6 Ekim 2017 Cuma

Ne için okudun? Okul Sonrası Hayata Nasıl Hazırlıklı Olunur?


Pek çoğumuz okul hayatımızı bir amaç edinmeden okuyup bitiriyoruz. Sonrasında bir anda kendimizi hayatın içerisinde buluyoruz. Hayata küçük yaşlarda bir hedef doğrultusunda devam edenler sonrasında çok daha başarılı işlere imza atıyorlar. Hiç olmasa sevdikleri işleri yaparak mutlu oluyorlar. Özellikle lise ve üniversite öğrencilerinin okuması dileğiyle...

Ne için okudun?

4 yıl üniversite okumuş bir genç.

2 yıl da yüksek lisansını yapmış.

Neden yüksek lisans diye soruyorsun.

“Cila olsun diye” cevabını veriyor.

Bilinçsizce, amaçsızca, alelacele…

Sonra iş başvurularına gitmeye başlıyor…

Cv’ye bakıyorsun, diğerlerinden hiçbir farkı yok, sadece isim farklı.

Gidip sağlam bir staj yapmamış.

Kulüplerde görev almamış.

Derneklerde, vakıflarda, kısacası sivil toplumda yer almamış.

Sadece okumuş.

Farkında olmadan boş yere okumuş.

Çevre yapmamış, insanlarla tanışmamış.

Rol modeli olan kişilere bir e-posta gönderip “Bir kahvenizi içmek istiyorum” deyip yanına gitmemiş.

Şimdi iş arıyor.

Milyonlarca CV ile aynı özellikteki bir CV ile iş arıyor.

İşin kötüsü yapmış olmak için yapmaya o kadar alışmış ki;

Çalışmayı da verimli olmak, kendisini göstermek, deneyim kazanmak, o alanda en iyi olmak için istemiyor.

Peki ya ne için?

Cevap basit : Para

Pekala, buna da saygı gösterelim. Soralım, “Ne kadar maaş istiyorsun?”

Cevap : “2000 Lira”.

Gözleri ışıldıyor bu rakamı söylerken, bir ömür ufak ufak artışlarla bu ortalamada bir maaşa çalışabilir.

Alıyorum kağıdı, kalemi. Basit bir hesap yapıyorum.

“Bak” diyorum, “2000 Lira istiyorsun ya, o 2000 liraya ayda 20 gün çalışacaksın. 20 güne böldüğünde günlük maaşın 100 Lira yapar. O paraya da temizlikçi Fatma Abla gelip evini temizlemez. Doğru mu?”

Gözlerindeki parıltı kayboluyor. Bu hesabı daha önce hiç yapmamış. Boynu bükülüyor.

“Evet” diyor.

“Peki sen 18 sene bunun için mi okudun?” diyorum.

Cevap vermiyor, ne desin ki? “Hayır” dese, cv’si öyle demiyor. “Evet” dese, yüreği el vermiyor. Mesele bireyin ne kadar maaş aldığı da değil aslında. Esas olan bireyin kendisini daha lise sıralarında geliştirmeye başlaması, hedeflerini koyması.

Üniversitede kendisini geliştirmeye ve hayata entegre olmaya çaba göstermesi, üniversite bittikten sonra bir işe herhangi bir maaşla -bu asgari ücret de olabilir- girmesi ve orada da kendisini geliştirmeye devam edip iyinin peşinden koşması ve hep daha iyiye gitmesi.

Bu yazı üniversiteye başlamak üzere olan, üniversitede okuyan, okulunu bitirmek üzere olan, iş hayatına atılmak üzere olan genç arkadaşlarım için köprüden önce son çıkış olabilir. Böyle tanıdıklarınız varsa lütfen okutun. İş işten geçmeden ne için çalıştıklarının farkına varsınlar.

Hayat bir anda akıp gidecek,

Hayatları akıl tokluğuna,

Karın tokluğuna avuçlarından akıp gitmeden, bir DUR desinler….

Duygu Doğan // Edamer Eğitim Danışmanı

4 Ekim 2017 Çarşamba

Honda'nın Kurucusu Soichiro Honda'nın Muhteşem Hayat Hikayesi ve Başarı Öyküsü


Şirketin kurucusu Soichiro Honda 17 Kasım 1906 yılında Japonya’da doğdu. Dokumacı bir anne ile bisiklet tamircisi bir babanın oğlu olan Honda, küçük yaşlardan itibaren atölyede babasına yardım ederek büyüdü. Yani daha çocuk yaşta mekaniğin, yağın, lastiğin içinde büyüdü.

Okul hayatı pek başarılı geçmeyen Honda, bir keresinde karnesindeki zayıf notları düzeltmeyi denedi. Hatta bu konuda arkadaşlarına da yardım etti. Ancak notları düzeltmek için uyguladığı teknik sorunlu çıkınca bu ufak sahtekarlık girişimi herkes tarafından öğrenildi. Bu nedenle babası da ona tek ayak üstünde durma cezası verdi. Babası Soichiro Honda’ya bu cezayı haylazlık nedeniyle değil, notları düzeltirken yaptığı yanlışı fark etmemesi nedeniyle verdi.

Oto Tamircide Çalışmaya Başladı

1922 yılında ortaokulu bitiren Honda, gazetede bir iş ilanı gördü. Tokyo’daki bir oto tamir atölyesine ait olan bu ilan nedeniyle Honda Tokyo’ya gitti ve işe alınarak burada çalışmaya başladı. Atölyedeki en genç çalışan olan Honda, bu atölyede üretilen yarış otomobillerinin tasarımını da yakından izleme fırsatı buldu.

1923 yılında deprem nedeniyle meydana gelen bir yangında, atölyedeki üç aracın yanmasını önleyen Honda patronunun gözüne girdi ve Curtiss adlı yarış aracının bakımında görev almaya başladı.

Honda’nın çalıştığı Art Shokai adlı bu atölye Tokyo’da gittikçe popüler olmaya ve yeni şubeler açmaya başladı. Bu şubelerin birinin başına ise 21 yaşındaki Soichiro Honda getirildi. 1923 yılındaki depremden ders çıkaran Honda, kırılmaya ve yanmaya karşı dayanıklı yedek parçalar üretmeye başladı. Tahtadan yapılan jantları, metal jantlarla değiştirdi ve hatta bunun patentini dahi aldı. Atölye çok iyi kazanç elde etmesine rağmen Soichiro Honda kazandığı tüm parayı yine ürün geliştirmeye yatırıyordu ve Art Shokai’nin sahipleri bu durumu desteklemiyorlardı.

Eğitim Almaya Karar Verdi

Soichiro neredeyse atölyede yaşar hale gelmişti ve piston yayı geliştirmeye çalışıyordu. Öyle ki eşinin mücevherlerini bile atölyeye yatırmıştı. Tüm çabalara rağmen istediği başarıyı elde edemeyen Honda, bir süre sonra kendini eğitime verdi.

“Teori yaratıcılık kazandırsaydı tüm öğretmenler mucit olurdu.” diyen Honda motor ve otomotiv okulunda dersler almaya başladı. Arta kalan zamanlarda da yarış aracı tasarımına devam ediyordu. Kendi motor soğutma yöntemini bularak yarış otomobillerinin yaşadığı temel bir sorunu çözdü. Onun ürettiği motorlar, yarışlarda fazla ısınma nedeniyle bozulmuyordu. Bu nedenle yarışlarda aktif rol alarak yeni ürettiği motoru denemeye karar verdi.

Ölümden Döndü

1936 yılında ralli yarışlarına katıldı ve aracı 120 kilometre hızla giderken birdenbire durması nedeniyle araçtan fırladı. Honda’nın kolu kırıldı, omzu çıktı ve yüzü feci şekilde yaralandı. 3 ay hastanede yatan Honda’nın yarış kariyeri de böylece sona erdi.

Savaş ve İflas Dönemi

Hastanedeyken Soichiro kötü haberler aldı, zira onun ürettiği 30.000 piston yayları Toyota tarafından incelendi ve sadece 3 tanesi kalite testinden geçebildi. Buna ek olarak Soichiro gittiği meslek okulundan da atıldı.

Bu kadar kötü haberi pek çok kişi kaldıramazdı. Ancak iyileştikten sonra Soichiro Honda, kendi şirketini kurdu. Bu şirketin adı da Tokai Seiki idi. Bu kez ürettiği piston yayları sorunsuzdu ve üretim iyi bir ivme kazanmıştı.

2. Dünya Savaşı esnasında şirket Toyota’nın piston yayı ihtiyacını neredeyse yarısını karşılar hale gelmişti. Ayrıca uçak gemileri ve uçaklar için de yedek parça üretiyordu Honda. Ancak 1945’te 2. Dünya savaşında Japonya’nın yenilmesi ve Tokai Seiki’nin ABD uçakları tarafından bombalanmasıyla işler bir anda renk değiştirdi. Honda ülkenin kötü bir döneme girdiğini düşünerek büyük zarar gören kendi fabrikasını restore etmedi. 450.000 Yen karşılığında Toyota’ya sattı. Yaklaşık bir yıl boyunca evde kalan Soichiro Honda, bu sürede kendini viski üretimine ve viski içmeye verdi.

Honda'nın Kuruluşu

1946 yılında gelindiğinde Honda bir kez daha kendi işini kurdu: Honda Teknoloji Araştırma Enstitüsü…

Bu süreçte moped üretimine ağırlık verildi. Askerlerin kullandığı telsizin donanımını alıp bisiklete yerleştiren ve mazot olarak göknar ağacı yağı kullanan Honda bu mopedlerden 1500 tane satmayı başardı. 1947’ye gelindiğinde Honda’nın kendi üretimi olan çift pistonlu motor üretildi. Şirket iki yıl boyunca Enstitü adı aldıktan sonra ismi Honda Motor Company olarak değiştirildi.

1949 yılında Dream adlı çift pistonlu motosikletin üretimine başlandı. 2 yıl sonra da 4 pistonlu motorlar üretildi. 1958 yılında Super Cub adlı motosiklet ile ABD pazarına açıldı. Honda bu süreçte Japonya’nın en büyük motosiklet üreticisiydi zaten. Dünya genelinde 200’den fazla motosiklet firmasını geride bırakmıştı bile.

Hızlı bir şekilde büyüyen şirketin yeni yönetim anlayışlarına ihtiyacı vardı. Honda yönetiminde yapılan yenilikler ise devrim niteliğindeydi. Departmanlar net bir şekilde belirlendi. Ancak Honda Araştırma Merkezi ise otonom bir yapıya sahipti ve yönetim piramidinden ayrı bir yerde duruyordu. Tasarım mühendislerinin terfi alması, boşalan pozisyonlara göre değil, kişisel başarıya göre gerçekleşiyordu. Şirket içinde hiyerarşiye karşı olan Soichiro bu konuda şöyle diyor:

“Genelde insanlar baskı altında olmadıkları zaman daha sıkı ve daha iyi çalışırlar. İnsanlar baskı altında değilken daha inovatif olurlar. Honda olarak biz de şirket içindeki parlak insanları ortaya çıkarmak üzere bir sistem kurguladık. Öyle ki bu parlak kişiler, zamanla başkanlık koltuğuna bile oturabilirler.”

Bu arada Soichiro şirketi hissedarlara açmadı. Yani şirketin yönetiminde yatırımcılar değil, başarılı mühendisler ve yöneticiler yer aldı. Bu da şirketin geleceğine dair olumlu sinyaller vermesi nedeniyle olumlu etki yaptı ve gereken banka kredileri kolayca alındı.

Şirketin yönetim alanındaki prensipleri 1956 yılında “Şirket Prensibi” adı altında şu şekilde belirtildi:
Yeni pazarların yaratılması
Tüm çalışanların yönetime katılması
Üretimin globalleşirilmesi
Tüm sorunların inovatif bir şekilde çözüme kavuşturulması

Motosiklet Dünyasının 1 Numarası

Honda’nın ürettiği motosikletler tüm dünyada büyük ilgi görmeye başladı. Şirket 1961’de ayda 100.000, 1968’de ise ayda 1 milyon motosiklet üretme kapasitesine erişti. 1985 civarında dünyadaki motosiklet üretiminin %60’ı Honda’nın elindeydi.

Motosiklet alanında zirveye oturan Honda daha sonra otomobil üretmeye karar verdi. Soichiro Honda çocukluğunda otomobillerden etkilendiğini, hatta bir gün kendi otomobilini üreteceğine inandığını ifade ediyor biyografisinde.

Otomobil Üretimine Geçildi

1962 yılında ilk otomobilini üreten Honda, Japon yetkililerin otomotiv dünyasına girmemesi konusundaki tavsiyelerine kulak asmadı. Yetkililer Japon pazarının otomobil üreticilerine doyduğunu, yeni bir otomobil şirketinin piyasada kendisine yer bulamayacağını söylüyorlardı. Ancak 1970’lere gelindiğinde Soichiro Honda’nın otomobil işine girmekle ne kadar doğru bir iş yapmış olduğu anlaşıldı.

O zamana kadar araçların egzozlarında belli başlı sorunlar vardı ve diğer otomobil üreticileri bu soruna tam bir çözüm bulamamıştı. Ancak Honda, katalik dönüştürücü üreterek egzoz gazı sorununu kökten çözmüş oldu. Bununla birlikte Honda’nın ürettiği motorlar çevreye daha az zararlı gaz salıyordu. 1975’te piyasaya sunulan Honda Civic bu teknolojiyi taşıyan ilk otomobil oldu. Bugün bile Honda Civic kendi sınıfının en güvenilen araçlarından biri olmaya devam ediyor.

Amerikalı işçilerin yüksek teknolojili Japon araçlarını monte edemeyeceği yönündeki önyargıya aldırış etmeyen Soichiro Honda, 70’lerin ortasında ABD’nin Ohio eyaletinde bir fabrika kurdu. Honda Accord, 80’li yıllarda ABD’de satış rekorları kırdı. Bu araba nedeniyle Amerikan otomotiv sektöründe ilk kez yatırım yapan bir Japon girişimci olarak Soichiro Honda’nın özel bir yeri vardır.

80’lerin başında Honda Japonya’nın en büyük 3. otomobil üreticisi, 80’lerin sonunda ise dünyanın en büyük 3. otomobil üreticisi haline geldi.

Honda, piyasaki yerini sağlamlaştırdıkça özellikle Japonya’da üvey evlat muamelesi gördü. Zira Japonya’daki petrol krizi nedeniyle üreticiler fiyatlar artırıp üretim maliyetleri kısmak gibi bir strateji içindeydiler. Ancak Soichiro Honda buna karşı çıkıyordu. Öyle ki bu dönemde fiyatları düşürüp üretim kapasitesini iki katına çıkardı. Sonuç olarak Nissan ve Toyota’nın satışları %40 düşerken Honda’nın satışları %76 arttı.

Tüm hayatı boyunca klasik görüşleri yıkmakla geçen Honda, çoğu zaman profesyonel danışmanlarla çalışmayı reddetti. Zira o eğitimin de bir tür dogma olduğuna ve inovatif düşünmeye engel olduğuna inanıyordu. Daima kendi prensipleri doğrultusunda hareket eden Soichiro Honda şöyle diyor:

“Geri dönüp baktığımda pek çok hata yaptığımı görüyorum. Ama başarılarımdan dolayı da gururluyum. Peşpeşe hatalar yapmış olmama rağmen aynı hatayı ikinci kez tekrarlamadım.”

Honda Şirketi ve Soichiro Honda

140 farklı ülkede varlık gösteren Honda, bisiklet, otomobil, tekne motoru, mini traktör, tarım aletleri ve farklı türde motor üreten devasa bir şirket.

Şirket 1956 yılında 3 Zevk felsefesini benimseyerek kuruldu.

Bu zevklerden birincisi mühendislere yönelik “üretim zevki”ydi.
İkinci zevk, şirket çalışanlarına yönelik “satış zevki”ydi.
Üçüncü zevk ise müşterilere yönelik “Honda kullanma zevki”ydi.

Yani şirket üreticiden tüketiciye kadar herkesi memnun etmek üzerine kuruluydu.

Honda temel olarak kadın, erkek ve gençleri hedef aldı. Yani orta sınıf tüketicilere yönelik araç üreten Honda’nın bu kadar başarılı olmasının ardında başarılı bir yönetimin yanı sıra, yüksek teknolojiye sahip şık otomobil üretmesi yatar.

Soichiro Honda ise başarısının ardında “deneme yanılma” olduğun ifade ediyor: “Honda çalışanlarının hedefleri daima yüksek olmalı, ancak başarısız olmaya da hazır olmalılar.”

Soichiro Honda’nın bir diğer özelliği de risk alabilmesidir. Honda, hedeflerini gerçekleştirmek için her şeyi riske edebilecek kadar idealist bir kişidir .

Çalışanları Soichiro Honda’yı “Bay Fırtına” olarak adlandırmaktadır. Zira zaman zaman duygu patlamaları yaşayan Honda, çalışanları tarafından sevilmesine rağmen bir o kadar da kendisinden korkulmaktadır. Honda, azimli, tevazu sahibi ve iyilik sever bir insan olarak bilinir. Ayrıca hatalarından ders almasını bilen, insanlara hatalarından ders almalarını öğütleyen bir liderdir.

Soichiro Honda, kendi kurduğu şirkette 65 yıl çalıştı ve yeni üretilen her aracı bizzat test etti. Şirket kademelerinde hiçbir akrabasına ve arkadaşına da özel muamele göstermedi.

“Şirketin kurucusu ne kadar şahane olursa olsun, bu kişinin oğlunun şirketin başına geçmesi garanti değildir. Honda’da akrabalığa, kan bağına değil; liderliğe önem verilir.”

1973 yılında şirket 25. kuruluş yıldönümünü kutladı ve bu kutlama esnasında Honda emekliliğini açıkladı. Şirketin yeni patronu ise çalışanlardan biri oldu.

Honda emekli olduktan sonra da boş durmadı gerçi. Tokyo Ticaret Odası başkanı ve Japon Otomotiv Federasyonu başkanı seçildi. Trafik güvenliğine yönelik bir vakıf kurdu. Ayrıca çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi üzerinde Honda Vakfı’nı kurdu.

5 Ağusos 1991’de hayata veda eden bu büyük girişimci arkasında 470 icat, 150 patent ve çeşitli üniversitelerden fahri doktora dereceleri bıraktı. Sadece 3200 dolarla kurduğu şirketin bugün yıllık kazancı 30 milyar dolardan fazla.

“Başarı ancak defalarca başarısız olmakla elde edilir. Başarının temelinde zorluklarla mücadele etmek vardır. Zorluklardan korkmazsanız başarı size kendi gelecektir.”
– Soichiro Honda

1 Ekim 2017 Pazar

Öğretmenlerin Burçlara Göre Okuldaki Davranışları Nasıldır?



Aslında pek çoğumuz burçlara pek inanmasakta burçların insan üzerindeki etkilerini öğrenmeye merak duyarız. Erkekler, kadınlar, aşk, para vb. pek çok konuda burç yorumları vardır. Burada burçlara göre öğretmen davranışlarını ele aldık. Siz yine de pek inanmayın....


Koç Öğretmen

Koç öğretmeni öğrencilerini, hayatlarında hep daha iyi şeylere ulaşmaları için harekete geçirir. Yavaş olanlara karşı biraz sabırsız olabilirler. Her konuda başarı gösteren öğrenciler Koç öğretmenine daha yakın olacaklardır.


Boğa Öğretmen

Boğ öğretmeni çok sabırlıdır ve öğrencilerine her şeyi etraflıca anlatır. Öğrencilerini çok fazla itelemezler. Kendilerinin aceleye getirilmesinden de hoşlanmazlar. Yavaş ve istikrarlı olmayı severler. Bilgili öğrencileri severler ve gizli yetenekleri keşfetmede ustadırlar.


İkizler Öğretmen

İkizler öğretmeni entelektüeldir. Müfredata bağlı kalmayı sevmezler. Herhangi bir konu hakkında her şeyi konuşurlar ve öğrencilerinin zihin açıcı tartışmalar yapmalarını isterler. Verimlilik üzerine odaklanırlar ve öğrencilerinin her zaman alışılmışın dışında ve farklı perspektiften düşünmelerini sağlarlar.


Yengeç Öğretmen

Yengeç öğretmeni duygusaldır ve öğrencileri ile çok derin duygusal bağlar kurar. Öğrencilerinin kendilerini, güvende ve korunuyor hissetmelerini ister. Her konuda iyi olamadıkları veya belli konularda başarısızlık yaşadıkları durumlarda hiçbir öğrencisinin kendisini kötü hissetmesini istemez. Yengeç burcu öğretmene sahip çocuklar her zaman kendilerini motive olmuş ve mutlu hissederler.


Aslan Öğretmen

Aslan öğretmenler öğrencilerine her zaman farklı öğrenme yöntemleri sunmakta büyük istek sahibidir ve öğrencilerini benzersiz öğretme stilleri ile kendisine hayran bıraktırır. Kontrolü asla elinden bırakmaz ve öğrencilerinin kuralları çiğnemesine müsamaha göstermez. Eğer Aslan bir öğretmeniniz varsa eğitim hayatınız hem eğlenceli hem de çok yoğun olacaktır.


Başak Öğretmen

Başak öğretmeni memnun etmesi oldukça zordur. Gizli kusurları anında görürler ve her zaman düzeltecek bir şeyler bulurlar. Bu sebeple Başak öğretmenin öğrencileri çoğu zaman öğretmenlerinin kendilerini uzun süreli bir başarıya hazırladığının ve onlar için en iyisini istediğini anlamazlar. Çalışkan bir başak öğretmenden öğrenilecek çok şey vardır.


Terazi Öğretmen

Terazi öğretmen sınıf içerisinde harika bir atmosfer yaratır ve öğrenciler bu uyumlu ve rahat öğretmenin yanında kendilerini çok rahat hissederler. Terazi öğretmenler öğrencilerin kolaylıkla yanaşabildiği öğretmenlerdir. Bir konuda yaşadığı başarı veya başarısızlıktan ziyade öğrencinin genel ilerleyişine odaklanır. Eğitimde de denge onlar için her zaman önemlidir.


Akrep Öğretmen

Akrep öğretmen kendi rolü hakkında çok nettir ve sınıfındaki duruşu arkadaş edinmek veya öğrencileri etkilemek değildir. Onlar derin düşünürler ve öğrencilerine eğitim vermeye odaklıdırlar. Öğrencilerinin performansını geliştirme konusunda her zaman dürüst bir yaklaşım sergilerler.


Yay Öğretmen

Yay öğretmenler öğrencilerin favori öğretmenleridir. İlham verici ve büyüleyici hikayelerle öğrencilerine sınıfta keyifli vakit geçirtirler. Onlar sınıflarında görev başındayken tek bir an dahi sıkıcı geçmez. Yay öğretmeni ile öğrenmek bir keyiftir ve öğrenciler onların uzmanlıkları, ilgileri sayesinde akademik olarak gerçek anlamda beslenip gelişirler.


Oğlak Öğretmen

Oğlak öğretmenden çok fazla kural ve ev ödevi beklemeye hazırlıklı olun. Çok çalışkandırlar ve öğrencilerini kendilerine inanmaları konusunda motive eder. Eğitimde eğlenme anlayışına inanmazlar. Öğrenciler oğlak öğretmenleri tarafından her zaman hedeflerine ulaşmaya ve hep daha yüksek hedefler koymaya yönlendirilirler.


Kova Öğretmen

Kova öğretmenleri eğitim verirken hep yeni yol ve yöntemler bulma konusunda büyük bir tutku sahibidir. Bir kova öğretmenin mentorlüğünde öğrenme, öğrenciler için her zaman hatırlanmaya değer bir deneyim olacaktır. Saha gezileri yapmayı seven kova öğretmeni öğrencilerinin müfredatın dışında yeni konular keşfetmelerinde onlara en iyi kılavuz olacaktır.


Balık Öğretmen

Öğretmeler içinde sanatsal becerileri en gelişmiş olanlar balık öğretmenlerdir ve öğrencilerinin özel yaratıcı yetenekler geliştirmelerini ister. Sanatı ve estetiği eğitimin içine belki biraz fazla sokuyor olsalar da bir balık öğretmenden eğitim almak öğrenciler için her zaman tatminkar ve ödüllendiren bir deneyim olacaktır.

29 Eylül 2017 Cuma

Bilgisayar, Cep Telefonu, Elektronik Cihazların ve Mavi Işığın Sağlığa Zararları Nelerdir?


Elektronik cihazların göz problemleri, obezite, enfeksiyon, depresyon gibi bir çok sağlık sorununa neden olduğunu belirten Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bektaş Murat Yalçın, özellikle elektronik cihazların ekranından yansıyan mavi ışığın ciddi göz, hafıza, öğrenme problemleri ve depresyona sebep olabileceğini söyledi.

İHA'nın haberine göre; elektronik cihazların insan sağlığı üzerine etkisi konusunda önemli açıklamalarda bulunan Üyesi Prof. Dr. Bektaş, elektronik cihazların kullanımı noktasında insanların dikkatli olması gerektiğini söyledi. Çocukların belli bir yaşa kadar elektronik cihaz kullanımının sınırlandırılması gerektiğini belirten Yalçın, 3 yaşına kadar çocukların elektronik cihaz kullanmaması gerektiğini söyledi. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı'nın telefonun çocuklar için kanser riski taşıyabileceğini açıkladığını ifade eden Yalçın, dünyadaki çoğu otoritenin çocukların cep telefonu kullanma yaşını 14 olarak açıkladığını söyledi.

"FAZLA ELEKTROMANYETİK ENERJİ GEREKTİREN BODRUM ASANSÖR GİBİ YERLERDE KONUŞULMAMALI"

Cep telefonu kullanımına karşı önerilerde buluna Yalçın, "Cep telefonun hayatımızdan çıkartamayacaksak ne yapmamız gerekir. Yapılacak en önemli şeylerden bir tanesi vücudunuza cep telefonunun temas etmemesi. Bir çantanın içerisinde taşıma ile daha emniyetli olabilir. Eğer konuşacaksanız, kulağınıza dayayarak konuşmayın. Hopörlerle konuşun. Konuşmanızın süresini kısaltın. Süreyi uzattıkça vücudunuzun maruz kalacağı enerji miktarı artıyor. Fazla elektro manyetik enerji gerektiren bodrum asansör gibi yerlerde konuşulmasından kaçınılması gerekir" dedi.

BAZ İSTASYONLARI VE MİKRODALGA ENERJİ

Elektronik cihazların sağlık üzerine etkisinin merak edilen bir konu olduğunu belirten Prof. Dr. Bektaş Murat Yalçın, "Ülkemizde 73 milyondan fazla abone var. Akıllı telefon kullananların sayısı ise 40 milyonun üzerinde. İnsanlar, bu kadar çok kullanılan bir aracın insan sağlığına olan etkilerini merak ediyor. Bu konuyla ilgili tartışılması gereken ilk konu baz istasyonları. Yüksek gerilim hatları ilk yapıldığında, insan sağlığına etkisinin olmadığı söylenmişti. Daha sonra yüksek gerilim hatlarının altında oturan insanlarda lösemi hastalığı görüldüğü tespit edildi. Baz istasyonlarının da sağlık üzerine bir etkisinin olmadığını söylüyorlar. Baz istasyonları iletişim kurabilmek için mikro dalga enerjisi kullanıyor. Mikro dalga enerjinin iki tipi var. Bunlardan bir tanesi termal enerji. Bu hepimizin bildiği mikro dalga fırında her hangi bir yiyeceği ısıtan ısı. Diğer bir tipi ise mikrodalga enerjisi. Asıl kimyasal olan enerji bu. Bu enerjinin etkilerinden biri, hücrenin iç kimyasını bozabiliyor olması. Hücre zarı ve hücre DNA'sı üzerine etkileri var. BTK bunun için belli koruyucu önlemler almaya çalışıyor. Ama bu ülkeden ülkeye çok değişiyor. Dünyada baz istasyonları enerji seviyesi en düşük olan İsviçre'dir. Ülkemiz biraz daha orta sıralarda yer alıyor. Baz istasyonu yakınında yaşayan insanlarda baz istasyonlarından kaynaklı ortaya çıkan hastalıklarla ilgili şimdiye kadar ortaya konan bilimsel bir veri yok. Ama baş ağrısı, yüksek tansiyon gibi bazı durumlarda artış olduğuna dair veriler var" dedi.

"3 YAŞINA KADAR 'SIFIR' EKRAN"

Cep telefonun vücuda az temas etmesi gerektiğini söyleyen Yalçın, "Cep telefonunu uzun bir şekilde vücudunuza dayalı olarak kullandığınızda buradan gelen enerji yüzünüze ve kafatasınıza yansıyor. Bundan en fazla etkilenenler ise çocuklar oluyor. Çünkü çocukların kafa tasındaki kemik kalınlığı bir erişkine göre 1/4'dür. Erişkinler bu durumdan daha az etkilenirken çocuklar bundan daha fazla etkilenir. Özellikle 5 yaş altı çocuklar. Cep telefonu kullanımında en fazla dikkat edilmesi gereken konulardan biri küçük yaştaki çocuklarla cep telefonu görüşmesinin sağlanmaması. Bununla birlikte bizim temel politikamız üç yaşına kadar sıfır ekrandır. Sıfır cep telefonu, sıfır televizyon ve sıfır bilgisayardır" diye konuştu.

"EKRANLA KİŞİNİN ARASINDA EN AZ 30-40 SANTİMLİK BİR MESAFE OLMAK ZORUNDA"

Elektronik cihazların kullanımında en çok karşılaşılan problemin ortopedik problemler olduğunu ifade eden Yalçın, "Üç yaşından sonra bizim en fazla karşılaştığımız problemlerden bir tanesi kullanılan aletin özelliğine bağlı olarak karşılaşılan ortopedik problemlerdir. Özellikle bel, sırt, omuz ve ense ağrıları çok sık olarak görülmekte. Bu durum kullanılan alete uygun mesafeden uygun pozisyonda bakmamaktan kaynaklanıyor. Ekranla kişinin arasında en az 30-40 santimlik bir mesafe olmak zorunda. Mümkün olduğunca ekrana ya dik ya da biraz yukarıdan bakmak gerekir. Aşağıdan bakmamak gerekir. Klavye ile elin paralel olması lazım. İçe dönük olmaması lazım. Mausu tam olarak kavramamız gerekir. Bunlar olmadığı taktirde duruşa bağlı olarak ciddi ortopedik problemler ortaya çıkıyor" şeklinde konuştu.

"EKRANA ODAKLANILDIĞI İÇİN ÇOCUK DOYDUĞUNUN BİLE FARKINA VARMIYOR"

Elektronik alet kullanımının çocuklar açısından en büyük problemlerden bir tanesinin obezite olduğunu vurgulayan Yalçın, "Ülkemizde yapılan çok ciddi bazı çalışmalara göre; bir çocuk ortalama iki saatten fazla bilgisayar ve televizyon karşısında vakit geçiriyorsa obez olma riski çok yüksek. Bir diğer unsur çocuklar ekran başındayken bir şeyler atıştırmak istiyor. Dolayısıyla ne yediklerini bilmiyorlar. Ekrana odaklanıldığı için çocuk doyduğunun bile farkına varmıyor. Çocuklar uyku saatlerini geçiriyor. Kayseri'de çocuklar üzerine yapılan bir araştırmaya göre çocuklar 10 saatten az uyuyorsa obez olma eğilimindedir. Çocuk uykusundan feragat ederek bilgisayarla zaman geçiriyorsa bir şekilde hormonal dengesini engelliyor. Biz gündüz ışık almak gece ise almamak zorundayız. Burada önemli olan melatonin hormonu. Bu hormonda değişiklik veya azalma olursa bu bizim; iştahımızı, insülin dengemizi her şeyimizi etkiliyor. Çocuk obezitesinin ortaya çıkmasındaki önemli etkenlerden biri de bu ritmin bozulmuş olmasıdır. Bu nedenle ebeveynler çocukların uyku saati konusunda biraz hassas olmaları gerekir" dedi.

"BİLGİSAYAR BAŞINDA İKİ SAAT GEÇİREN BİR İNSANIN IQ'SU CİDDİ ŞEKİLDE AZALIYOR"

Çocukların uykusuz kalmaması gerektiğini belirten Yalçın, "Uykusuzluğun getirdiği bazı sorunlar var. Uykusuzluk çocukların akademik başarılarını etkiliyor. Çocuklardaki hafıza bölümünü etkilediği gibi yeni bir şeyler öğrenme de ortadan kalkıyor. İngiltere'deki bir araştırmaya göre bilgisayar başında iki saat geçiren bir insanın IQ'su ciddi şekilde azalıyor. Belli bir süre için bilişsel fonksiyonlarınızı kullanamıyorsunuz. Onun için bu sürelerin ciddi şekilde azaltılması gerekiyor" diye konuştu.

"ELEKTRONİK BİR ALET KULLANIRKEN GÖZÜMÜZÜ KAPATMAYI UNUTUYORUZ"

Çocuklarda karşılaşılan diğer bir sorunun göz problemleri olduğunu dile getiren Yalçın, "Çok aşırı bilgisayar kullanmada göz kuruluğu, göz yorgunlukları ve miyopi gelişebiliyor. Göz kuruluğunun nedeni elektronik bir alet kullanırken gözümüzü kapatmayı biraz unutuyoruz. Aslında bunu çok yapmamız gerekiyor. Normalde yarım saatlik bir bilgisayar kullanımından sonra muhakkak 5 dakikalık bir dinlenme yapmamız lazım. 6 metre civarı bir uzaklığa gözlerimizi odaklayıp bakmamız gerekiyor. Yakını görüp de uzağı görememizin en büyük nedenlerinden bir tanesi elektronik alet kullanımı. Bunun sebebi gözün dışarıda bir şeylere odaklanmayı ihmal etmesidir. Çocuklar dışarı çıkıp başka şeylere baktıklarında miyopi ortadan kalkıyor. Araştırmalara göre yeni nesilde miyopi de çok ciddi bir artış gösterecek" şeklinde konuştu.

"KULAKLIKLAR DİŞ FIRÇASI GİBİ HİJYENİK OLMALI"

Son zamanlarda enfeksiyon sorunu ile karşılaşıldığını söyleyen Yalçın, "Son zamanlarda piyasaya sürülen akıllı telefonların büyük bir kısmı kulaklıkla kullanılıyor. Bunların hijyeni konusunda herhangi bir bilgi yok. Yapılan bir araştırmada, bunlarda ciddi patalojik mikroorganizmalar ürediği belirtiliyor. Bu da kulak enfeksiyonlarına neden oluyor. Gençler arasında bunların değiş tokuşu yapılıyorsa birbirlerine mikrop geçmesi söz konusu olabilir. Bunların diş fırçası gibi hijyenik olarak kabul edilmesi gerekir. Burada diğer bir sorun sesin direk olarak kulağa verilmesidir. Kulak belli bir sese kadar kendini koruyabiliyor. Devamlı olarak verirseniz kulağın işitme seviyesinde ciddi azalma sağlayabilirsiniz. Uzun süre, yüksek seste müzik dinlemek işitme kaybına neden olabiliyor" dedi

MAVİ IŞIK

Mavi ışığın akıllı telefon, bilgisayar ve diğer bazı elektronik cihazların ekranlarından geçen ışık olduğunu belirten Yalçın, "Bu oldukça yüksek enerjili görülebilen bir ışıktır. Bunun bazı olumsuz etkileri var. Bu ışık zaman içerisinde gözün iç kısmındaki sinir tabakasında, retinada, ciddi tahribat yapabiliyor. Daha sonra bunlar yaşa bağlı olarak katarakt dediğimiz bazı göz problemlerine yol açıyor. Bunun için kullanımın sınırlandırılması gerekiyor. Gün içerisinde ihtiyaç olduğu kadar kullanılması gerekir. Akıllı telefon sahibi olan insanın yatmadan önce yaptığı son şey genelde telefonuna bakmak. Çoğu kişinin yataktan kalktıktan sonra yaptığı ilk şey de telefonuna bakmak. Bu ışığa çokça maruz kalıyoruz. Bunu fazla kullanınca ne yapıyor? Öncelikle hafızamızı etkiliyor. Yeni birşeyler öğrenmemizi etkiliyor. Eğer uykusuz kalırsak biriken nörotoksinler bir sonraki günün uykusunu da etkiliyor. Bir süre sonra melatonin seviyesinin aşağıya çekildiğini görüyoruz. Buna bağlı olarak depresyon gelişebiliyor. Aynı şekilde buna bağlı olarak obezite gelişebiliyor. Teknoloji vazgeçilmez bir şey ama bunu dikkatli kullanmamız gerekiyor" diye konuştu.

KANSER

Bu etkilerin içerisinde en çok konuşulması gereken şeyin kanser olduğunu belirten Yalçın, "Cep telefonun kanser yapıp yapmadığı insanların merak ettiği bir soru. Bu konuda en önemli çalışma 2010 yılında Danimarka'da yapıldı. 360 bin kişi üzerinde yapılan bir çalışma. Bu araştırmada cep telefonu ile beyin kanseri arasında doğrudan bir bağlantı kurulamamış. Bu çalışmanın kendine göre zayıflıkları var. Araştırmada ne kadar süre cep telefonuna maruz kalındığı çok dikkate alınmamış. Cep telefonu kullanım süresi 13 yıl olarak belirlenmiş ve çalışmaya katılanların büyük bir kısmı erişkin. Yani gençler ve çocuklarda telefon kullanımının etkileri konusunda herhangi bir bilgimiz yok. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı 2011 yılında mobil telefon kullanımının özellikle çocuklar için kanser riski taşıyabileceğini iddia etti. Çoğu otorite çocukların cep telefonu kullanma yaşını 14 olarak açıklıyor. 14 yaşından önce çocukların telefonla tanıştırılmaması gerektiği ve 14 yaşından sonra da belli kurallara dahil olması gerektiği belirtiliyor" şeklinde konuştu.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Yenilenebilir Enerji Lisesi Türkiye'de İlk Ankara Eryaman'da Açıldı


Türkiye'nin ilk yenilenebilir enerji lisesi eğitime başladı

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Albayrak, Cezeri Yeşil Teknoloji Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinin açılış töreninde, "Bu okulumuz yıllık 23,6 kilovatsaat enerji tüketecek. Yüzde 80 enerji verimliliği demek." dedi.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, Eryaman'daki Cezeri Yeşil Teknoloji Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinin açılış töreninde yaptığı konuşmada, Türkiye'nin ilk yenilebilir enerji lisesinin bu yönüyle birçok kuruma örnek oluşturacağını söyledi.

Okulun isminin sibernetik alanında çığır açan buluşlarıyla bilinen El-Cezeri'den geldiğini ifade eden Albayrak, El-Cezeri'nin bu toprakların bilimle, ilimle, fenle, tarihin her alanıyla ne kadar iç içe olduğunun göstergelerinden biri olduğunu dile getirdi.

Okulun yaklaşık 39 bin metrekare alan üzerine bütünleşik bina sistemiyle inşa edildiğini anlatan Albayrak, standart bir okulun yıllık enerji tüketiminin yaklaşık 159 kilovatsaat olduğunu bildirdi. Bakan Albayrak, şöyle devam etti:

"Bu okulumuz yüksek enerji verimliliği sağlayan altyapısı sayesinde yıllık 23,6 kilovatsaat enerji tüketecek. Bu, diğer liselere göre toplamda en az yüzde 80 enerji verimliliği demek. Ayrıca, ısıtma, soğutma, aydınlatma ve havalandırma sistemleri için gereken enerji güneş panelleri ve rüzgar türbinlerinden üretilerek sağlanacak. Gelişmiş arıtma kapasitesine sahip sulama sistemleriyle de atık su ve yağmur suyunun geri dönüşümünden yüzde 70 oranında verimlilik sağlanacak. Standart bir lisede 60 yıllık toplam enerji, su, işletme ve bakım maliyetleri bugünkü değerleriyle yaklaşık 257 milyon lira. Bu okulumuzda bu rakam 71 milyon Türk lirası olacak. Yani 180 milyondan daha fazla bir tasarruf. 26 derslik, 6 laboratuvar, 10 atölye, kapalı spor salonu ve 147 yataklı pansiyona sahip okulumuz yaklaşık 26 milyon liraya mal oldu. Yani aynı özelliklerdeki standart bir liseye göre 1,5 kat daha fazla paraya mal olmasına rağmen, ortaya koyduğu bu tasarrufla bu yatırımı 9,5 yılda amorti edecek. Normal bir liseye göre daha fazla maliyet gerektiren bu ek yatırımları ise yani rüzgar, güneş, verimlilik noktasındaki yatırımların geri dönüşü 3 yılda sağlanacak."

"Türkiye enerji teknolojileri üretiminde merkez olacak"

Albayrak, okulun teknolojik altyapısıyla Türkiye'nin son 15 yılda geçirdiği değişim ve dönüşümü gösteren en önemli örneklerden olduğunu vurgulayarak, artan enerji talebinin dengeli bir enerji sepetiyle karşılanması için Milli Enerji ve Maden Politikası Strateji Belgesi'ni nisan ayında kamuoyuyla paylaştığını hatırlattı.

Yıllık ortalama 55 milyar dolarlık enerji ve maden ithalatı gerçekleştiren Türkiye için bunun önemli sorunlardan biri olmaya devam ettiğinin altını çizen Albayrak, "Bunun için uzun vadeli, sürdürülebilir ve şeffaf enerji stratejileriyle Türkiye'yi, enerji ve maden alanında dışa bağımlılıktan kurtaracak çok boyutlu bir politikayı uygulamak için adımlar atmaya başladık. Aramacılıktan üretime, alternatif kaynak yatırımlarından, tüketime kadar enerjinin her alanında bütüncül bir süreç oluşturulması için gerekenleri nakış gibi işliyoruz." diye konuştu.

Bakan Albayrak, yenilenebilir teknolojilere yapılan yatırımlarda teknoloji transferini öncelik olarak belirlediklerini belirterek, şunları söyledi:

"Enerjide atacağımız bu adımlar sadece dışa bağımlılığa, cari açığa, ekonomiye etki etmeyecek. Bu adımlar aynı zamanda Türkiye'yi enerji ticaretinde küresel anlamda önemli bir noktaya taşıyacak. Maliyetleri düşürecek. Sanayicilerimiz, vatandaşlarımız artık enerji maliyetlerine daha az kaynak ayırarak ucuzlaması vesilesiyle daha rahat edecek. Bu da ekonominin büyümesinde, sanayinin büyümesinde ve rekabet etmesinde ülkemize doping etkisi yapacak. Biz biliyoruz ki, bu politikalarımızın başarılı olmasıyla ülkemiz enerji teknolojileri üretiminde aynı zamanda bir merkez haline gelecek."

Mezunlara istihdam sözü

El Cezeri'nin 12'nci yüzyılda tasarladığı 50'den fazla makinayla dünyada robot alanının öncüsü olması gibi, bugün Türk mühendislerin, bilim insanlarının enerji teknolojilerine yapacakları çalışmaların da büyük ve güçlü Türkiye amacına ulaşmak için gerekli olduğuna dikkati çeken Albayrak, "Buradaki öğrenci kardeşlerimizin bizler de yanında olacağız. Bu okulumuzda başarılı olan tüm kardeşlerimize lise ve üniversite sonrası istihdam, master ve doktora süreçlerinde en büyük desteği vermek için buradan söz veriyorum. Sevgili gençler sizlerin içlerindeki dinamizm Türkiyenin en büyük gücüdür." diye konuştu.

Anadolu Ajansı

25 Eylül 2017 Pazartesi

Matematikte İşçi Problemini Elektrik Paralel Devre Eşdeğer Direnç Çözümü Yapar Gibi Çözmek


Matematik problemleri arasında işçi problemleri öğrencilere en karmaşık gelen sorular arasındadır.

Özellikle mesleki ve teknik liselerde elektrik elektronik bölümlerinde okuyan öğrenciler için aslında bu soruları çözmek çok kolay olabilir. Çünkü bu soruların çözümü ile paralel bağlı direnç devrelerinde eşdeğer direnç hesabı aynıdır.

Paralel direnç devrelerinde kullandığımız aşağıdaki formül işçi problemleri için de geçerlidir.


Örnek-1: Bir işi A işçisi tek başına 6 saatte, B işçisi tek başına 12 saatte bitirebilmektedir. İki işçi beraber çalışırsa bu işi kaç saatte bitirir?
Biz soruyu yukarıdaki elektrik devresi gibi düşünüp çözüm yaparsak işçi problemininde sonucunu bulmuş oluruz.

1/Rt=1/6 + 1/12   (paydaları eşitliyoruz)
1/Rt=2/12 + 1/12
1/Rt=3/12 (eşitliğin iki tarafını ters çeviriyoruz)
Rt=12/3
Rt=4 ohm çıktığına göre işçi probleminin cevabı da 4 saattir.

Örnek-2: Bir işi A işçisi tek başına 6 saatte, B işçisi tek başına 9 saatte, C işçisi tek başına 18 saatte bitirebilmektedir. Üç işçi beraber çalışırsa bu işi kaç saatte bitirir?

Bu soruyu da yukarıdaki elektrik devresi gibi düşünüp çözüm yaparsak işçi problemininde sonucunu bulmuş oluruz.

1/Rt=1/6 + 1/9 + 1/18  (paydaları eşitliyoruz)
1/Rt=6/36 + 4/36 + 2/36
1/Rt=12/36  (eşitliğin iki tarafını ters çeviriyoruz)
Rt=36/12
Rt=3 ohm çıktığına göre işçi probleminin cevabı da 3 saattir.

16 Eylül 2017 Cumartesi

Dahi Doğuştan Mı Olunur Yoksa Sonradan Mı? Polgar Kardeşler Bir Başarı Hikayesi


İlginç bir başarı hikayesi: Polgar Kardeşler

Suzan Polgar dünyayı farklı algılıyor. O bir dahinin beynine sahip. Ancak Suzan doğuştan bir deha değil bunu geçirdiği sıradışı çocukluk sayesinde kazandı. O sıradan bir çocuğun bir dahiye dönüştürülebileceğinin canlı bir ispatı aslında. Onun beynini ve düşünüş biçimin anlamak suretiyle kendi beyinlerimizin sınırlarını geliştirebiliriz belki de…

Suzan, her üçü de satranç tarihinin büyük isimleri arasında olan Polgar kardeşlerin en büyüğü. Onların bu inanılmaz başarıları, babaları Laszlo Polgar’ın yaptığı bir deneye dayanıyor aslında.

Macaristan’da yaşayan pedagojik psikolog Laszlo Polgar’ın ilk kızı olan Suzan 1969 yılında doğduğunda babasının bir teorisi vardı. Ona göre “Dahiler doğmaz, yaratılır”dı. Bu tezini savunurken de Mozart’ı örnek gösteriyordu sonuçta Mozart’ın daha 5 yaşında müzik konusunda gösterdiği başarısı Mozart gibi bir müzisyen olan ve oğlunu sistematik olarak yetiştiren babasının eseriydi. Ona göre birçok çocuk kapasitesinin çok altında yetiştiriliyordu ve okula devam ederek bu kapasitenin arttırılması imkanı yoktu. Bir deney yapmaya karar verdi kızı üzerinde. Öncelikle kızını bir matematikçi olarak yetiştirmeyi düşündü ancak Suzan bir gün evde bir satranç tahtası bulup bunun hakkında ailesine sorular sormaya başlayınca baba Polgar satrançta karar kıldı.

Satrancı sadece hobi olarak oynayan baba, bilgisinin bu proje için yeterli olmayacağını düşündüğünden önce kendisini bu konuda yetiştirdi. Susan, henüz daha dört yaşına basmadan babası ile satranç çalışmalarına başladı.

Susan ilk turnuvasına beş yaşında girdi ve dönemin önemli tabularından birini de alt itti. 1970’li yıllarda satranç dünyası erkek egemenliği altındaydı ve bu oyunun kadınlara dönük olmadığına dair yaygın bir inanış vardı. Ancak 10 maçın hepsini kazanarak bu tabunun yıkılması için ilk adımları atmaya başlamıştı aslında. Bu esnada Polgar ailesine 1974 yılında ikinci çocukları Sofya ve 1976’da son kızları Judit katıldı. Baba Polgar onların satranç eğitimlerine beş yaşına kadar başlamasa da Susan ile çalışmalarına devam ederken diğer iki kız kardeş de bu ortamda büyümeye başladı…

Susan, 1991 yılında büyük usta oldu. 1996-1999 yılları arasında ise Dünya Kadınlar Şampiyonu ünvanını elde etti. İkinci kız kardeş Sofya, henüz beş yaşındayken 11 yaş kızlarda Macaristan şampiyonu olarak başlar satranç kariyerine. 1986 yılında 14 Yaş Kızlar Dünya Şampiyonu olan Sofya olimpiyatlarda da birçok madalya sahibi olur. Sofya’nın en büyük başarısı ise Roma’da en iyi erkek satranç sporcuları arasında sekiz oyun üst üste kazanmasıdır.

En küçük kardeş Judit, 1988 yılında Dünya 12 Yaş Genel Kategori Şampiyonu olarak ilk rekorunu kırar. 1989 yılında dünyada en iyi yüz sporcu arasına giren Judit, 1991 yılında da yeni bir rekor kırarak tarihteki en genç büyük usta ünvanını elde eder. 2005 yılında dünyada en iyi sekiz numaralı sporcu olarak kariyerinin en parlak dönemini yaşar.

Peki bu üç satranç dehası kardeşin sırrı nedir? Gerçekten babalarının savunduğu gibi çalışmayla dahi mi olmuşlardı?

Satranç oyunu gibi süregelen bir görev beynin ön kısmında, ön bellek adı verilen bir bölgede işlenmektedir. Buradaki nöronlar gerekli bilgileri bağlantılar oluşturarak kaydederler. Ancak bu bağlantılar kısa sürede kaybolur. Yani ön bellek geçici bir not defteri gibi çalışır ve sadece yaklaşık 7 değişik bilgi saklayabilir. Bu nedenle 7 basamaklı bir telefon numarası aklımızda tutabildiğimiz maksimum bilgidir. Suzan’ın bu inanılmaz hafıza becerisinin temelinde gördüğü taşları akılda gruplayarak tutması yatıyor. Siyahlar, beyazlar, piyonlar vb…

Çocukluğunda itibaren Suzan binlerce kitap okuyup, binlerce hamle incelediği için satranç oyununun tüm ihtimallerini neredeyse beynine kazımıştı. 10 yaşındaki bir çocuk yaklaşık 10 bin kelime bilir, oysa Suzan 10 yaşındayken 100 bin satranç grubunu öğrenmeye çalışıyordu. Bu işlem onun beyninin fiziksel olarak değişmesini sağladı.

Polgar’ların başarısının temelinde örüntü tanıma yatıyordu. Yani herhangi bir satranç oyunu esnasında Polgar’lar rakiplerinin tersine oyunda muhakeme yürütmüyor, sezgisel hareket ediyorlardı. Herkesin dakikalar, bazen saatlerce süren muhakeme sonunda yapabildiği bir hamleyi, Polgar’lar hiç düşünmeden yapabiliyorlardı ve üstelik sonunda oyunu da kazanıyorlardı. Onlar satranç oynarken, beyinlerinde kullanılan kısım, hepimizin yüz tanırken kullandığı kısımla aynıydı. Yani Polgar’lar herkes nasıl tanıdıklarının yüzünü bilebiliyorsa, herhangi bir satranç oyununda karşılarına çıkan durumları “önceden tanıyorlardı”.

Kısacası yıllar süren çalışma Polgar kardeşlerin beyinlerini değiştirmiş. Bu da aslında babasının deha doğulmaz, deha olunur teorisini kanıtlayan bir durum.

21 yaşındayken Suzan satranç ustası ünvanını kazandı. Yaklaşık 600 erkek arasındaki ilk kadın oldu. En küçük kızkardeşi Judit ablasının izini takip etti, şu anda adı dünyanın en iyi 15 erkek oyuncusu ile birlikte anılıyor. Polgar kardeşlerinde etkisi ile günümüzde satranç şampiyonalarında artık kadınlar, erkeklerle eşit şartlar altında yarışıyorlar.

Anlaşılan o ki yaptığımız şey her ne olursa olsun eğer aklımızı tamamen ona verirsek ve gerçekten istersek başarılı olmak mümkün.

Matematiksel

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...