçiliği, benzincilik gibi bizim hor gördüğümüz işleri yapmış. Zengin fakir hepsi çalışmış. Toplumun her tabakasıyla empati kurabilme yeteneğini bu yüzden geliştirmiş.

Şu an ne zaman dışarıdan yiyecek alsam ve gittiğim yer kalabalık olsa, servis yapan elemana hep “Acelem yok, rahat ol; önce öteki müşterile bak,” derim.Çünkü o adamın o an neler yaşadığını iliklerime kadar bilirim. İlk geldiğim yıllar ben de o işi yapıyordum. O duyguyu her haliyle tecrüb etmiştim. EMPATİ ancak böyle öğretilebilir, diye düşünüyorum. Bizim ÖZGÜVENİMİZ yok. Çünkü becerilerimiz, hünerlerimiz, iş yapabilme yeteneklerimiz, kendimize yeterliliğimiz ve bunun yanında başkalarıyla birlikte ve eşit yaşama duygularımız pek gelişmemiş.

O yüzden daha çok EGOmuz var. EGO ile ÖZGÜVEN tamamen ters orantılıdır. Ancak hep birbiriyle karıştırılır. Egoist bir insanın kibri yüksek Özgüven sayılır. EGOİST insanlara bakın, ÖZGÜVENLERİ olmadığı için sürekli kibir abideleri gibi dolaşırlar. Ancak ellerinden hiçbirşey gelmez. Birçok şeyi beceremezler. Hep başkalarını suçlayarak ezerler. Hayatta çocuğu hayata hazırlamanın en güzel yolu, onu hayatla en kısa zamanda tanıştırmaktır.

Hayatla en kısa zamanda tanışmak çocuğa, insanlar arasındaki ilişkileri, kazandığının değerini bilmeyi, bedel ödemeyi öğretip, geleceğe yönelik önemli kararları almak hususunda son derece de gerçekçi olmasını sağlayacaktır. Bizde yanlış bir anlayış var: Çalışan çocuk okumaz deyip çocuğu hiç ise vermemek, ya da bir iş yerine, “Eti senin kemiği benim,” diyerek verip, gizliden tanıdık patrona çocuğu ezdirmek. İkisi de çok yanlış bakış açıları…

Haftada 1-2 gün 3-5 saatte olsa çocuğunuzu işe verin.

Topluma ” Sen benim kim olduğumu biliyor musun? ” diyen ve kendisinden daha güçsüz gördüklerini ezen, onlara parayla, güçle, lüksle hava atan bir canavar yetiştirmek istemiyorsanız bir konfeksiyoncunun, marangozun, kasabın, manavin, tamircinin hayatını tecrübe etmiş bir çocuk yetiştirin; EMPATİ böyle edinilir, başka reçetesi yoktur.

Doğu toplumları yaşadıkları sorunların kaynağını yönetimde, Batı toplumları üretimde aramaktadır. O yüzden bizler çocuklarımızı hep “üstün yöneticiler” olmaya yetiştiririz. Ülke meselelerini üretim (ekonomi) değil, hep yönetim (siyaset) boyutuyla tartışırız. Üretim yapılarını değil, yönetim yapılarını hedef alırız.

Çocuklarınızı yönetici olmaya değil, önce üretici ve katılımcı olmaya yetiştirin.

Bırakın çocuğunuz kendi yeteneklerine, becerilerine ve tecrübesine göre kendisi seçsin hayatta izleyeceği yolu. Lisede zaman bulabildikçe hafta sonları, yaz tatilleri çalışan çocuk hem insanları, hem hayatın nasıl kazanıldığını hem kendi becerilerinin neler olduğunu öğrenecek. Yani hem toplumu hem kendisini tanıyacak.

Lise sonrası eğitim veya çalışma hayatında en doğru tercihi yapacak. Yarın çok büyük bir makam, mevkide elde etse, karşısına çıkan alt tabakadan insanları ezmeyecek, onları kendi geçmişinden tanıyacaktır.

Alıntıdır

15 Ekim 2017 Pazar

Millet Olarak Galiba Ne İstediğimizi Tam Olarak Bilmiyoruz

 

Baz istasyonlarına karşıyız ama telefonumuzun her yerde çekmesini istiyoruz.

Bir fatura yatırırken bile sıraya girmemek için bir tanıdığımızı araya koyuyoruz sonra da torpilin olmasa bu memlekette hiç bir şey yapılmıyor diye şikayet ediyoruz.

Elektriklerin hiç kesilmemesini istiyoruz. Elektrikler gidince de hayat duruyor, devlet neden enerjiye çare bulmuyor diye veryansın ediyoruz. Nükleer enerji tesisleri kurulmak istenirse de hemen nükleer enerjiye karşı çıkıyoruz.

Ama hiç birimiz gereksiz olarak kullandığımız aletleri kapatarak enerji tasarrufunda bulunmuyoruz.

40 tane otomobille İstanbul trafiğine çıkıyoruz, oysa bir otobüs bu işi görür. 


Trafik sıkışınca hava kirlenince de hemen tepkimizi dile getiriyoruz.

Biz yetkililerden önlem almasını istiyoruz. Hepimize özel bir yol açmasını istiyoruz. 

Yetkililerde bizden otomobil kullanmamamızı bisiklete binmemizi istiyor. Hem çevre kirlenmiyor hem de benzin mazot almak gerekmiyor hem de petrol çıkarmak için doğayı tahrip etmek gerekmiyor. Dış ülkelere bağlı olma sorunuda ortadan kalkıyor.

AVM'lere karşı olduğumuzu avmlerde mcdonaldslarda hamburgerimizi yediğimiz sırada attığımız twitlerle bu AVM'ler küçük esnafı bitirdi. Köfteci Nuri abi iflas etti diyoruz bu tepkilerimiz o kadar etkili oluyor ki AVM'ler şehirlerde mantar gibi türüyor. Biz AVM'lere karşı olduğumuzu gitmeyerek gösterirsek yeni AVM'ler açılır mı?

Anket yapılıyor vatandaşın büyük çoğunluğu dizilere, saçma sapan programlara karşı olduğunu söylüyor. Sonra bu programların reytinglerine bakıyoruz hiç te milletin karşı olduğu görülmüyor. 


Ya anket yapılan vatandaşlarla tv izleyen vatandaşlar ayrı, ya anketler ya da reyting ölçümleri yanlış. 

Ya da millet olarak bize mikrofon uzatıldığında ya da anket yapıldığında U dönüşü yapıyoruz.

UZUN LAFIN KISASI İĞNEYİ KENDİMİZE BATIRMADAN ÇUVALDIZI BAŞKALARINA BATIRIYORUZ .

10 Ekim 2017 Salı

Melikgazi İlçesi Belediye Binası ve Parklarda Güneş Enerjisinden Elektrik Üretiyor


Çatı üstü güneş santralinin toplam 441 panelden oluştuğunu genel enerji hattına bağlantının sağlandığını belirten Başkan Memduh Büyükkılıç, güneş santralinden elde edilen enerjinin Belediye Hizmet Binası elektrik ihtiyacında kullanılarak enerjisini artık güneşten alan bir kurum olduklarını kaydetti.

Güneş enerji santralinin 3 yılda kendini amorti edeceğini yani inşaat maliyetini karşılayacağını ifade eden Başkan Büyükkılıç “Melikgazi Belediyesi olarak hizmetlerimizin tamamı bilgisayar ve elektrikli aletler ile yapılmaktadır. Bunun içinde enerji gerekmektedir. Kesintisiz hizmet için kesintisiz ama daha ucuz enerji ile bundan böyle hizmete ve yatırımlara devam edeceğiz. Enerji tüketimi karşılamak için Türkiye’nin resmi kurum tarafından yapılan en büyük çatı üstü güneş panelinin Melikgazi Belediyesince gerçekleştirdik. Şimdi de belediyemiz hizmet binasının çatısına 441 panelden oluşan ve GES 120 KWP HİBRİT SİSTEM üzerine kurulan güneş enerjisinden elektrik üretiyoruz. Melikgazi Belediyesi artık sadece hizmet değil aynı zamanda elektrik de üretiyor” dedi.

Başkan Büyükkılıç, hizmet binasında elektrik üreten sistemin devreye girmesi ile binanın aydınlatma, ısınma ve makinelerin enerjinin artık güneşten alınmış olacağını sözlerine ekledi.


Melikgazi Belediyesi Parklara Güneş Enerjisinden Elektrik Enerjisi Elde Edilen Paneller Yerleştiriyor

Melikgazi Belediye Başkanı Dr. Memduh Büyükkılıç, 2017 yılı içerisinde başlatılan proje ile 20 parkta güneş enerjisinden elektrik enerjisi elde edilen güneş panelleri yerleştirildiğini söyledi.

Güneş panelleri ile gündüzleri enerjiyi depolayacak olan bu sistem ile akşamları parkların ışıl ışıl olacağını ve ekonomiye katkı sağlanacağını belirten Başkan Büyükkılıç, “Güneş panelleri ile enerji elde ederek pazar yerlerini aydınlatıyoruz. Camilerimizde abdest alma yerleri güneş enerjisi ile sıcak su akmaktadır. Şimdi sıra parklarda, artık bundan sonra parklarımız da güneş enerjisi ile aydınlanacak. Parklar ışıl ışıl olmaya devam edecek ama artık enerjiyi güneşten alacak. Sonuç itibari ile ekonomiye katkı sağlanacak. 2017 yılı içerisinde toplam 20 parkımızda çalışmalar devam ediyor. Yıl sonuna kadar güneş panelleri yerleştirilmiş olacaktır“ dedi.

Güneş enerjili panellerden elektrik üreterek hem ışıklandırma hem de ısıtmada kullanılması çalışmasının örnek gösterildiğini hatırlatan Başkan Dr. Memduh Büyükkılıç, Melikgazi parklarında 24 saat hizmet verdiğini çünkü çok amaçlı oluşundan dolayı parkların cıvıl cıvıl olduğunu sözlerine ekledi.

8 Ekim 2017 Pazar

Ampul Komplosu Nedir? Bozulmayan Cihazlar Mümkün mü?


Hepimiz bie tüketim toplumu içinde yaşadığımızın farkındayız. Kullandığımız bir çok ürünün aslında daha kaliteli, dayanıklı ve fonksiyonel olabileceğinin farkındayız. Ama malesef pek çok ürün belli bir sürenin sonunda bozulmakta veya işlevini yitirmekte.

Kaçmayan çorap, bozulmayan elektronik alet, ömür boyu dayanan ampul var mı? Elbette olabilir ama üretilmiyor daha doğrusu üretilmeleri istenmiyor. Neden derseniz bu bir plan, üstelik yeni değil, 1920’ler den beri hayatımızda.

Planın adı İngilizce’de “Planned Obsolescence” yani Türkçe karşılığı ile Planlı Eskitme: Tüketiciyi biraz daha yeniyi, gerekenden biraz daha önce almak üzere şekillendirme.

Bazı ürünlerin öyküsü kasıtlı ve planlı eskitme teorisinin ne denli acımasız uygulandığını çok iyi gösteriyor. Californiya Livermore İtfaiyesi’ ndeki bu ampul 1895 yılından beri sürekli yanmakta. Yani tam 120 yıldır.

Ampulün hayatına başladığı yer; Shelby adındaki Ohio kasabası. Filaman (ampulün içinde yer alan ve ışık veren iletken tel), Adolphe Chaillet tarafından icat edilmiş ve uzun süre dayanacak biçimde tasarlanmış ancak nasıl bu kadar uzun dayanabildiğinin sırrı onunla beraber yok olmuş. Ampulün ışığı parlaklığını yitirse de sönmeyen 60 watt’lık bu ampul, ürünlerin ömrünü kasıtlı olarak kısa tutma politikasının ilk kurbanı.

Dünyanın en önemli buluşlarından biri olan ampul, 1879 yılında Amerikalı Thomas Edison tarafından icat edildi. Ampul, ilk kez 1881’de piyasaya sürüldü. Satışa çıktığında 2500 saatlik bir ömrü olduğu belirtilen ampulün ömrünü uzatmak ve sağlamlaştırmak için mühendisler yoğun bir çalışma başlattılar.

Uzun ömürlü ampullerin ekonomik büyümeye olumsuz etkisini fark eden üreticiler, 1924 yılında Cenova’da toplanarak dünyanın ilk küresel kartelini oluşturdular. Phoebus adlı kartelin amacı, ABD, Avrupa, Asya ve Afrika’daki üretim, pazarlama ve tüketimi denetim altına alarak ampullerin ömrünü sınırlamaktı. Phoebus işe koyulduğunda ampullerin ortalama ömrü 2500 saatti ve bu çok fazlaydı. Pheobus, kurallarını detaylı bir bürokrasi üzerinden dayatıyordu. Üyeler, aylık tüketim raporu hedeflerini gerçekleştiremediklerinde ağır şekilde cezalandırılıyordu. Kartelin baskısı altındaki üye şirketler 1.000 saat kuralını karşılayacak daha çürük ampuller yaratmak için deneyler yapmaya başladılar ve 2 yıl içinde kullanım ömrü 2.500 saatten 1.500 saatin altına kadar düştü. 1940’larda kartel amacına ulaştı: 1.000 saat ampuller için standart kullanım ömrü haline geldi.

Bunu izleyen yıllar boyunca mucitler yeni ampuller için düzinelerce patent doldurdular; 100.000 saat dayanacak bir tanesi de bunlara dahildi. Hiçbiri genel pazara ulaşamadı. Resmi olarak Phoebus asla var olmadı, ancak izleri her zaman oradaydı. Stratejileri düzenli olarak isim değiştirmek oldu. “Uluslararası Enerji Karteli” ismini ve başka bazı isimleri kullandılar. Esas nokta şu ki; fikir hala hayatta kalmaya devam ediyor.

Konuyla ilgili belgeseli aşağıda izleyebilirsiniz...


Altın Niçin Değerli? Altının Diğer Elementlerden Farkı Ne?


İnsanın, altına olan tutumu biraz garip. Kimyasal açıdan altın hiç de ilginç bir madde değil. Diğer elementlere güçlükle tepki verir. Fakat yine de periyodik tabloda, insanın, para birimi olarak seçtiği tek element. Peki neden? Mesela neden osmiyum ya da krom değil? Ya da seaborgiyum?

Periyodik tabloyu bir düşünelim. Altın yerine başka ne kullanılabilirdi acaba?

Asil gazlar ve halojenler var: Bir gaz hiçbir zaman bir para birimi olamaz.

Diğer iki sıvı element civa ve brom günlük sıcaklık ve yer çekimi düşünüldüğünde pek bir uygunsuz olur.. Ayrıca ikisi de zehirli. Aynı sebeplerden arsenik ve onun gibi diğer maddeleri de kullanamazdık.

Alkali metaller ve toprak alkali metaller de çok tepkisel. Birçok kişi okullarda sodyum ve potasyumu suyun içine damlatınca ne olduğunu hatırlar.

Radyoaktif olanlar. Paranızın sizi kanser etmesini istemezsiniz değil mi?

Geriye toryum, uranyum, plütonyum ve radyoaktif olarak parçalanmadan laboratuvar ortamında yapay olarak üretilmiş rutherfordyum, seaboryum, ununpentiyum, einsteinyum kalıyor.

Tabii bir de az bulunan toprak metalleri var ki, bunlar altından bile az bulunuyor. Ne yazık ki, kimyasal olarak bunları birbirinden ayırmak oldukça zor.

Bu bizi periyodik tablonun ortasındaki geçiş metallerine ve sonrasına götürüyor. Burada 49 adet, adına aşina olduğumuz element karşımıza çıkıyor: Demir, alüminyum, bakır, kurşun ve gümüş.

Fakat ayrıntılı olarak incelediğinizde hepsinin sakıncalı bir noktası olduğunu fark edeceksiniz.

Öte yandan sol tarafta titanyum, zirkonyum gibi sert ve dayanıklı elementler var. Fakat onlar için de problem farklı: Eritmek oldukça zor.

Listeyi 8 maddeye kadar indirdik. Platinyum, paladyum, rodyum, iridyum, osmiyum ve rutenyum. Tabii ki ek olarak gümüş ve altın.

Bunlar soylu maddeler olarak biliniyor. Çünkü diğer maddelerden ayrı durarak zor tepki veriyorlar. Ayrıca oldukça da nadir bulunuyorlar ki, bu da para birimi olması için önemli bir ölçüt.

Eğer demir pas tutmasaydı, para için güzel bir kaynak olurdu. Çünkü çevrede çok fazla var. Ama çok büyük boyutlarda bozuk parası taşımak zorunda kalmış kalabilirdiniz.

Gümüş ve altın dışındaki tüm nadir elementlerde tam ters sorunlar var. Çok az bulunuyorlar, bu yüzden çok küçük oranda taşımak zorunda kalırdınız, dolayısıyla da çok kolay kaybedebilirdiniz.

Ayrıca eritmek de oldukça zor. Platinin erime noktası 1.768 santigrat.

Geriye iki madde kalıyor ki, bunlar altın ve gümüş.

İkisi çok yaygın değil ama bulmak da fazla zor değil. İkisinin de görece olarak düşük erime noktası var ve böylece bozuk para, külçe, takı haline getirilmesi olay.

Gümüş havada çok ufak miktarda kükürtle temas eder etmez kararıyor. Onun için altına böyle özel bir değer veriyoruz.

Altının bu kadar değerli olmasının nedeni, kimyasal olarak ilginç olmamasından kaynaklanıyor.

Yani varoluşsal bir değeri yok. Bir para birimi, ancak biz toplum olarak anlam yüklediğimizde değerli olabilir.

Gördüğümüz gibi katı, taşınabilir ve zehirleyici olmaması gerekiyor. Ayrıca adaletli bir şekilde, az bulunması gerekiyor.

Ayrıca altın, parlak sarı renkte. Periyodik tablodaki tüm metaller ise, bakır dışında gümüş rengini taşıyor. Bakır, havadaki nemle karşılaşınca yeşile dönüşüyor. Ve işte altını özel yapan da bu.

Peki, nasıl oluyor da halen altın, para birimi olarak artık kullanılmıyor?

1973 yılında dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın, dolar ile altın arasındaki bağı koparması bir dönüm noktası oldu. O tarihten beri tüm para birimlerine dolar üzerinden değer biçildi.

Nixon’un bu kararı almasının gerekçesi, aslında oldukça basitti: ABD’nin altın stokları tükeniyordu.

Bu da altınla ilgili problemin ana nedeni. Altının kaynağı ekonominin durumuna değil, maden ocaklarında çıkarılan stoklara bağımlı.

16. yüzyılda Güney Amerika ve geniş altın kaynaklarının keşfi ile altının değeri düştü; diğer herşeyin fiyatıysa arttı.

O günden beri sorun, bunun tam tersi. Altının arzı çok sınırlı. Örneğin 1930’deki Büyük Buhran’da altın stoklarını kullanan birçok ülke ekonomik krizden kaçabildi. Bunu yaparak basılı paraya değer kazandırdılar ve ekonomilerini canlandırdılar.

Altına olan talep, bazen çok çılgınca olabiliyor. Arzın sabit olması yüzünden de, altın fiyatları büyük iniş çıkışlar kaydedebiliyor.

Belki de Churchill’in dediği gibi, altın, para birimi olarak en kötü element.

Yeryüzünde bunca maden varken, niçin sadece altının tarih boyunca hep en soylu ve değerli maden muamelesi gördüğünü merak ettiniz mi hiç? Genelde bir şey dünyada ne kadar az bulunuyorsa veya elde edilmesi ne kadar zorsa o kadar değerlidir diye düşünülür, ancak altın ne yeryüzünde en az bulunan, ne de çıkartılması en zor olan madendir.

Güneşinkiyle özdeşleştirilen parlak sarı rengi, yaşamın ve gücün sembolü olan göz alıcı ışıltısı da değildir onu emsalsiz kılan. Madenler arasında değerli olma sıralaması yapıldığında altın ancak on altıncı sıraya yerleşebilir. Tarihte ilk değiş tokuş birimi de altın değildir. Ortaçağda gümüş birçok yerde altından daha fazla biliniyordu ve daha değerliydi. Uzakdoğu ülkeleri 1936 yılına kadar gümüş para sistemine bağlı kaldılar.

Altından Değerli Maden Varmı?

Günümüzde son derece ucuz olan ve geniş kapsamda kullanılan alüminyum bile on dokuzuncu yüzyılda altından daha kıymetliydi. Saraylarda ziyafetlerde en değerli misafirler için alüminyum tabak ve tepsiler kullanılıyordu. O zamanlar alüminyumun altından iki kat daha fazla değerli olmasının nedeni elde edilişindeki zorluktu.

Alüminyum dünyada en çok bulunan madenlerden biri olmasına rağmen tabiatta oksitlenmiş halde bulunduğundan 1825 yılına kadar böyle bir maden olduğunun farkına bile varılmadı. 1886 yılına kadar alüminyum sadece saray mensuplarının sahip olabildikleri, mücevher yapımında kullanılan çok değerli bir maden olarak kaldı. 1886 yılında alüminyumun elde edilişinde ucuz metotlar keşfedilmeye başlanınca her yerde bulunabilir hale geldi, dolayısıyla ucuzladı ve artık adi bir element muamelesi görmeye başladı.

Neden Değerli?

Altının geleneksel değerinin oluşmasında, az bulunmasından veya zor elde edilmesinden ziyade tabiatta katıksız, saf halde bulunması, dövülerek biçimlendirilebilmesi, havadan ve sudan etkilenmemesi, yani paslanmaması, kararmaması ve donuklaşmaması etkilidir. Bu sayede altın tarih boyunca çok güvenilir bir değer ölçüsü olarak kabul edilmiştir.

Tüm bunların dışında altını altın yapan diğer önemli özellikler olarak, sadece klorik ve nitrik asit karışımında (halk arasında altın suyu olarak bilinen) erimesi ve bunun dışında hiçbir asitten etkilenmemesi, kendi hacmindeki sudan 19 kere daha ağır olmasına rağmen çok yumuşak olduğundan kolayca işlenebilir ve inceltilebilir olması gösterilebilir.

Neler Yapılır?

Altın inceltildiğinde elde edilen levhalar o kadar ince olabilir ki, bin tanesi üst üste geldiğinde ancak bir milimetrelik bir kalınlık oluşur. Kibrit kutusu büyüklüğündeki saf altın tenis kortu büyüklüğündeki bir sahayı kaplayacak kadar inceltilerek yassılaştırılabilir. Bir gram altından üç kilometre uzunluğunda tel çekilebilir. Ne var ki çok yumuşak olması her zaman avantaj değildir. Birçok uygulamada sağlamlık ve sertlik kazanması için başta bakır ve gümüş olmak üzere başka madenlerle karıştırılarak kullanılmak zorundadır.

Günümüzde paralar artık altından basılmıyor. Uzun zaman önceleri kâğıt paraları dengelemek için o miktardaki altın Merkez Bankası kasalarında tutuluyordu. Artık hiç bir ülke parasal amaçla altın kullanmadığı için paranın altının yasal güvencesine ihtiyacı kalmamıştır. Altının uluslararası para sisteminde bir rolü kalmayınca Merkez Bankaları ’nda da ulusal paralara karşılık belli ağırlıkta altın bulundurma zorunluluğu da kalmamıştır.

Tüm bunlara rağmen günümüzde altına olan talep artarak devam ediyor. Bu talebin ve altının hâlâ uluslararası önemini korumasının başlıca sebepleri, mükemmel ısı ve elektrik iletkenliği özellikleriyle teknolojide kullanılması ve insanların bilezik, yüzük, küpe benzeri süs eşyalarında, hatta diş kaplamalarında hâlâ altını servetlerinin bir parçası olarak, her an ellerinin altında olan ve değer kaybetmeyen bir yatırım aracı olarak görmeleridir.

6 Ekim 2017 Cuma

Ne için okudun? Okul Sonrası Hayata Nasıl Hazırlıklı Olunur?


Pek çoğumuz okul hayatımızı bir amaç edinmeden okuyup bitiriyoruz. Sonrasında bir anda kendimizi hayatın içerisinde buluyoruz. Hayata küçük yaşlarda bir hedef doğrultusunda devam edenler sonrasında çok daha başarılı işlere imza atıyorlar. Hiç olmasa sevdikleri işleri yaparak mutlu oluyorlar. Özellikle lise ve üniversite öğrencilerinin okuması dileğiyle...

Ne için okudun?

4 yıl üniversite okumuş bir genç.

2 yıl da yüksek lisansını yapmış.

Neden yüksek lisans diye soruyorsun.

“Cila olsun diye” cevabını veriyor.

Bilinçsizce, amaçsızca, alelacele…

Sonra iş başvurularına gitmeye başlıyor…

Cv’ye bakıyorsun, diğerlerinden hiçbir farkı yok, sadece isim farklı.

Gidip sağlam bir staj yapmamış.

Kulüplerde görev almamış.

Derneklerde, vakıflarda, kısacası sivil toplumda yer almamış.

Sadece okumuş.

Farkında olmadan boş yere okumuş.

Çevre yapmamış, insanlarla tanışmamış.

Rol modeli olan kişilere bir e-posta gönderip “Bir kahvenizi içmek istiyorum” deyip yanına gitmemiş.

Şimdi iş arıyor.

Milyonlarca CV ile aynı özellikteki bir CV ile iş arıyor.

İşin kötüsü yapmış olmak için yapmaya o kadar alışmış ki;

Çalışmayı da verimli olmak, kendisini göstermek, deneyim kazanmak, o alanda en iyi olmak için istemiyor.

Peki ya ne için?

Cevap basit : Para

Pekala, buna da saygı gösterelim. Soralım, “Ne kadar maaş istiyorsun?”

Cevap : “2000 Lira”.

Gözleri ışıldıyor bu rakamı söylerken, bir ömür ufak ufak artışlarla bu ortalamada bir maaşa çalışabilir.

Alıyorum kağıdı, kalemi. Basit bir hesap yapıyorum.

“Bak” diyorum, “2000 Lira istiyorsun ya, o 2000 liraya ayda 20 gün çalışacaksın. 20 güne böldüğünde günlük maaşın 100 Lira yapar. O paraya da temizlikçi Fatma Abla gelip evini temizlemez. Doğru mu?”

Gözlerindeki parıltı kayboluyor. Bu hesabı daha önce hiç yapmamış. Boynu bükülüyor.

“Evet” diyor.

“Peki sen 18 sene bunun için mi okudun?” diyorum.

Cevap vermiyor, ne desin ki? “Hayır” dese, cv’si öyle demiyor. “Evet” dese, yüreği el vermiyor. Mesele bireyin ne kadar maaş aldığı da değil aslında. Esas olan bireyin kendisini daha lise sıralarında geliştirmeye başlaması, hedeflerini koyması.

Üniversitede kendisini geliştirmeye ve hayata entegre olmaya çaba göstermesi, üniversite bittikten sonra bir işe herhangi bir maaşla -bu asgari ücret de olabilir- girmesi ve orada da kendisini geliştirmeye devam edip iyinin peşinden koşması ve hep daha iyiye gitmesi.

Bu yazı üniversiteye başlamak üzere olan, üniversitede okuyan, okulunu bitirmek üzere olan, iş hayatına atılmak üzere olan genç arkadaşlarım için köprüden önce son çıkış olabilir. Böyle tanıdıklarınız varsa lütfen okutun. İş işten geçmeden ne için çalıştıklarının farkına varsınlar.

Hayat bir anda akıp gidecek,

Hayatları akıl tokluğuna,

Karın tokluğuna avuçlarından akıp gitmeden, bir DUR desinler….

Duygu Doğan // Edamer Eğitim Danışmanı

4 Ekim 2017 Çarşamba

Honda'nın Kurucusu Soichiro Honda'nın Muhteşem Hayat Hikayesi ve Başarı Öyküsü


Şirketin kurucusu Soichiro Honda 17 Kasım 1906 yılında Japonya’da doğdu. Dokumacı bir anne ile bisiklet tamircisi bir babanın oğlu olan Honda, küçük yaşlardan itibaren atölyede babasına yardım ederek büyüdü. Yani daha çocuk yaşta mekaniğin, yağın, lastiğin içinde büyüdü.

Okul hayatı pek başarılı geçmeyen Honda, bir keresinde karnesindeki zayıf notları düzeltmeyi denedi. Hatta bu konuda arkadaşlarına da yardım etti. Ancak notları düzeltmek için uyguladığı teknik sorunlu çıkınca bu ufak sahtekarlık girişimi herkes tarafından öğrenildi. Bu nedenle babası da ona tek ayak üstünde durma cezası verdi. Babası Soichiro Honda’ya bu cezayı haylazlık nedeniyle değil, notları düzeltirken yaptığı yanlışı fark etmemesi nedeniyle verdi.

Oto Tamircide Çalışmaya Başladı

1922 yılında ortaokulu bitiren Honda, gazetede bir iş ilanı gördü. Tokyo’daki bir oto tamir atölyesine ait olan bu ilan nedeniyle Honda Tokyo’ya gitti ve işe alınarak burada çalışmaya başladı. Atölyedeki en genç çalışan olan Honda, bu atölyede üretilen yarış otomobillerinin tasarımını da yakından izleme fırsatı buldu.

1923 yılında deprem nedeniyle meydana gelen bir yangında, atölyedeki üç aracın yanmasını önleyen Honda patronunun gözüne girdi ve Curtiss adlı yarış aracının bakımında görev almaya başladı.

Honda’nın çalıştığı Art Shokai adlı bu atölye Tokyo’da gittikçe popüler olmaya ve yeni şubeler açmaya başladı. Bu şubelerin birinin başına ise 21 yaşındaki Soichiro Honda getirildi. 1923 yılındaki depremden ders çıkaran Honda, kırılmaya ve yanmaya karşı dayanıklı yedek parçalar üretmeye başladı. Tahtadan yapılan jantları, metal jantlarla değiştirdi ve hatta bunun patentini dahi aldı. Atölye çok iyi kazanç elde etmesine rağmen Soichiro Honda kazandığı tüm parayı yine ürün geliştirmeye yatırıyordu ve Art Shokai’nin sahipleri bu durumu desteklemiyorlardı.

Eğitim Almaya Karar Verdi

Soichiro neredeyse atölyede yaşar hale gelmişti ve piston yayı geliştirmeye çalışıyordu. Öyle ki eşinin mücevherlerini bile atölyeye yatırmıştı. Tüm çabalara rağmen istediği başarıyı elde edemeyen Honda, bir süre sonra kendini eğitime verdi.

“Teori yaratıcılık kazandırsaydı tüm öğretmenler mucit olurdu.” diyen Honda motor ve otomotiv okulunda dersler almaya başladı. Arta kalan zamanlarda da yarış aracı tasarımına devam ediyordu. Kendi motor soğutma yöntemini bularak yarış otomobillerinin yaşadığı temel bir sorunu çözdü. Onun ürettiği motorlar, yarışlarda fazla ısınma nedeniyle bozulmuyordu. Bu nedenle yarışlarda aktif rol alarak yeni ürettiği motoru denemeye karar verdi.

Ölümden Döndü

1936 yılında ralli yarışlarına katıldı ve aracı 120 kilometre hızla giderken birdenbire durması nedeniyle araçtan fırladı. Honda’nın kolu kırıldı, omzu çıktı ve yüzü feci şekilde yaralandı. 3 ay hastanede yatan Honda’nın yarış kariyeri de böylece sona erdi.

Savaş ve İflas Dönemi

Hastanedeyken Soichiro kötü haberler aldı, zira onun ürettiği 30.000 piston yayları Toyota tarafından incelendi ve sadece 3 tanesi kalite testinden geçebildi. Buna ek olarak Soichiro gittiği meslek okulundan da atıldı.

Bu kadar kötü haberi pek çok kişi kaldıramazdı. Ancak iyileştikten sonra Soichiro Honda, kendi şirketini kurdu. Bu şirketin adı da Tokai Seiki idi. Bu kez ürettiği piston yayları sorunsuzdu ve üretim iyi bir ivme kazanmıştı.

2. Dünya Savaşı esnasında şirket Toyota’nın piston yayı ihtiyacını neredeyse yarısını karşılar hale gelmişti. Ayrıca uçak gemileri ve uçaklar için de yedek parça üretiyordu Honda. Ancak 1945’te 2. Dünya savaşında Japonya’nın yenilmesi ve Tokai Seiki’nin ABD uçakları tarafından bombalanmasıyla işler bir anda renk değiştirdi. Honda ülkenin kötü bir döneme girdiğini düşünerek büyük zarar gören kendi fabrikasını restore etmedi. 450.000 Yen karşılığında Toyota’ya sattı. Yaklaşık bir yıl boyunca evde kalan Soichiro Honda, bu sürede kendini viski üretimine ve viski içmeye verdi.

Honda'nın Kuruluşu

1946 yılında gelindiğinde Honda bir kez daha kendi işini kurdu: Honda Teknoloji Araştırma Enstitüsü…

Bu süreçte moped üretimine ağırlık verildi. Askerlerin kullandığı telsizin donanımını alıp bisiklete yerleştiren ve mazot olarak göknar ağacı yağı kullanan Honda bu mopedlerden 1500 tane satmayı başardı. 1947’ye gelindiğinde Honda’nın kendi üretimi olan çift pistonlu motor üretildi. Şirket iki yıl boyunca Enstitü adı aldıktan sonra ismi Honda Motor Company olarak değiştirildi.

1949 yılında Dream adlı çift pistonlu motosikletin üretimine başlandı. 2 yıl sonra da 4 pistonlu motorlar üretildi. 1958 yılında Super Cub adlı motosiklet ile ABD pazarına açıldı. Honda bu süreçte Japonya’nın en büyük motosiklet üreticisiydi zaten. Dünya genelinde 200’den fazla motosiklet firmasını geride bırakmıştı bile.

Hızlı bir şekilde büyüyen şirketin yeni yönetim anlayışlarına ihtiyacı vardı. Honda yönetiminde yapılan yenilikler ise devrim niteliğindeydi. Departmanlar net bir şekilde belirlendi. Ancak Honda Araştırma Merkezi ise otonom bir yapıya sahipti ve yönetim piramidinden ayrı bir yerde duruyordu. Tasarım mühendislerinin terfi alması, boşalan pozisyonlara göre değil, kişisel başarıya göre gerçekleşiyordu. Şirket içinde hiyerarşiye karşı olan Soichiro bu konuda şöyle diyor:

“Genelde insanlar baskı altında olmadıkları zaman daha sıkı ve daha iyi çalışırlar. İnsanlar baskı altında değilken daha inovatif olurlar. Honda olarak biz de şirket içindeki parlak insanları ortaya çıkarmak üzere bir sistem kurguladık. Öyle ki bu parlak kişiler, zamanla başkanlık koltuğuna bile oturabilirler.”

Bu arada Soichiro şirketi hissedarlara açmadı. Yani şirketin yönetiminde yatırımcılar değil, başarılı mühendisler ve yöneticiler yer aldı. Bu da şirketin geleceğine dair olumlu sinyaller vermesi nedeniyle olumlu etki yaptı ve gereken banka kredileri kolayca alındı.

Şirketin yönetim alanındaki prensipleri 1956 yılında “Şirket Prensibi” adı altında şu şekilde belirtildi:
Yeni pazarların yaratılması
Tüm çalışanların yönetime katılması
Üretimin globalleşirilmesi
Tüm sorunların inovatif bir şekilde çözüme kavuşturulması

Motosiklet Dünyasının 1 Numarası

Honda’nın ürettiği motosikletler tüm dünyada büyük ilgi görmeye başladı. Şirket 1961’de ayda 100.000, 1968’de ise ayda 1 milyon motosiklet üretme kapasitesine erişti. 1985 civarında dünyadaki motosiklet üretiminin %60’ı Honda’nın elindeydi.

Motosiklet alanında zirveye oturan Honda daha sonra otomobil üretmeye karar verdi. Soichiro Honda çocukluğunda otomobillerden etkilendiğini, hatta bir gün kendi otomobilini üreteceğine inandığını ifade ediyor biyografisinde.

Otomobil Üretimine Geçildi

1962 yılında ilk otomobilini üreten Honda, Japon yetkililerin otomotiv dünyasına girmemesi konusundaki tavsiyelerine kulak asmadı. Yetkililer Japon pazarının otomobil üreticilerine doyduğunu, yeni bir otomobil şirketinin piyasada kendisine yer bulamayacağını söylüyorlardı. Ancak 1970’lere gelindiğinde Soichiro Honda’nın otomobil işine girmekle ne kadar doğru bir iş yapmış olduğu anlaşıldı.

O zamana kadar araçların egzozlarında belli başlı sorunlar vardı ve diğer otomobil üreticileri bu soruna tam bir çözüm bulamamıştı. Ancak Honda, katalik dönüştürücü üreterek egzoz gazı sorununu kökten çözmüş oldu. Bununla birlikte Honda’nın ürettiği motorlar çevreye daha az zararlı gaz salıyordu. 1975’te piyasaya sunulan Honda Civic bu teknolojiyi taşıyan ilk otomobil oldu. Bugün bile Honda Civic kendi sınıfının en güvenilen araçlarından biri olmaya devam ediyor.

Amerikalı işçilerin yüksek teknolojili Japon araçlarını monte edemeyeceği yönündeki önyargıya aldırış etmeyen Soichiro Honda, 70’lerin ortasında ABD’nin Ohio eyaletinde bir fabrika kurdu. Honda Accord, 80’li yıllarda ABD’de satış rekorları kırdı. Bu araba nedeniyle Amerikan otomotiv sektöründe ilk kez yatırım yapan bir Japon girişimci olarak Soichiro Honda’nın özel bir yeri vardır.

80’lerin başında Honda Japonya’nın en büyük 3. otomobil üreticisi, 80’lerin sonunda ise dünyanın en büyük 3. otomobil üreticisi haline geldi.

Honda, piyasaki yerini sağlamlaştırdıkça özellikle Japonya’da üvey evlat muamelesi gördü. Zira Japonya’daki petrol krizi nedeniyle üreticiler fiyatlar artırıp üretim maliyetleri kısmak gibi bir strateji içindeydiler. Ancak Soichiro Honda buna karşı çıkıyordu. Öyle ki bu dönemde fiyatları düşürüp üretim kapasitesini iki katına çıkardı. Sonuç olarak Nissan ve Toyota’nın satışları %40 düşerken Honda’nın satışları %76 arttı.

Tüm hayatı boyunca klasik görüşleri yıkmakla geçen Honda, çoğu zaman profesyonel danışmanlarla çalışmayı reddetti. Zira o eğitimin de bir tür dogma olduğuna ve inovatif düşünmeye engel olduğuna inanıyordu. Daima kendi prensipleri doğrultusunda hareket eden Soichiro Honda şöyle diyor:

“Geri dönüp baktığımda pek çok hata yaptığımı görüyorum. Ama başarılarımdan dolayı da gururluyum. Peşpeşe hatalar yapmış olmama rağmen aynı hatayı ikinci kez tekrarlamadım.”

Honda Şirketi ve Soichiro Honda

140 farklı ülkede varlık gösteren Honda, bisiklet, otomobil, tekne motoru, mini traktör, tarım aletleri ve farklı türde motor üreten devasa bir şirket.

Şirket 1956 yılında 3 Zevk felsefesini benimseyerek kuruldu.

Bu zevklerden birincisi mühendislere yönelik “üretim zevki”ydi.
İkinci zevk, şirket çalışanlarına yönelik “satış zevki”ydi.
Üçüncü zevk ise müşterilere yönelik “Honda kullanma zevki”ydi.

Yani şirket üreticiden tüketiciye kadar herkesi memnun etmek üzerine kuruluydu.

Honda temel olarak kadın, erkek ve gençleri hedef aldı. Yani orta sınıf tüketicilere yönelik araç üreten Honda’nın bu kadar başarılı olmasının ardında başarılı bir yönetimin yanı sıra, yüksek teknolojiye sahip şık otomobil üretmesi yatar.

Soichiro Honda ise başarısının ardında “deneme yanılma” olduğun ifade ediyor: “Honda çalışanlarının hedefleri daima yüksek olmalı, ancak başarısız olmaya da hazır olmalılar.”

Soichiro Honda’nın bir diğer özelliği de risk alabilmesidir. Honda, hedeflerini gerçekleştirmek için her şeyi riske edebilecek kadar idealist bir kişidir .

Çalışanları Soichiro Honda’yı “Bay Fırtına” olarak adlandırmaktadır. Zira zaman zaman duygu patlamaları yaşayan Honda, çalışanları tarafından sevilmesine rağmen bir o kadar da kendisinden korkulmaktadır. Honda, azimli, tevazu sahibi ve iyilik sever bir insan olarak bilinir. Ayrıca hatalarından ders almasını bilen, insanlara hatalarından ders almalarını öğütleyen bir liderdir.

Soichiro Honda, kendi kurduğu şirkette 65 yıl çalıştı ve yeni üretilen her aracı bizzat test etti. Şirket kademelerinde hiçbir akrabasına ve arkadaşına da özel muamele göstermedi.

“Şirketin kurucusu ne kadar şahane olursa olsun, bu kişinin oğlunun şirketin başına geçmesi garanti değildir. Honda’da akrabalığa, kan bağına değil; liderliğe önem verilir.”

1973 yılında şirket 25. kuruluş yıldönümünü kutladı ve bu kutlama esnasında Honda emekliliğini açıkladı. Şirketin yeni patronu ise çalışanlardan biri oldu.

Honda emekli olduktan sonra da boş durmadı gerçi. Tokyo Ticaret Odası başkanı ve Japon Otomotiv Federasyonu başkanı seçildi. Trafik güvenliğine yönelik bir vakıf kurdu. Ayrıca çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi üzerinde Honda Vakfı’nı kurdu.

5 Ağusos 1991’de hayata veda eden bu büyük girişimci arkasında 470 icat, 150 patent ve çeşitli üniversitelerden fahri doktora dereceleri bıraktı. Sadece 3200 dolarla kurduğu şirketin bugün yıllık kazancı 30 milyar dolardan fazla.

“Başarı ancak defalarca başarısız olmakla elde edilir. Başarının temelinde zorluklarla mücadele etmek vardır. Zorluklardan korkmazsanız başarı size kendi gelecektir.”
– Soichiro Honda

1 Ekim 2017 Pazar

Öğretmenlerin Burçlara Göre Okuldaki Davranışları Nasıldır?



Aslında pek çoğumuz burçlara pek inanmasakta burçların insan üzerindeki etkilerini öğrenmeye merak duyarız. Erkekler, kadınlar, aşk, para vb. pek çok konuda burç yorumları vardır. Burada burçlara göre öğretmen davranışlarını ele aldık. Siz yine de pek inanmayın....


Koç Öğretmen

Koç öğretmeni öğrencilerini, hayatlarında hep daha iyi şeylere ulaşmaları için harekete geçirir. Yavaş olanlara karşı biraz sabırsız olabilirler. Her konuda başarı gösteren öğrenciler Koç öğretmenine daha yakın olacaklardır.


Boğa Öğretmen

Boğ öğretmeni çok sabırlıdır ve öğrencilerine her şeyi etraflıca anlatır. Öğrencilerini çok fazla itelemezler. Kendilerinin aceleye getirilmesinden de hoşlanmazlar. Yavaş ve istikrarlı olmayı severler. Bilgili öğrencileri severler ve gizli yetenekleri keşfetmede ustadırlar.


İkizler Öğretmen

İkizler öğretmeni entelektüeldir. Müfredata bağlı kalmayı sevmezler. Herhangi bir konu hakkında her şeyi konuşurlar ve öğrencilerinin zihin açıcı tartışmalar yapmalarını isterler. Verimlilik üzerine odaklanırlar ve öğrencilerinin her zaman alışılmışın dışında ve farklı perspektiften düşünmelerini sağlarlar.


Yengeç Öğretmen

Yengeç öğretmeni duygusaldır ve öğrencileri ile çok derin duygusal bağlar kurar. Öğrencilerinin kendilerini, güvende ve korunuyor hissetmelerini ister. Her konuda iyi olamadıkları veya belli konularda başarısızlık yaşadıkları durumlarda hiçbir öğrencisinin kendisini kötü hissetmesini istemez. Yengeç burcu öğretmene sahip çocuklar her zaman kendilerini motive olmuş ve mutlu hissederler.


Aslan Öğretmen

Aslan öğretmenler öğrencilerine her zaman farklı öğrenme yöntemleri sunmakta büyük istek sahibidir ve öğrencilerini benzersiz öğretme stilleri ile kendisine hayran bıraktırır. Kontrolü asla elinden bırakmaz ve öğrencilerinin kuralları çiğnemesine müsamaha göstermez. Eğer Aslan bir öğretmeniniz varsa eğitim hayatınız hem eğlenceli hem de çok yoğun olacaktır.


Başak Öğretmen

Başak öğretmeni memnun etmesi oldukça zordur. Gizli kusurları anında görürler ve her zaman düzeltecek bir şeyler bulurlar. Bu sebeple Başak öğretmenin öğrencileri çoğu zaman öğretmenlerinin kendilerini uzun süreli bir başarıya hazırladığının ve onlar için en iyisini istediğini anlamazlar. Çalışkan bir başak öğretmenden öğrenilecek çok şey vardır.


Terazi Öğretmen

Terazi öğretmen sınıf içerisinde harika bir atmosfer yaratır ve öğrenciler bu uyumlu ve rahat öğretmenin yanında kendilerini çok rahat hissederler. Terazi öğretmenler öğrencilerin kolaylıkla yanaşabildiği öğretmenlerdir. Bir konuda yaşadığı başarı veya başarısızlıktan ziyade öğrencinin genel ilerleyişine odaklanır. Eğitimde de denge onlar için her zaman önemlidir.


Akrep Öğretmen

Akrep öğretmen kendi rolü hakkında çok nettir ve sınıfındaki duruşu arkadaş edinmek veya öğrencileri etkilemek değildir. Onlar derin düşünürler ve öğrencilerine eğitim vermeye odaklıdırlar. Öğrencilerinin performansını geliştirme konusunda her zaman dürüst bir yaklaşım sergilerler.


Yay Öğretmen

Yay öğretmenler öğrencilerin favori öğretmenleridir. İlham verici ve büyüleyici hikayelerle öğrencilerine sınıfta keyifli vakit geçirtirler. Onlar sınıflarında görev başındayken tek bir an dahi sıkıcı geçmez. Yay öğretmeni ile öğrenmek bir keyiftir ve öğrenciler onların uzmanlıkları, ilgileri sayesinde akademik olarak gerçek anlamda beslenip gelişirler.


Oğlak Öğretmen

Oğlak öğretmenden çok fazla kural ve ev ödevi beklemeye hazırlıklı olun. Çok çalışkandırlar ve öğrencilerini kendilerine inanmaları konusunda motive eder. Eğitimde eğlenme anlayışına inanmazlar. Öğrenciler oğlak öğretmenleri tarafından her zaman hedeflerine ulaşmaya ve hep daha yüksek hedefler koymaya yönlendirilirler.


Kova Öğretmen

Kova öğretmenleri eğitim verirken hep yeni yol ve yöntemler bulma konusunda büyük bir tutku sahibidir. Bir kova öğretmenin mentorlüğünde öğrenme, öğrenciler için her zaman hatırlanmaya değer bir deneyim olacaktır. Saha gezileri yapmayı seven kova öğretmeni öğrencilerinin müfredatın dışında yeni konular keşfetmelerinde onlara en iyi kılavuz olacaktır.


Balık Öğretmen

Öğretmeler içinde sanatsal becerileri en gelişmiş olanlar balık öğretmenlerdir ve öğrencilerinin özel yaratıcı yetenekler geliştirmelerini ister. Sanatı ve estetiği eğitimin içine belki biraz fazla sokuyor olsalar da bir balık öğretmenden eğitim almak öğrenciler için her zaman tatminkar ve ödüllendiren bir deneyim olacaktır.

Veba Geceleri (Orhan Pamuk) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Veba Geceleri Kitabın Yazarı: Orhan Pamuk Kitap Hakkında Bilgi: Orhan Pamuk’un üzerinde 5 yıldır çalıştığı Veba Geceleri, 190...