26 Ekim 2017 Perşembe

Çöplerden Elektrik Üreten Termik Santraller Nasıl Çalışır?

Günümüz dünyasında enerji her şeydir.

Varlığı bu denli önemli olan bir kavramı elde etmek için her geçen gün farklı yöntemler ileri sürülmekte, bilim adamları bu uğurda gündüz ve gecelerini harcamaktadırlar.

Ne yazık ki gerçek bazen gözümüzün önünde olmasına rağmen, bu kadar kolay olamayacağı düşüncesiyle görememekteyiz. Bu gerçeklerden en belirginlerinden biri olan, yazımızda ele alacağımız konumuz çöp termik santralleri.

İsminden de anlaşılabileceği gibi çöp termik santralleri; işe yarama ihtimalini dahi aklımızın ucuna getirmediğimiz çöplerin yakılmasıyla enerji elde edebildiğimiz santrallerdir.

Toprağa gömerek ya da denize dökerek sistemimize çok büyük zararlar verdiğimiz çöpler araştırmalarla ortaya konulan miktarları ile dudak uçuklatacak cinsten olmasıyla birlikte, kullanarak elde edeceğimiz faydası ile daha da şaşırtıcıdır.

Ne Kadar Çöp?Bir GündeBir HaftadaBir Ayda
KgLitreKgM3Tonm3
Bir Evden3-715350,111,10,5
Bir Binadan501503501,051,05031,5
Bir Sokaktan1000300070002121000630
Bir Mahalleden50.000150.000350.0001.05017.50031.500
Üretilen Çöp Miktarının Zaman-Mekan Tablosu
Çöp termik santralinin işleyişi tipik bir kömürlü termik santrale benzer.

Diğer termik santraller gibi genel olarak buhar kazanı, buhar türbini ve jeneratör gibi ünitelerden oluşmaktadır.

Onlardan belirgin en büyük farkı ise yakıt olarak çöplerin kullanılmasıdır.

Bu santrallerde enerji üretmek için öncelikle çöp arıtımı ardından ise ayrıştırma işlemi yapılmalıdır. Ayrıştırılan cam, kağıt, plastik, metal, taş gibi malzemeler ilgili sanayide kullanılmak ya da yeniden işlenmek üzere gönderilir.

Karbon içeren maddeler ise bir kazana gönderilerek yakılır. Bu noktada şuna dikkat çekmek yerinde olacaktır, belirtildiği üzere yapısında karbon bulunan her madde santrallerde yakılmak üzere kullanılabilir. Bilindiği gibi Karbon maddenin yapı taşlarından biridir. Miktarı her maddede farklı olmasına rağmen bulunduğu bir gerçektir. Yani hemen hemen her maddenin çöpünü yakıt olarak kullanabileceğimiz gibi kompozit (ki çok iyi bir yakıttır) vb. malzemelerin kalıntısından çok daha yüksek enerji elde edebiliriz.

Örnek verecek olursak belediye atıklarından üretilen 1.7 ton ATY (atıktan üretilmiş yakıt) ile 1 ton pet-kok kömürünün yanarken verdiği ısı enerjisi birbiriyle eşdeğerdir. ATY’nin yanarken çıkardığı CO2 miktarı fosil yakıtlara göre çok azdır. Yanı sıra atıklardan elde ettiğimiz yakıt hem masrafsız elde ettiğimiz hammaddeler kullanılarak üretilmekte hem de fosil yakıtlara göre her açıdan daha temiz bir yakıt türü elde etmemizi sağlamaktadır.

Ancak üretilen yakıtın kalitesi büyük oranda gelen atığın içeriğine yani Karbon açısından ne kadar zengin olduğuna bağlıdır. Kabaca ele alarak örnek verecek olunursa günde 3,000 ton civarında atık üreten bir şehrin atıklarının işlenmesi sonucu elde edilecek ATY’nin (Atıktan türetilmiş yakıt) eşdeğeri günlük 500 – 600 ton kok kömürüdür.



Farklı fosil yakıtların yaklaşık ATY (Atıktan türetilmiş yakıt) eşdeğerleri

Dev kazanlarda yakarak elde edilen ısı eşanjöre yollanır. Ayrıca yakma işleminden sonra oluşan küller ve diğer atıklar değerlendirilmek üzere gübre ve çimento sanayilerine gönderilebilir.

Örnekleri olduğu üzere, santrallerin hemen yanına kurulan seralarda organik besinler yetiştirilmektedir. Bu seralarda küllerden elde edilen gübreler kullanılmakta, sera içerisindeki nem ve ısı sabitliği santrallerden sağlanmaktadır.

Yakmadan elde edilen ısı sayesinde, eşanjöre dışarıdan verilen soğuk su buhara dönüştürülür ve basıncının yükseltilmesi için kademeli kompresörlere oradan de buhar türbinine iletilir. Türbinlerden geçen buhar jeneratöre aktarılarak elektrik enerjisine çevrilir.

Daha sonra bu elektrik enerjisi, şebekeler aracılığıyla tüketiciye ulaştırılır. Bu şekilde elektrik enerjisi elde edilen santrallerin ısıtma gücü ile de santralin yakın olduğu şehrin şebeke suyu ısıtılarak güneş enerjisinden daha kaliteli bir ısıtma yöntemiyle sıcak su ihtiyacı giderilmektedir.

Termik santralde dönüşüm şeması

Çöp termik santrallerinde kısaca elde edilme şekli böyle olan enerji ülkemizde de bu yöntemle rahatlıkla üretilebilir. Ülkemizde İstanbul, Ankara, Bursa gibi metropollerde üretilen atıklar yüksek ısıl değere sahip ATY (Atıktan türetilmiş yakıt) üretimine uygundurlar.

Dünya’da ülkemize göre daha yaygın olan bu yöntemle nükleer gibi kısmen daha tehlikeli santrallerin yerine kaliteli enerji elde edebiliriz.

Çöp termik santrallerinin kurulması için yer seçiminde; şehir çöplüklerine yakın alanlarda kurulmasına dikkat edilmelidir. Sebebi; çöp taşıma maliyetinin çöpten elde edilecek parasal değeri geçmesidir. Az miktardaki bir çöp yığınını uzak bölgede kurulmuş bir santrale taşımak hiç ekonomik olmayacaktır. Lakin taşınan çöp nitelikli( C oranı yüksek ve kuru) ve miktarı fazla ise büyük kazanç sağlayacaktır.

Nitekim enerjisinin büyük bölümünü dışarıdan çöp alarak çöp termik santrallerinde üreten ve ekonomisini buna bağlayan Norveç gibi ülkeler dünyaya örnek oluşturmaktadır. Yanı sıra kaliteli filtreleme yapılmazsa hava kirliliğine, soğutma suyu güzel arıtılmazsa toprak ve suya karışarak zehirlenmeye sebep olduğu için yerleşim yerlerine uzak arıtılmış ve belli sıcaklığa kadar soğutulmuş olması gerekmektedir.

Kullanılarak tekrar bırakılan suyu için yakınlarında göl, deniz olması avantaj sağlar. En kısa ve basit haliyle, bir fikrimiz olması açısından bu şekilde açıklayabileceğimiz çöp termik santralleri yenilenebilir enerji imkânının yanı sıra yer tasarrufu ve enerji (enerjiye bağlı olarak kazanç, kazanca bağlı olarak güç) sağlamakta olup dünyada da yükselen bir trenddir.

Mühendis Beyinler

17 Ekim 2017 Salı

90 / 10 Kuralı Nedir? Başımıza Gelen Olaylarda Verdiğimiz Tepkiler Nasıl olmalıdır?


Günlük yaşamda almış olduğunuz kararlar ya da yaptığınız seçimler gibi, göstermiş olduğunuz tepki ve davranışlar da nasıl bir sonuca ulaşacağınıza dair iki farklı yol ortaya çıkarır.

Size sunulan bir teklife “HAYIR ” cevabını verdiğinizde karşılaşacağınız sonuç; “EVET ” cevabını verdiğinizde farklılaşır ve sizi bambaşka bir serüvene sokar.

Hayatınızın %10'u sizin başınıza gelenlerden oluşur. Hayatın %90'ı ise sizin başınıza gelenlere verdiğiniz tepkilerden oluşur.

Şimdi gelin 90/10 kuralını açıklayan bir senaryo çizelim;

Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz. Kızınız, kahve fincanına çarpıyor ve bir fincan kahve gömleğinizin üzerine dökülüyor.

Biraz önce olan olay üzerinde hiç bir kontrolünüz yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek.

Lanet ediyorsunuz. Kahveyi üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde kızınızı azarlıyorsunuz. Kızınız üzülüyor ve ağlamaya başlıyor. Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve kahve fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz. Bunu kısa bir sözlü tartışma takip ediyor. Öfkeyle üst kata çıkıyor ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz. Aşağıya indiğinizde kızınızı, ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz. Kızınız otobüsü kaçırıyor. Eşinizin ise işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle arabanıza koşuyorsunuz ve kızınızı okula bırakmak üzere hareket ediyorsunuz. Geç kaldığınız için saatte 90 km hız sınırlaması olmasına rağmen saatte 150 km hızla gidiyorsunuz. 75 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz trafik cezasından sonra okula ulaşıyorsunuz. Kızınız size ‘hoşçakal’ demeden okula koşuyor. Ofise 20 dakika gecikmeyle geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz.

Gününüz korkunç bir şekilde başladı! Devam ettikçe, kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor. Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz. Eve ulaştığınızda eşiniz ve kızınızla olan ilişkilerinizde bir problem oluştuğunu görüyorsunuz. Bunun nedeni ise sabah elinizde olmadan gelişen olaya verdiğiniz tepki!

Bir de bu senaryoyu, diğer bir seçeneği ile başa saralım;

Kızınız, kahve fincanına çarpıyor ve kahve gömleğinizin üzerine dökülüyor. Siz bu durumu, insanlık hali olduğunu söyleyerek sakin karşılıyorsunuz. Yukarı çıkıyor ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz. Çantanızı alarak aşağı iniyor ve eşinizi öperek işe gitmek üzere evden ayrılıyorsunuz. Bu sırada kızınız okul servisinden size el sallıyor ve iş yerinize gidiyorsunuz.

Bu iki somut örnekte senaryo aynı iken, sizin olayları karşılayış şekliniz tüm gidişatın olumlu ya da olumsuz olarak ilerlemesini sağlıyor.

Eşinize ya da çocuğunuza aşırı bir tepki verdiğinizde, hem kendiniz hem de onlar için gergin bir gün yaratmış olursunuz.

Hayatınızın %10’luk bir kısmı, sizin elinizde olmadan gelişen olayları ve %90’lık kısımlar ise sizden bağımsız gelişen olaylara verdiğiniz reaksiyonları ifade eder.

Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve baş ağrısından acı çekmektedir. Hayatın %10'u, sizin başınıza gelenlerden oluşur. Hayatın diğer %90'ına ise sizin bu başınıza gelenlere bakışınıza ve nasıl davrandığınızla ilgilidir.

Bir zamanlar bilginler ve şairler, 'suskunlar meclisi' adıyla bir topluluk oluşturmuşlardı.
Üye sayısı kırk kişiydi ve bunu artırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek fakat çok az konuşmaktı. O zamanlar meşhur şair ve bilgin Molla Câmî, bu meclise girmek istiyordu. Günün birinde suskunlar meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kağıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan suskunlar meclisine gönderdi. Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler. Molla Câmî oraya layık bir bilgindi, ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardı.
Yeni bir üye için yer yoktu.

Meclisin başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Câmî'ye gönderdi. Zeki bilgin durumu kavramıştı. Bir damla daha olsa bardak taşacaktı. Bunun üzerine o da hemen oracıktaki bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın mânasını anlamışlardı. Zarif insanların yeri başkaydı. Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdiler.

Başkan listeye Molla Câmî'nin adını ekledi. Kırk sayısının sonuna bir sıfır koyarak, 400 yazdı. Bununla Molla Câmî sayesinde, meclisin değerinin on misli arttığını belirtiyordu. Listenin son şekli Molla Câmî'ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı. Sağdaki bir sıfırı silerek, kırk sayısının soluna koydu. Yani 040 yazdı. Alçak gönüllü Molla Câmî, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylemek istiyordu.

Gül yaprağı olmak, kolay değil. Ama, evde, işte, çevrede geçim ehli olmanın, gül gibi geçinmenin yolu gül yaprağı olmaktan geçiyor. Yük olmayıp yük almak, gül yaprağı güzelliğine kavuşmak… Kendi içimizde, ailemizle, çevremizle uyumlu olmanın, ebedi güzellikler yolunda yürümenin müjdecisi. Gül yaprağı sırrına erenler, sağdaki sıfır gibi bulundukları topluma güç katarlar hem de bire on, ama soldaki sıfır gibi davranıp kimseye yük olmazlar.

Ne dersiniz şöyle bir düşünmeğe, evdeki, sitedeki ve işyerimizdeki hayatımızda gül yaprağı gibi miyiz, yoksa, bir damlası hayat karartan zehir miyiz?

16 Ekim 2017 Pazartesi

Batı Toplumu Özgüvenli Doğu Toplumu Egolu Çocuklar mı Yetiştiriyor?


Doğu çocukları niçindaha egoist, batı çocukları daha özgüvenli yetiştirilmektedir?

Yurtdışına Dil öğrenimi ve eğitim için çıkmıştım. Türkiye’de daha önce ciddi hiçbir iş deneyimim yoktu, rahat bir öğrencilik hayatım olmuştu..

Yaşam masraflarını karşılamak için bir Restaurant’ta çalışmaktaydım. Benimle birlikte 14-15 yaşlarında yerli bir Lise öğrencisi çocuk daha çalışıyor, hafta sonları gece saat 10-11’e kadar bulaşık yıkıyordu. Acıyordum çocuğa. Arada izin veriyor, yerine ben yıkıyordum.

Ülke refah düzeyi yüksek bir ülke idi.

Birgün, çocuğa niçin çalıştığını sordum.

“Yaşam masrafları için.. kiramı ödemem lazım,” dedi.

“Kiminle kalıyorsun? Ailen ödemiyor mu kirayı,” dedim

“Ailemle kalıyorum ve aileme ödüyorum.”

(İçimden ‘Vay acımasızlar,’ dedim) Bir yandan çocuğa üzülüyordum bir yandan da ona elimden geldiği kadar yardım ediyordum bizim oraların yüreğiyle ” Aman ezilmesin bu yavrucak,” diyordum.

Haftalar geçti.. Birgün gazete okuyordum. Ülkenin vergi rekortmenleri listesi açıklandı. Tam gazete okuyorken çocuk ise geldi.

Bana selam verdi içeri girerken. Ben de bir anda ” Bak bu adam sana ne kadar benziyor, ” dedim. Adam cidden benziyordu ama ben şaka yapıyordum.

Yanıma geldi gazeteye baktı ” Babam, ” dedi. Bu sene 2. olmuş. Geçen sene 3. idi, ” dedi. İnanamadım. Çocuğun babası ülkede en çok vergi veren 2. zengin işadamıydı.

Çocuğun ailesine karşı içimde duyduğum kızgınlık daha da artmıştı. “Şuna bak, ülkenin en zengin adamlarından birisinin çocuğu hafta sonu sabahlara kadar bulaşık yıkıyor, kirasını ve yaşam masraflarını karşılamak için uğraşıyor; ailesiyse yardım etmiyor,” diyordum.

Çocuk beni çok severdi. Birgün doğum günü partisine davet etti. Gittim. Denize sıfır, harika bir villada yaşıyordu. Ailesi ve bütün arkadaşları oradaydı. Partide babası ile tanışma ve konuşma fırsatı buldum. İyi bir adama benziyordu. Sıcak kanlıydı, herkesle teker teker ilgileniyordu. Daha ceberrut bir baba bekliyordum karşımda.

Konuşup konuşmamak konusunda içim içimi yiyordu.

Kendimi tutamadım.

Adama: Bu çocuğa niye sahip çıkmıyorsun, niye korumuyorsun dedim.

Adam şaşkınlıkla bana bakarak, “Niçin böyle düşünüyorsun,” dedi.

“Bu çocuk hafta sonları yanımızda bulaşık yıkıyor.” dedim.

Adam şaşırdı: “Koruyorum işte,” dedi, “çalışıyor ve kimseye muhtaç değil. Yaşam masraflarını şimdiden kendisi çıkartıyor,” dedi.

 Kızgınlıkla, “Bu çocuğun okuması gerek. Kira alarak mı sahip çıkıyorsun bak şunun haline… Bizim de ailelerimiz var; bizim için herşeyi yapıyorlar. Bir de vergi rekortmenisin. Yazık şu yaptığına,” dedim.

Adam önce şaşırdı ve sonra güldü. Daha sıcak bir ifadeyle, “Bak,” dedi, “sizin yardım etmek anlayışınızla, bizim yardım etme anlayışımız çok farklıdır. Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmeyi tercih ediyoruz. Senin dediğin gibi bu çocuğun masraflarını ailecek biz karşılasak, bu çocuk rahat bir eğitim dönemi geçirir; ancak asalak, bencil, kibirli bir çocuk olur. Toplumla ve insanlarla hep problemli olur ve herkese üst perdeden konuşur. Evet kira alıyorum, yaşam masraflarını kendisi karşılıyor. Bana şükran borcu yok. Hayatın ne olduğunu biliyor. Hayat hep birşeylerin masrafını ödetmiyor mu sana? Bunu erken yaşlarda öğrenip, ona göre gerçekleri görmesi ve hayatını daha rasyonel temelde ona göre kurması olumsuz birşey mi?”

Salonun daha sakin bir köşesine geçtik. Pencere kenarına kadar attığımız adımlar bitince adam devam etti:

“Eğitim çocuğa harika bir kapı açabilir, bu sayede çok para da kazanabilir. Ancak meslek öğrenmesi insanları hayatı genç yaşta tanıması onu farklılaştırır, olgunlaştırır. Toplumda sadece kendisinin olmadığını ve öteki insanların da olduğunu fark eder. Eğitim insanı farklı bir yöne, meslek farklı bir yöne hazırlar. Kira almasam, bütün parası kendisine kalsa kazandığı parayı gidip uyuşturucuya, eğlenceye, alkole, kumara harcayacak. Kira sorumluluğu olduğu için bütçesini ona göre ayarlıyor. Bu yaşta bütçesini yönetebiliyor. Oğlum seni çok sever. Bahsetti. Çok iyi bir insanmışsın. Ona yardım ediyormuşsun. Üniversite okumuşsun, ancak iş yerinde bir domatesi bile kesemiyor, kızıyor ve küfür ediyormuşsun; elin birçok ise yatmıyormuş restaurantta. Oğlum komik hallerini anlatıp gülüyor. Biz de ailecek gülüyoruz. Ancak bir domatesi kesemiyorsan, yetiştirilme tarzın da eksiklikler var demektir. Bir yerde Üniversite diplomasi ile iyi bir iş bulabilirsin. Ancak hafife aldığın, basit gördüğün domates kesme işini yapan adamı aşağılarsın,” dedi.

“Yeri gelecek şu gördüğün bütün servetim bu oğlumun olacak. Çalışmadan servet sahibi olursa canavara dönüşür. Herkesi aşağılar. Bir işçinin nasıl iş yaptığını, nasıl işçi maaşı ile geçindiğini bilmez. Sürekli onlarda kusur arar, uğraşır durur. Ben bir evlat yetiştirmek istiyorum; bir canavar yetiştirmek istemiyorum. Sadece eğitimi önemsiyorsunuz. Mesleği önemsemiyorsunuz. Eğitim ne yapacağını öğretirken, mesleki tecrübe başkalarıyla birlikte nasıl yapacağını öğretir. Meslek sayesinde egoyu atar. İş yapabilme yeteneği ile özgüveni gelişir. Hem yetenekleri çoğalır, hem insanları anlar,’ dedi.

Söyledikleri çok etkilemişti. Gelelim bana… Kendi hikayemi anlatacağım ama bilin ki bu hikaye neredeyse hepimizin hikayesi… Bütün eğitim dönemimde ailem masraflarımı karşıladı. Hiç çalışmadım o dönemler. Durmadan kitap okudum,durmadan dolaştım, eğlendim ve durmadan siyaset yaptım.. Birçoğunuz gibi çocukluğun ilk günlerinden ” Büyük adam olacak, ya da ünlü adam olacak, ” diye yetiştirildim.

Bizim gibi toplumlarda, “Büyük devlet adamı, kurtarıcı vs” gibi yetiştirilen çocukların durumunu destekleyen bir de rüya görülür. Bir yakınımız, biz çocukken rüyasında büyüyünce çok büyük bir adam olacağımızı görür. Ya bu rüyayla ya da çocukken söylediğimiz bir sözün keramet alameti sayılmasıyla hepimiz ayrıcalıklı, üstün ” Büyük adam” adayı olarak yetiştiriliriz. Doğu toplumlarının destan, efsane ve masal toplumları olması, kahramanlık temasının bu efsanelerde, masallarda ve destanlarda çok yüklü olması da başka bir faktördür.

Türkiye'de iken’deyken herhangi bir kitabı okuyup bitirince, “Çok güzel bir kitap ama birşey eksik yine,” derdim. Cevabını yurtdışında buldum: ” Hayatın kendisi eksikti..

Beğendiğim bütün hikayeler, bütün sonuçlar bütün deneyimler ne kadar güzel olursa olsun bana değil, başkalarına aitti. Başkalarının tecrübeleriyle geldiği sonuçtu okuduğumuz kitaplardaki öyküler, romanlar ve tavsiyeler…

Gelelim bizim anne ve babalarımıza..

Bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum…

Bizim annelerimiz ve babalarımız çok iyi insanlar, ancak çok “kötü” anne ve babalar. Çocukları gerçeklere göre değil, hayallere göre yetiştiriyorlar. Batı’da çocuk hayallere göre değil, gerçeklere göre yetiştiriliyor. Gerçekleri daha erken gören çocuğun hayalleri de daha gerçekçi oluyor. Gerçekçi olunca gerçekleştirilme oranları da hayliyle yüksek oluyor. Ailemizin bir yanlışı var. Anne babalarımız sebebi ne olursa olsun hayatta kendi gelemedikleri yerlere bizleri getirmeye çalışıyorlar. Çocuklarından kahramanlar, kurtarıcılar çıkartmaya çalışıyorlar.

Hiçbir annenin ve babanın hayatta kendi gelemediği yere çocuğunun gelmesini beklemek gibi bir hakkı yoktur. Bu arzu çocuğun yaranına görünse ve masum gibi dursa da değildir. “Senin için neler çektim. Sana verilen imkanları kimsenin çocuğu göremedi. Saçımı süpürge ettim,” gibi anlayışlar son derece zarar vericidir.

Annelere babalara şunu söylüyorum. Çocuğunuz için fedakarlık yapmayın. Onu da küçük yaşta hayata atın. Hem sorumluluk alsın hem de görsün herşeyi. Bizde çocuk 23-25 yaşlarında Üniversiteyi bitiriyor ve hayatı öğrenmeye ancak mezun olunca başlıyor. Batı’da üniversite bitiren çocuk eş zamanlı olarak çalıştığı için hayati da bir bakıma görmüş, öğrenmiş oluyor. Bizim Doğu toplumlarında çocuk sürekli korunduğu ve sürekli olağanüstü hayallerin varisi olarak yetiştirildiği için ” Egoist” oluyor.

Birgün parkta küçük bir çocuk seviyordum, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sordum. Annesi güldü. Sonra bir daha sordum, bu sefer memnuniyetsiz bir ifade belirdi yüzünde. “Çocuğa böyle sorular sormayın. Ne olacağına yıllar sonra hayatı görüp karar verecek. Şimdiden kafasının bununla meşgul olması anlamsızdır. Şu an öğreneceği şey ayakkabılarını bağlamak, yatağını toplamak, tabağını yıkamak gibi disiplin ve organize edici şeyler yapmak; bir de çocukluğunun tadını çıkartmak.

Batı’da çocuğa ilk yatak toplamayı, ayakkabılarını bağlamayı öğretirler. Önemlidir bu. Hergün yatağını toplayan çocuk düzen, disiplin öğrenir. Bizde düzen, disiplin, system,organizasyon öğretilmez. Bütün hayatımız boyunca en büyük eksikliğimizdir aslında. Herşeyi anne baba yapar. Çocuk geleceğin dehasıdır, büyük adamıdır, kahramanıdır ya da kurtarıcısıdır, yeter ki ezilmesin.

Özgüven, insanın yaptığı işlerden, uğraşlardan, becerilerden, yarattıklarından, ürettiklerinden gelmektedir. Bizler uzun süre hiç çalışmıyoruz yaratmıyoruz, üretmiyoruz da. Batı’da çocuk küçük yaşta kendine uygun işlerde çalışarak önce ÖZGÜVENİNİ gelştiriyor.

Biz de, çocuk sürekli korunarak ve aşırı övülerek EGO’su olağanüstü şekilde şişirilmektedir. Bizler büyük adam, olarak yetiştirildiğimiz için daha çok EGOİST, bencil ve kibirli oluyoruz. Buna rağmen iş yeteneğimiz ve becerimiz olmadığı için ÖZGÜVEN’imiz çok daha azdır.

Egoizmin, kibirin pan zehiri küçük yaşta becerimizi, iş yapabilme yeteneğimizi, başkalarıyla ortak hareket edebilme tecrübemizi geliştirmek, yani yaşamla ve gerçeklerle erken tanışmaktır. Tanıdığım ne kadar üst düzey müdür ve yönetici varsa hepsi zamanında bulaşıkçılık, cafe işçiliği, benzincilik gibi bizim hor gördüğümüz işleri yapmış. Zengin fakir hepsi çalışmış. Toplumun her tabakasıyla empati kurabilme yeteneğini bu yüzden geliştirmiş.

Şu an ne zaman dışarıdan yiyecek alsam ve gittiğim yer kalabalık olsa, servis yapan elemana hep “Acelem yok, rahat ol; önce öteki müşterile bak,” derim.Çünkü o adamın o an neler yaşadığını iliklerime kadar bilirim. İlk geldiğim yıllar ben de o işi yapıyordum. O duyguyu her haliyle tecrüb etmiştim. EMPATİ ancak böyle öğretilebilir, diye düşünüyorum. Bizim ÖZGÜVENİMİZ yok. Çünkü becerilerimiz, hünerlerimiz, iş yapabilme yeteneklerimiz, kendimize yeterliliğimiz ve bunun yanında başkalarıyla birlikte ve eşit yaşama duygularımız pek gelişmemiş.

O yüzden daha çok EGOmuz var. EGO ile ÖZGÜVEN tamamen ters orantılıdır. Ancak hep birbiriyle karıştırılır. Egoist bir insanın kibri yüksek Özgüven sayılır. EGOİST insanlara bakın, ÖZGÜVENLERİ olmadığı için sürekli kibir abideleri gibi dolaşırlar. Ancak ellerinden hiçbirşey gelmez. Birçok şeyi beceremezler. Hep başkalarını suçlayarak ezerler. Hayatta çocuğu hayata hazırlamanın en güzel yolu, onu hayatla en kısa zamanda tanıştırmaktır.

Hayatla en kısa zamanda tanışmak çocuğa, insanlar arasındaki ilişkileri, kazandığının değerini bilmeyi, bedel ödemeyi öğretip, geleceğe yönelik önemli kararları almak hususunda son derece de gerçekçi olmasını sağlayacaktır. Bizde yanlış bir anlayış var: Çalışan çocuk okumaz deyip çocuğu hiç ise vermemek, ya da bir iş yerine, “Eti senin kemiği benim,” diyerek verip, gizliden tanıdık patrona çocuğu ezdirmek. İkisi de çok yanlış bakış açıları…

Haftada 1-2 gün 3-5 saatte olsa çocuğunuzu işe verin.

Topluma ” Sen benim kim olduğumu biliyor musun? ” diyen ve kendisinden daha güçsüz gördüklerini ezen, onlara parayla, güçle, lüksle hava atan bir canavar yetiştirmek istemiyorsanız bir konfeksiyoncunun, marangozun, kasabın, manavin, tamircinin hayatını tecrübe etmiş bir çocuk yetiştirin; EMPATİ böyle edinilir, başka reçetesi yoktur.

Doğu toplumları yaşadıkları sorunların kaynağını yönetimde, Batı toplumları üretimde aramaktadır. O yüzden bizler çocuklarımızı hep “üstün yöneticiler” olmaya yetiştiririz. Ülke meselelerini üretim (ekonomi) değil, hep yönetim (siyaset) boyutuyla tartışırız. Üretim yapılarını değil, yönetim yapılarını hedef alırız.

Çocuklarınızı yönetici olmaya değil, önce üretici ve katılımcı olmaya yetiştirin.

Bırakın çocuğunuz kendi yeteneklerine, becerilerine ve tecrübesine göre kendisi seçsin hayatta izleyeceği yolu. Lisede zaman bulabildikçe hafta sonları, yaz tatilleri çalışan çocuk hem insanları, hem hayatın nasıl kazanıldığını hem kendi becerilerinin neler olduğunu öğrenecek. Yani hem toplumu hem kendisini tanıyacak.

Lise sonrası eğitim veya çalışma hayatında en doğru tercihi yapacak. Yarın çok büyük bir makam, mevkide elde etse, karşısına çıkan alt tabakadan insanları ezmeyecek, onları kendi geçmişinden tanıyacaktır.

Alıntıdır

15 Ekim 2017 Pazar

Millet Olarak Galiba Ne İstediğimizi Tam Olarak Bilmiyoruz

 

Baz istasyonlarına karşıyız ama telefonumuzun her yerde çekmesini istiyoruz.

Bir fatura yatırırken bile sıraya girmemek için bir tanıdığımızı araya koyuyoruz sonra da torpilin olmasa bu memlekette hiç bir şey yapılmıyor diye şikayet ediyoruz.

Elektriklerin hiç kesilmemesini istiyoruz. Elektrikler gidince de hayat duruyor, devlet neden enerjiye çare bulmuyor diye veryansın ediyoruz. Nükleer enerji tesisleri kurulmak istenirse de hemen nükleer enerjiye karşı çıkıyoruz.

Ama hiç birimiz gereksiz olarak kullandığımız aletleri kapatarak enerji tasarrufunda bulunmuyoruz.

40 tane otomobille İstanbul trafiğine çıkıyoruz, oysa bir otobüs bu işi görür. 


Trafik sıkışınca hava kirlenince de hemen tepkimizi dile getiriyoruz.

Biz yetkililerden önlem almasını istiyoruz. Hepimize özel bir yol açmasını istiyoruz. 

Yetkililerde bizden otomobil kullanmamamızı bisiklete binmemizi istiyor. Hem çevre kirlenmiyor hem de benzin mazot almak gerekmiyor hem de petrol çıkarmak için doğayı tahrip etmek gerekmiyor. Dış ülkelere bağlı olma sorunuda ortadan kalkıyor.

AVM'lere karşı olduğumuzu avmlerde mcdonaldslarda hamburgerimizi yediğimiz sırada attığımız twitlerle bu AVM'ler küçük esnafı bitirdi. Köfteci Nuri abi iflas etti diyoruz bu tepkilerimiz o kadar etkili oluyor ki AVM'ler şehirlerde mantar gibi türüyor. Biz AVM'lere karşı olduğumuzu gitmeyerek gösterirsek yeni AVM'ler açılır mı?

Anket yapılıyor vatandaşın büyük çoğunluğu dizilere, saçma sapan programlara karşı olduğunu söylüyor. Sonra bu programların reytinglerine bakıyoruz hiç te milletin karşı olduğu görülmüyor. 


Ya anket yapılan vatandaşlarla tv izleyen vatandaşlar ayrı, ya anketler ya da reyting ölçümleri yanlış. 

Ya da millet olarak bize mikrofon uzatıldığında ya da anket yapıldığında U dönüşü yapıyoruz.

UZUN LAFIN KISASI İĞNEYİ KENDİMİZE BATIRMADAN ÇUVALDIZI BAŞKALARINA BATIRIYORUZ .

10 Ekim 2017 Salı

Melikgazi İlçesi Belediye Binası ve Parklarda Güneş Enerjisinden Elektrik Üretiyor


Çatı üstü güneş santralinin toplam 441 panelden oluştuğunu genel enerji hattına bağlantının sağlandığını belirten Başkan Memduh Büyükkılıç, güneş santralinden elde edilen enerjinin Belediye Hizmet Binası elektrik ihtiyacında kullanılarak enerjisini artık güneşten alan bir kurum olduklarını kaydetti.

Güneş enerji santralinin 3 yılda kendini amorti edeceğini yani inşaat maliyetini karşılayacağını ifade eden Başkan Büyükkılıç “Melikgazi Belediyesi olarak hizmetlerimizin tamamı bilgisayar ve elektrikli aletler ile yapılmaktadır. Bunun içinde enerji gerekmektedir. Kesintisiz hizmet için kesintisiz ama daha ucuz enerji ile bundan böyle hizmete ve yatırımlara devam edeceğiz. Enerji tüketimi karşılamak için Türkiye’nin resmi kurum tarafından yapılan en büyük çatı üstü güneş panelinin Melikgazi Belediyesince gerçekleştirdik. Şimdi de belediyemiz hizmet binasının çatısına 441 panelden oluşan ve GES 120 KWP HİBRİT SİSTEM üzerine kurulan güneş enerjisinden elektrik üretiyoruz. Melikgazi Belediyesi artık sadece hizmet değil aynı zamanda elektrik de üretiyor” dedi.

Başkan Büyükkılıç, hizmet binasında elektrik üreten sistemin devreye girmesi ile binanın aydınlatma, ısınma ve makinelerin enerjinin artık güneşten alınmış olacağını sözlerine ekledi.


Melikgazi Belediyesi Parklara Güneş Enerjisinden Elektrik Enerjisi Elde Edilen Paneller Yerleştiriyor

Melikgazi Belediye Başkanı Dr. Memduh Büyükkılıç, 2017 yılı içerisinde başlatılan proje ile 20 parkta güneş enerjisinden elektrik enerjisi elde edilen güneş panelleri yerleştirildiğini söyledi.

Güneş panelleri ile gündüzleri enerjiyi depolayacak olan bu sistem ile akşamları parkların ışıl ışıl olacağını ve ekonomiye katkı sağlanacağını belirten Başkan Büyükkılıç, “Güneş panelleri ile enerji elde ederek pazar yerlerini aydınlatıyoruz. Camilerimizde abdest alma yerleri güneş enerjisi ile sıcak su akmaktadır. Şimdi sıra parklarda, artık bundan sonra parklarımız da güneş enerjisi ile aydınlanacak. Parklar ışıl ışıl olmaya devam edecek ama artık enerjiyi güneşten alacak. Sonuç itibari ile ekonomiye katkı sağlanacak. 2017 yılı içerisinde toplam 20 parkımızda çalışmalar devam ediyor. Yıl sonuna kadar güneş panelleri yerleştirilmiş olacaktır“ dedi.

Güneş enerjili panellerden elektrik üreterek hem ışıklandırma hem de ısıtmada kullanılması çalışmasının örnek gösterildiğini hatırlatan Başkan Dr. Memduh Büyükkılıç, Melikgazi parklarında 24 saat hizmet verdiğini çünkü çok amaçlı oluşundan dolayı parkların cıvıl cıvıl olduğunu sözlerine ekledi.

8 Ekim 2017 Pazar

Ampul Komplosu Nedir? Bozulmayan Cihazlar Mümkün mü?


Hepimiz bie tüketim toplumu içinde yaşadığımızın farkındayız. Kullandığımız bir çok ürünün aslında daha kaliteli, dayanıklı ve fonksiyonel olabileceğinin farkındayız. Ama malesef pek çok ürün belli bir sürenin sonunda bozulmakta veya işlevini yitirmekte.

Kaçmayan çorap, bozulmayan elektronik alet, ömür boyu dayanan ampul var mı? Elbette olabilir ama üretilmiyor daha doğrusu üretilmeleri istenmiyor. Neden derseniz bu bir plan, üstelik yeni değil, 1920’ler den beri hayatımızda.

Planın adı İngilizce’de “Planned Obsolescence” yani Türkçe karşılığı ile Planlı Eskitme: Tüketiciyi biraz daha yeniyi, gerekenden biraz daha önce almak üzere şekillendirme.

Bazı ürünlerin öyküsü kasıtlı ve planlı eskitme teorisinin ne denli acımasız uygulandığını çok iyi gösteriyor. Californiya Livermore İtfaiyesi’ ndeki bu ampul 1895 yılından beri sürekli yanmakta. Yani tam 120 yıldır.

Ampulün hayatına başladığı yer; Shelby adındaki Ohio kasabası. Filaman (ampulün içinde yer alan ve ışık veren iletken tel), Adolphe Chaillet tarafından icat edilmiş ve uzun süre dayanacak biçimde tasarlanmış ancak nasıl bu kadar uzun dayanabildiğinin sırrı onunla beraber yok olmuş. Ampulün ışığı parlaklığını yitirse de sönmeyen 60 watt’lık bu ampul, ürünlerin ömrünü kasıtlı olarak kısa tutma politikasının ilk kurbanı.

Dünyanın en önemli buluşlarından biri olan ampul, 1879 yılında Amerikalı Thomas Edison tarafından icat edildi. Ampul, ilk kez 1881’de piyasaya sürüldü. Satışa çıktığında 2500 saatlik bir ömrü olduğu belirtilen ampulün ömrünü uzatmak ve sağlamlaştırmak için mühendisler yoğun bir çalışma başlattılar.

Uzun ömürlü ampullerin ekonomik büyümeye olumsuz etkisini fark eden üreticiler, 1924 yılında Cenova’da toplanarak dünyanın ilk küresel kartelini oluşturdular. Phoebus adlı kartelin amacı, ABD, Avrupa, Asya ve Afrika’daki üretim, pazarlama ve tüketimi denetim altına alarak ampullerin ömrünü sınırlamaktı. Phoebus işe koyulduğunda ampullerin ortalama ömrü 2500 saatti ve bu çok fazlaydı. Pheobus, kurallarını detaylı bir bürokrasi üzerinden dayatıyordu. Üyeler, aylık tüketim raporu hedeflerini gerçekleştiremediklerinde ağır şekilde cezalandırılıyordu. Kartelin baskısı altındaki üye şirketler 1.000 saat kuralını karşılayacak daha çürük ampuller yaratmak için deneyler yapmaya başladılar ve 2 yıl içinde kullanım ömrü 2.500 saatten 1.500 saatin altına kadar düştü. 1940’larda kartel amacına ulaştı: 1.000 saat ampuller için standart kullanım ömrü haline geldi.

Bunu izleyen yıllar boyunca mucitler yeni ampuller için düzinelerce patent doldurdular; 100.000 saat dayanacak bir tanesi de bunlara dahildi. Hiçbiri genel pazara ulaşamadı. Resmi olarak Phoebus asla var olmadı, ancak izleri her zaman oradaydı. Stratejileri düzenli olarak isim değiştirmek oldu. “Uluslararası Enerji Karteli” ismini ve başka bazı isimleri kullandılar. Esas nokta şu ki; fikir hala hayatta kalmaya devam ediyor.

Konuyla ilgili belgeseli aşağıda izleyebilirsiniz...


Altın Niçin Değerli? Altının Diğer Elementlerden Farkı Ne?


İnsanın, altına olan tutumu biraz garip. Kimyasal açıdan altın hiç de ilginç bir madde değil. Diğer elementlere güçlükle tepki verir. Fakat yine de periyodik tabloda, insanın, para birimi olarak seçtiği tek element. Peki neden? Mesela neden osmiyum ya da krom değil? Ya da seaborgiyum?

Periyodik tabloyu bir düşünelim. Altın yerine başka ne kullanılabilirdi acaba?

Asil gazlar ve halojenler var: Bir gaz hiçbir zaman bir para birimi olamaz.

Diğer iki sıvı element civa ve brom günlük sıcaklık ve yer çekimi düşünüldüğünde pek bir uygunsuz olur.. Ayrıca ikisi de zehirli. Aynı sebeplerden arsenik ve onun gibi diğer maddeleri de kullanamazdık.

Alkali metaller ve toprak alkali metaller de çok tepkisel. Birçok kişi okullarda sodyum ve potasyumu suyun içine damlatınca ne olduğunu hatırlar.

Radyoaktif olanlar. Paranızın sizi kanser etmesini istemezsiniz değil mi?

Geriye toryum, uranyum, plütonyum ve radyoaktif olarak parçalanmadan laboratuvar ortamında yapay olarak üretilmiş rutherfordyum, seaboryum, ununpentiyum, einsteinyum kalıyor.

Tabii bir de az bulunan toprak metalleri var ki, bunlar altından bile az bulunuyor. Ne yazık ki, kimyasal olarak bunları birbirinden ayırmak oldukça zor.

Bu bizi periyodik tablonun ortasındaki geçiş metallerine ve sonrasına götürüyor. Burada 49 adet, adına aşina olduğumuz element karşımıza çıkıyor: Demir, alüminyum, bakır, kurşun ve gümüş.

Fakat ayrıntılı olarak incelediğinizde hepsinin sakıncalı bir noktası olduğunu fark edeceksiniz.

Öte yandan sol tarafta titanyum, zirkonyum gibi sert ve dayanıklı elementler var. Fakat onlar için de problem farklı: Eritmek oldukça zor.

Listeyi 8 maddeye kadar indirdik. Platinyum, paladyum, rodyum, iridyum, osmiyum ve rutenyum. Tabii ki ek olarak gümüş ve altın.

Bunlar soylu maddeler olarak biliniyor. Çünkü diğer maddelerden ayrı durarak zor tepki veriyorlar. Ayrıca oldukça da nadir bulunuyorlar ki, bu da para birimi olması için önemli bir ölçüt.

Eğer demir pas tutmasaydı, para için güzel bir kaynak olurdu. Çünkü çevrede çok fazla var. Ama çok büyük boyutlarda bozuk parası taşımak zorunda kalmış kalabilirdiniz.

Gümüş ve altın dışındaki tüm nadir elementlerde tam ters sorunlar var. Çok az bulunuyorlar, bu yüzden çok küçük oranda taşımak zorunda kalırdınız, dolayısıyla da çok kolay kaybedebilirdiniz.

Ayrıca eritmek de oldukça zor. Platinin erime noktası 1.768 santigrat.

Geriye iki madde kalıyor ki, bunlar altın ve gümüş.

İkisi çok yaygın değil ama bulmak da fazla zor değil. İkisinin de görece olarak düşük erime noktası var ve böylece bozuk para, külçe, takı haline getirilmesi olay.

Gümüş havada çok ufak miktarda kükürtle temas eder etmez kararıyor. Onun için altına böyle özel bir değer veriyoruz.

Altının bu kadar değerli olmasının nedeni, kimyasal olarak ilginç olmamasından kaynaklanıyor.

Yani varoluşsal bir değeri yok. Bir para birimi, ancak biz toplum olarak anlam yüklediğimizde değerli olabilir.

Gördüğümüz gibi katı, taşınabilir ve zehirleyici olmaması gerekiyor. Ayrıca adaletli bir şekilde, az bulunması gerekiyor.

Ayrıca altın, parlak sarı renkte. Periyodik tablodaki tüm metaller ise, bakır dışında gümüş rengini taşıyor. Bakır, havadaki nemle karşılaşınca yeşile dönüşüyor. Ve işte altını özel yapan da bu.

Peki, nasıl oluyor da halen altın, para birimi olarak artık kullanılmıyor?

1973 yılında dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın, dolar ile altın arasındaki bağı koparması bir dönüm noktası oldu. O tarihten beri tüm para birimlerine dolar üzerinden değer biçildi.

Nixon’un bu kararı almasının gerekçesi, aslında oldukça basitti: ABD’nin altın stokları tükeniyordu.

Bu da altınla ilgili problemin ana nedeni. Altının kaynağı ekonominin durumuna değil, maden ocaklarında çıkarılan stoklara bağımlı.

16. yüzyılda Güney Amerika ve geniş altın kaynaklarının keşfi ile altının değeri düştü; diğer herşeyin fiyatıysa arttı.

O günden beri sorun, bunun tam tersi. Altının arzı çok sınırlı. Örneğin 1930’deki Büyük Buhran’da altın stoklarını kullanan birçok ülke ekonomik krizden kaçabildi. Bunu yaparak basılı paraya değer kazandırdılar ve ekonomilerini canlandırdılar.

Altına olan talep, bazen çok çılgınca olabiliyor. Arzın sabit olması yüzünden de, altın fiyatları büyük iniş çıkışlar kaydedebiliyor.

Belki de Churchill’in dediği gibi, altın, para birimi olarak en kötü element.

Yeryüzünde bunca maden varken, niçin sadece altının tarih boyunca hep en soylu ve değerli maden muamelesi gördüğünü merak ettiniz mi hiç? Genelde bir şey dünyada ne kadar az bulunuyorsa veya elde edilmesi ne kadar zorsa o kadar değerlidir diye düşünülür, ancak altın ne yeryüzünde en az bulunan, ne de çıkartılması en zor olan madendir.

Güneşinkiyle özdeşleştirilen parlak sarı rengi, yaşamın ve gücün sembolü olan göz alıcı ışıltısı da değildir onu emsalsiz kılan. Madenler arasında değerli olma sıralaması yapıldığında altın ancak on altıncı sıraya yerleşebilir. Tarihte ilk değiş tokuş birimi de altın değildir. Ortaçağda gümüş birçok yerde altından daha fazla biliniyordu ve daha değerliydi. Uzakdoğu ülkeleri 1936 yılına kadar gümüş para sistemine bağlı kaldılar.

Altından Değerli Maden Varmı?

Günümüzde son derece ucuz olan ve geniş kapsamda kullanılan alüminyum bile on dokuzuncu yüzyılda altından daha kıymetliydi. Saraylarda ziyafetlerde en değerli misafirler için alüminyum tabak ve tepsiler kullanılıyordu. O zamanlar alüminyumun altından iki kat daha fazla değerli olmasının nedeni elde edilişindeki zorluktu.

Alüminyum dünyada en çok bulunan madenlerden biri olmasına rağmen tabiatta oksitlenmiş halde bulunduğundan 1825 yılına kadar böyle bir maden olduğunun farkına bile varılmadı. 1886 yılına kadar alüminyum sadece saray mensuplarının sahip olabildikleri, mücevher yapımında kullanılan çok değerli bir maden olarak kaldı. 1886 yılında alüminyumun elde edilişinde ucuz metotlar keşfedilmeye başlanınca her yerde bulunabilir hale geldi, dolayısıyla ucuzladı ve artık adi bir element muamelesi görmeye başladı.

Neden Değerli?

Altının geleneksel değerinin oluşmasında, az bulunmasından veya zor elde edilmesinden ziyade tabiatta katıksız, saf halde bulunması, dövülerek biçimlendirilebilmesi, havadan ve sudan etkilenmemesi, yani paslanmaması, kararmaması ve donuklaşmaması etkilidir. Bu sayede altın tarih boyunca çok güvenilir bir değer ölçüsü olarak kabul edilmiştir.

Tüm bunların dışında altını altın yapan diğer önemli özellikler olarak, sadece klorik ve nitrik asit karışımında (halk arasında altın suyu olarak bilinen) erimesi ve bunun dışında hiçbir asitten etkilenmemesi, kendi hacmindeki sudan 19 kere daha ağır olmasına rağmen çok yumuşak olduğundan kolayca işlenebilir ve inceltilebilir olması gösterilebilir.

Neler Yapılır?

Altın inceltildiğinde elde edilen levhalar o kadar ince olabilir ki, bin tanesi üst üste geldiğinde ancak bir milimetrelik bir kalınlık oluşur. Kibrit kutusu büyüklüğündeki saf altın tenis kortu büyüklüğündeki bir sahayı kaplayacak kadar inceltilerek yassılaştırılabilir. Bir gram altından üç kilometre uzunluğunda tel çekilebilir. Ne var ki çok yumuşak olması her zaman avantaj değildir. Birçok uygulamada sağlamlık ve sertlik kazanması için başta bakır ve gümüş olmak üzere başka madenlerle karıştırılarak kullanılmak zorundadır.

Günümüzde paralar artık altından basılmıyor. Uzun zaman önceleri kâğıt paraları dengelemek için o miktardaki altın Merkez Bankası kasalarında tutuluyordu. Artık hiç bir ülke parasal amaçla altın kullanmadığı için paranın altının yasal güvencesine ihtiyacı kalmamıştır. Altının uluslararası para sisteminde bir rolü kalmayınca Merkez Bankaları ’nda da ulusal paralara karşılık belli ağırlıkta altın bulundurma zorunluluğu da kalmamıştır.

Tüm bunlara rağmen günümüzde altına olan talep artarak devam ediyor. Bu talebin ve altının hâlâ uluslararası önemini korumasının başlıca sebepleri, mükemmel ısı ve elektrik iletkenliği özellikleriyle teknolojide kullanılması ve insanların bilezik, yüzük, küpe benzeri süs eşyalarında, hatta diş kaplamalarında hâlâ altını servetlerinin bir parçası olarak, her an ellerinin altında olan ve değer kaybetmeyen bir yatırım aracı olarak görmeleridir.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...